31 Mart 2010 Çarşamba

Vicky Cristina Barcelona

vicky-cristina-barcelona

 

 

 

Vicky Cristina Barcelona,Woody Allen’ın Londra üçlemesinden sonra Avrupada çekmeye devam ettiği ilk filmi.Javier Bardem,Penelope Cruz,Scarlett Johansson,Rebeca Hall gibi sağlam kadrosunun yanına esas başrol oyuncusu tüm güzelliği ve tüm sıcaklığıyla Barcelona yer alıyor.New York aşığı Woody Allen her ne kadar yakın zamanda filmlerine arka plan olarak Avrupayı seçse de her zaman anlattığı nevrotik insanların psikolojilerini yansıtmayı hiç bırakmıyor.Bu filmde de yaz tatili için Barcelona’ya gelen iki yakın arkadaş ekseninde ilişkilere göz atıyor.

Vicky( Rebeca Hall) Katalan kimliği üstüne araştırma yapan ve bu yüzden Barcelona’da ki tanıdıklarına yaz için ziyarete giden evlenme hazırlığında olan ve  ilişkilere daha sağlamcı bakan amerikan üst sınıfına ait rahat hayata süren biri,yanında da uzun zamandır arkadaşı olan ona nazaran hayata bakışı biraz daha geniş olan ve ne istediğini bilmediği için ne istemediği üzerinden hareket eden, istikrar değil tutkuların peşinde koşan Cristina (Scarlett Johannson) ikilisi Barcelona’da beklenmedik bir şekilde hayatlarına giren kazanova ressam Juan Antonio (Javier Bardem) ile birlikte kendilerini tanıyacakları bir geziye çıkarlar.Juan Antonio’nun arıza eski eşi Maria Elena( Penelope Cruz) da eklenince karmaşık ikili ilişkiler ortaya çıkacaktır.Tabi bu gezi esnasında kendi hayatlarını çizdikleri kurallarının nasıl dağıldıklarını keşfedeceklerdir.Birbirinin zıttı gözüken iki amerikalı kadının aslında farklı coğrafyalarda başka kültürlerde kişiliklerinde değişkenlik göstermesi hem fonda Barcelona’nın ilişkilere  romantik ve dingin bakan tarafı hem de Amerikan kökenli sağlamcı ve kurallarla örülmüş boğucu tarafının bir sonucu olarak filme yansıyor.Özellikle konuyu esas anlatan tabiki başroldeki Barcelona.Akdeniz’in serin akşamlarında ispanyol gitarı eşliğinde aşkı ve romantizmi anlatmak en kolayıdır sanırım.Zaten hali hazırda Juan Antonio ve Maria Elena arasında adı konulamamış eksiklik insanın ikili ilişkilerine iki kişinin yetmeyeceği tezini sunuyor bizlere.Birkaç sahnede vurgulanan “unfulfilled love is the only true love (yarım kalan aşk,gerçek aşktır)” mottosu aslında aşkın mutlak sınırlarının olmaması yüzünden sürekli yarım olması ve hep bir arayış içinde olması olarak düşünebiliriz.Zira Cristina’nın Maria Elena ve Juan Antonio arasında eksikliği tamamlaması ve bunu bilen Maria Elena’nın Cristina’nın ayrılma isteği karşısında verdiği aşırı tepki aslında bu eksikliği bir nebze onla beraber kapattıklarını düşünmesinden kaynaklanıyor.Olayı aşk ve ilişki yönünün dışında sanatsal yaratıcık boyutunda da bakarsak duyguların her türlü kural ve kısıtlamalarla dizgin altına alınmasına bir karşı çıkıştır bu.Bunun sonucu olarak sanatçı en yaratıcı çalışmalarını bu toplumsal kısıtlamaların ortadan kalkmasıyla vermesi duygusal rahatlamanın bir sonucudur ya da içimizde bir yerlerde biriken duygularımızı sürekli arayışlarla en üst seviyede tutmak bu duygu artışının sanatta kullanılmasını tetikler.

Tabi bu duygusal arayışların üst sınırı olarakta bu duygusal arayışın geçici olmadığını vurgulamak yine Maria Elena’ya düşüyor. Cristina’ya haykırarak itham ettiği “Chronic unsatisfaction (Kronik Tatminsizlik)”  Amerika gibi tüketime dayalı toplumlardaki doyumsuluzluk her ne kadar iş hayatında üretilen ürünlerin satılması amacıyla propagandası yapılsada buna alışan bir psikoloji bir noktadan sonra duyguları da tamamen sömürmeye başlıyor.Arayış adı altında her türlü duruma karşı zaman geçtikçe oluşan bıkkınlık insan ilişkilerindeki temel sorun aslında.Karşımızdaki insandan hissettiklerinden her zaman daha fazlasını istemek.Sonuç olarak Woody Allen’ın birbirinden farklı iki karakterle anlatmak istediği son sahnede de gösterdiği gibi amerikalı dostlarımızın ilişkiler üzerine tüm bildiklerini üstüne kafa yormaya başlamaları yüzünden kafalarının bir hayli karışmış olması.Galiba Woody Allen’ın asıl isteği bu sorgulamayı seyircisine yaptırmak.

Konuya kültürel açıdan daha akademik bakış için Ali Saydam’ın filmle ilgili yazısı hayli ilginç,okumakta yarar var , burdan okuyabilirsiniz.

cruz

Oyunculuklara gelirsek filmin bir başka güzelliği ve görsel artısı.Arıza eski eş Maria Elena rolünde Penelope Cruz deyim yerindeyse döktürüyor.Akdeniz kadının cazibesini ve tuttuğunu koparan tutkusunu bu kadar güzel yansıtması her ne kadar filmde az yer alsadaa filmin derdini anlatmada çok kritik konumda ve Penelope Cruz bunu üstesinden başarıyla kalkmışa benziyor.Rebeca Hall Vicky rolüyle kuralları ve duyguları arasında sıkışan kadının kararsızlığını iyi yansıtıyor ama filmde karakter olarak adı geçsede afişte ve filmin lansmanında pek öne çıkartılmaması biraz kendisine haksızlık gibi olmuş.Scarlett Johannson ise artık Woody Allen’ın kadrolu oyuncusu olduğu için filmde ana karakterlerden cristina da sırıtmıyor.Javier Bardem ise yakışıklı bohem sanatçı olarak kadınları etkilemek için göstermesi gereken karizmayı çokca gösteriyor.Tabi bir daha söylemek gerekirse esas başrol tüm ihtişamıyla Barcelona. 

bscap0000bscap0014

*
Share/Save/Bookmark

30 Mart 2010 Salı

Life’s a messy business

sunshine_cleaning

 

 

 

 

 

Little Miss Sunshine’ın yapımcılarından yine onun kadar saf,onun kadar temiz küçük insanların hayatlarını anlatan bir film SUNSHINE CLEANING(Günışığı Temizleme Şirketi).Yönetmenliğini Christine Jeffs ‘in yaptığı filmde senaryo Megan Holley’e ait.Başrollerinde Amy Adams,Emily Blunt,Jason Spevack,Steve Zahn ve yılların eskitemediği oyuncu Alan Arkın yer alıyor.Rose(Amy adams) ve Norah(emily blunt) adlı iki kardeşin hayatın tüm zorluklarına karşı yaşama tutunmalarını anlatan her ne kadar kaybetselerde aslında kazanan olduklarına dair amerikan bağımsız sinemasının en güzel örneklerinden biri.

Rose okul yıllarında amigo lideri,son derece güzel,popüler bir kızdır ama yıllar geçtikce hiçbir şey istediği gibi gitmez ve evlere temizliğe giderek evlilik dışı oğlu Oscar ile yaşamaya çalışır .Lisedeki saplantılı aşkı polis Mac(Steve Zahn) ile de evli olmasına karşı bir ilişki yürütür.Kardeşi Norah ise de okuyamamış,başkaların emri altında çalışamayacak kadar asi ruhlu bir genç kızdır.Arada sırada kardeşinin oğlu Oscar’a göz kulak olur.Rose ve Norah’ın yaşlı babaları Joe (Alan Arkın) en az Little Miss Sunshine’da ki kadar deli bir dededir.Sürekli söz vermesine rağmen pek tutmayan ama yinede insanlara umut aşılayan biridir.Ailenin küçüğü Oscar ise babasız büyümenin sorunlarını yaşayarak çocuklar arasına pek karışmaz ve teyzesi Norah’ın anlattığı hikayelere inanarak okulda öğretmenleri tarafından sorunlu olduğu zannedilir ama sadece sıradan bir çocuktur.Tüm bunlar yaşanırken Rose’un polis sevgilisi Mac cinayet,intihar gibi suçlardan sonra olay yeri temizleme işini tavsiye eder,çünkü kimsenin pek istemediği bir iş olduğu için parası boldur.Rose da Oscar’ı okulda yaşadığı problemlerden sonra özel bir okulda okutmak ister.Ve en sonunda Rose ve Norah Günışığı Temizleme adıyla hayatın tüm pisliklerini temizlemeye çalışırlar ama herşey istedikleri gibi gitmeyecektir.

sunshine-cleaning-film-

Little Miss Sunshine gibi onun izinden giden küçük insanların küçük hayatlarını anlatan kocaman filmlerden biri bu film.Yönetmeni,yazarı,oyuncularıyla tam bir kadın filmi diyebiliriz.Kadınların hayat içindeki konumları coğrafyalar veya kültürler değişsede hep sabit kalıyor.İnsanların yaptıkları pislikleri temizlemek veya kafelerde insanların karınlarını doyurmak gibi.Kadına biçilen rol hep bu ;yedirecek,içirecek,temizleyecek ve doğuracak.Bu filmde de her ne kadar bu dediklerimizi de yapsalar aslında varolma savaşlarını kazanıyorlar onlara biçilen işleri yapsalar da.Çünkü esas sorun kadının toplumda hep başkalarına bağlı yaşadıkları hayatları.Kadınların esas isteği bağımsızlıklarını elde etmek ya da daha genel bir deyişle bir birey olarak hayatta yer almaları.Bu gibi sorunlar hemen  çozülecek gibi değil zira binlerce yıllık bir erkek egemen kültürün bir anda yok olması beklenemez.Bu gibi filmlerle aslında verilmek istenen kadınlara isterlerse ve savaşırlarsa bunu başarabilecekleri yönünde.Kadının isterse onun önünde hiçbir engel durumaz.

İnsanların iğrenerek dinledikleri işleri yapan iki kadın olarak küçük insanmış muamelesi görselerde aslında kocaman yürek taşıyorlar.Mesela Rose’un eski okul arkadaşlarını ziyaret ettiği zaman tüm arkadaşlarının zengin birisiyle evlenip çocuk sahibi olmaları ve rahat bir hayat sürmeleri her ne kadar dışarıdan bakıldığında güzel gibi gözüksede bir teslimiyetten başka birşey değildir.Rose da işte burda asıl kazanandır.Çünkü tüm kadınlığıyla önüne çıkan tüm engelleri aşmaya çalışmaktadır.Aşıp aşmaması önemli değil,asıl önemli olan bunu yapmaya cesareti olması.Zira diğerleri buna cesaret edemeyip erkek egemen bir anlayışa boyun eğmişlerdir.Rose eğer sonunda yenilse bile savunacak durumu vardır,çünkü her ne olursa olsun denemiştir.

sunshine_cleaning12

Filmin feminist altyapısının dışında oyunculuklara da değinmek gerekir.Amy Adams ve Emily Blunt bu kavgada varolmaya çalışan iki kardeşi çok güzel yansıtıyorlar.İkisi de son dönemde yükselişe geçen iyi oyuncular.Hele Amy Adams bir başka güzel oynuyor.Piyasa filmleri için gereken güzelliğe sahip olup daha hafif filmlerde oynamanın ona getireceği maddi kazanç ne olursa olsun iyi oyunculukların mutlaka bağımsız yapımlarda çıkması gerçeğinden hareketle samimi oyunculuğuyla göz dolduruyor.Alan Arkın’a ise söylenecek birşey yok.Bundan önce oskar aldığı Little Miss Sunshine’daki dede rolünün devamı gibi yine döktürüyor.Özellikle filmin kadınları üzerindeki ağır dramının biraz olsun hafiflemesi için çok iyi yazılmış bir karakter Alan Arkın’ın canlandırdığı baba figürü.Torunla olan muhabbetleri,olaylara hep pozitif yaklaşması,yapamayacağını bile bile herkese umut dağıtması kısacası her zaman yanınızda bulunmasını istediğiniz bir akrabanız gibi filme de ayrı bir umut aşılıyor.

Kısacası sizi sıkmadan,dramın dozunu kaçırmadan yüzünüzde kocaman bir tebessümle bitireceğiniz güzel bir film Sunshine Cleaning.

 

*
Share/Save/Bookmark

29 Mart 2010 Pazartesi

Eski Dost Geri Döndü

sherlockholmes-3sherlockholmes-2sherlockholmes-7 sherlockholmes-6  

Sir Arthur Conan Boyle’nun ünü tüm dünyayı saran efsanevi dedektifi SHERLOCK HOLMES bu sefer Guy Ritchie önderliğinde perdedeydi.Ünlü kahramanızı altın küre ödüllü Robert Downey Jr.,Doktor Watson’u ise Jude Law’ın canlandırdığı filmde diğer rollerde Rachel McAdams Irene Adler’i,Mark Strong ise dünyada karanlık imparatorluk kurmak isteyen Lord Blackwood’u canlandırıyor.

Arthur Conan Doyle'un yarattığı hayali dedektif  ilk hikâyesi olan Kızıl Soruşturma  ile 1887  yılında gazetede basılmaya başlanmasıyla hayat bulur. Yıllar geçtikçe ünü yazarını da aşıp fenomen haline gelen Sherlock Holmes olayları Tümdengelim yöntemi ile gözlem yoluyla çözmesi en ufak ayrıntılardan yararlanıp suçluları yakalaması uluslararası ününün nedeni.Hatta o kadar ünlemişti ki zamanında yazmaktan sıkılan Arthur Conan Boyle Son soruşturma hikayesinde dedektifi öldürmüş ama okuyuculardan gelen tepkiler yüzünden sonraki hikayeler için diriltmişti.Edebiyat dünyasının fenomeni Sherlock Holmes bu ünü Hollywood yapımcıları için de bir bakıma gişe garantisiydi.Bu güne kadar birçok versiyonu çekilen filmlerinde Orson Welles’ten Jeremy Brett’e ,Michael Caine’den  Larry Hagman’a kadar birçok ünlü oyuncu kahramanımıza hayat vermişti.sherlockholmes_3

Bugüne kadar kitaplarında ve filmlerinde çizilen imajının aksine aksiyonu bol bir kahraman olarak karşımıza çıkan Sherlock Holmes filminde böylelikle ayrıntılar üzerinden sağlam senaryosu ve aksiyonu bol sahneleri ile türünün iyi örneklerinden biri haline geliyor.Filmin genel eleştirileri de önceki örneklerinin aksine daha savaşcı özelliğinin ön plana çıkartılması üzerinde birleşiyor.Evet bir dedektif olarak her daim kuşkucu,aklını ve sezilerini sürekli ön planda tutan sakin ingiliz beyefendisi bir karakter olmasına karşın kavgacı bir tipe büründürülmesi kahramanın özüne sadık kalınmayarak sinemaya aktarıldığı anlamına geliyor ama kitaplarına aşina insanların pek beklediği bir durum değil açıkcası.Hal böyle olunca kitaba meraklı olmayan daha genç kuşaklar için bol aksiyonlu ve merakı sonuna kadar korumayı başaran senaryosu sayesinde başarılı bir örnek olarak algılayabiliriz. Yönetmen Guy Ritchie de bu riski göze alarak bir projeye giriştiğini birçok yerde beyan ediyor ve karakteri yaratırken çocukluğunun kahramanını kendi gözüyle perdeye aktardığını söylüyor.

sherlock

Oyunculuklar ise son derece mükemmel.Robert Downey Jr. da zaten bunun karşılığını Altın küre alarak kanıtlıyor.Son derece kuşkucu ve detaycı olmasına rağmen bohem yaşam anlayışını terk etmeyen Sherlock Holmes’ün yaşadığı kişilik gelgitlerini oyunculuğunun mizahi dili sayesinde takdir edilecek bir performansla perdeye yansıtıyor. Dr.Watson karakteri ile Jude Law Robert Downey Jr kadar iyi bir performansla beyazperdenin uyumlu güzel bir ikili oluşturuyorlar.Filmin sonunda bırakılan açık kapıdan ümitle eğer taraflardan bir aksilik gelmezse bu ikiliyi başka bir hikayede de izleyeceğiz gibi geliyor.

bscap0006  

Ayrıca kahramanlarımızın yanında esas başrol olarak Londra’yı da es geçmemek gerek.Başarılı sanat yönetimi sayesinde Lord Blackwood’un karanlık planlarının paralelinde en az onlar kadar karanlık ve gotik bir Londra izliyoruz.Koyu renk akan Thames’i ,etrafında yaşamaya çalışan sefil halk,sokaklarında çamur,havada her daim yağmur bulutluluğu.Kısacası toz,toprak,rutubet üçgeninde Londra.Hele Londra siluetinin en gözde simgesi Tower Brigde (Kule Köprüsü) deki aksiyon sahneleri son derece güzeldi.

Ayrıca filmin sonunda kilit soruları açıklayan idam-delibal ilişkisi durumu,filmden önce kimi haber sitelerinde Sherlock Holmes filminde Türkiye’nin adı geçiyor adı altında verilmesi filmin sonuna doğru hevesimi kaçırmadı değil.Filmin bir yerinde Türkiye veya istanbul geçiyor diye umut sarıkayavari bir sevinçle türklüğümüzden övünmek yüzünden sitelerin spoiler saçması üzüntü verici bir durum.

*
Share/Save/Bookmark

25 Mart 2010 Perşembe

3. Yeşilçam Ödülleri Sahiplerini buldu

yesilcam Türkiye’nin Oskarları olarak lanse edilen 3. Yeşilçam ödülleri yapılan törenle sahiplerine verildi.Cümle içinde oskar adı geçtiğine aldanmayın çünkü oskarların görkemli törenleriyle arasında uzaktan yakından alakası olmayan bir törendi.Tekrardan sektörleşmeye çabalayan Yeşilçama ve onla büyümüş kuşakları büyüleyen güzelliğine pek uymadı.Geceden  kazananlar ve detaylar ;

  • En İyi Film:  Nefes: Vatan Sağ Olsun
  • En İyi Yönetmen: Reha Erdem-Hayat Var

75-nefes_vatan_sagolsun   091124rehaerdem2

  • En İyi Kadın Oyuncu: Binnur Kaya-Vavien
  • En İyi Erkek Oyuncu: Mert Fırat-Başka Dilde Aşk

iImage514568_218689225165_183326435165_4628392_5891296_n

  • En İyi Yardımcı Erkek Oyuncu: Cemal Toktaş-Güneşi Gördüm
  • En İyi Yardımcı Kadın Oyuncu: Derya Alabora-Pandora'nın Kutusu
  • En İyi Görüntü Yönetmeni: Soykut Turan-Güneşi Gördüm
  • En İyi Senaryo: Engin Günaydın-Vavien
  • En İyi Müzik: Atilla Özdemiroğlu-Vavien
  • En İyi Genç Yetenek: Elit İşcan-Hayat Var
  • Turkcell İlk Film Ödülü: Nefes: Vatan Sağ Olsun-Levent Semerci
  • Kültür ve Sanat Hizmet Ödülü : FİLİZ AKIN

Geceden Detaylar;

  • Ödül törenlerindeki kronik sorunumuz herkesin gönlünü hoş tutma durumu maalesef dün de sahnedeydi.Türkiye’nin oskarları iddiasını taşıyan bu ödülleri dağıtırken temel kıstas herkese mavi boncuk dağıtmak olarak belirlenmiş galiba.
  • Nefes:Vatan Sağolsun maddi problemlerine rağmen sinemaya tutkulu bir kaç kişinin insanüstü gayretiyle çekilmiş bir film olarak en iyi film ödülüne layık bulunması hiçbir engelin sinemacıyı durduramayacağının somut bir örneği oldu.Bu bakımdan sektöre katkı sağlayacak iştahlı sinemacıları daha cesur bir şekilde setlere çeker umarım.
  • Reha Erdem’in En iyi yönetmen ödülünü alırken söyledikleriyle sinemacının ödülün manevi getirisiyle maddi getirisi arasındaki uçurumu çok güzel özetledi.
  • En iyi kadın oyuncu ödülüne layık görülen Binnur Kaya samimiyeti ve sempatikliğiyle gecenin en içten kişisiydi.
  • Törenin başlarında en iyi yardımcı kadın oyuncu ödülünü sunan Güven Kıraç’ın Derya Alabora’nın dizi çekimleri için törene katılamaması üzerinden oyuncuyu köleleştiren dizi söktörüne tam yerinde lafı sokması gecenin en anlamlı eleştirisiydi.
  • Törenin organizasyonu adına yakışmayacak düzeyde tam bir rezaletti.En iyi yardımcı erkek oyuncu ödülünü alan Cemal Toktaş’ın sahneye koşa koşa anca yetişebilmesi salondaki yerleşimi her kim yaptıysa(ya da yapmadıysa)kulağını çokca çınlatmıştır. Ayrıca kırık bir ödülü sunmak nerden baksan bizim topraklara özgü bir durumdur galiba. Koskoca İzzet Günay’a da alttan tutun diye tembihlemişler ,şaka gibi…
  • Ödül sahiplerinin her ne sebeple olursa olsun törene katıl(a)maması geceye yakışmayan şeylerdi.Eğer bu ödüller sektörün onurlandırılmasıysa sanatçılar ödül almaya tabiri caizse iki eli kanda olsa bile gelmeli.
  • Kıyafet mevzusu Altın portakal gibi önceki ödül törenlerine göre daha güzeldi ama bkm mutfak oyuncularından bir kaçının tshirtle geldiğini gördüm.İnsan sorar dün neydiniz de..neyse
  • Ödül töreninde sponsorun konuşması,ödül vermeye çıkması da nedir , anlamış değilim.Parasını ben verdim,ödülü de ben veririm mesajı mıydı?

Umarım gelecek yıllarda Yeşilçam senede 300  filmin çekildiği muhteşem yıllarına geri döner.

*
Share/Save/Bookmark

20 Mart 2010 Cumartesi

Bir Yudum Süt

4346-süt Berlin’den Altın Ayı ödüllü yönetmen Semih Kaplanoğlu’nun Yusuf üçlemesinin ikinci filmi : “SÜT”.Kasaba hayatına karşı gelerek şehirde yaşamayı seçen Yusuf’un annesinin ölümü ile kasabaya dönüşü ve yeni duygulara ufuk açmasını üçlemenin ilk bölümünde Yumurta’da izlemiştik.Geriye doğru ilerleyen hikayede Yusuf’un gençlik yılları anlatılıyor.Üniversite sınavını kazanamamış,annesi ile beraber yaşayan,evin geçimini sağlamak için annesinin sağdığı sütleri satarak geçinen bir kasaba gencidir.Babasına dair sadece bir karede evlilik fotoğrafı görüyoruz.Onun dışında hikayedeki yeri belli belirsizdir.Bunların yanında şiir ve edebiyatla ilgilenen Yusuf hali hazırda bunulan sorunlara ek olarak gençliğinin getirdiği bastırılmış dürtüler ve zıddı olarak kültürel ve sanantsal gelişiminin arasında kalır.Kasaba yaşamının tekdüzeliğinden sıkılıp kaçacak yollar aramaktadır.Bu bir kaç yolla olur.Ya üniversiteye gidilir ya da askere.Her iki kurtuluş yolu da kapanınca bir başka çıkış yolu arar.

Öncelikle şunu belirtmekte fayda var.Herkesin kolayca erişebildiği,eleştirmenin kolay olduğu sinema sanatında bu tür filmler başka bir yerde dururlar.Milyon dolarların dolaştığı bir sektörde eleştiri mekanizmasının para üzerinden ölçülemeyeceği gibi piyasa filmleri kuşatması altında kalıp başka bir tür yokmuş gibi davranmak insafsızlık olur.Hollywood ve Yeşilçam sineması ile büyümüş bir kuşağın aksini araştırması,görmesi,izlemesi pek beklenen bir durum değildir ama sinemayı halen bir sanat ürünü olarak gören sinema tutkunları için bu tür filmler her zaman olacaktır ve içi boş bol aksiyonlu gişe filmlerinden daha çok şey anlatacaklardır.295001286489f1087fe1cb5

Süt filmine gelecek olursak öncelikle Semih Kaplanoğlu’nun sinema anlayışını bilmek gerekir.Bir röportajında belirttiği gibi “elimde olsa filmlerimi daha da  basitleştirmek isterim.” diyerek filmlerindeki yalın sinema dilini savunur.Çoğu kişinin filmin temposuzluğu üzerinden getirdiği eleştiriyi aşan boyutta mennuniyetsizlik aslında kendi içlerinde bir sinema filmine biçtikleri rolün de açıklayıcısı.Onlara göre bir film eğer sinemada izlenmişse verilen paranın ve harcanan zamanın hakkını vermeli,aynı şey alınan dvd’nin de karşılığını vermesi.Evet bu işe bir ‘business’ açısından bakarsak arz talebe göre şekillenmeli ve müşteriyi tamamen tatmin etmeli.Ama bu film bir business ürünü değil.Çünkü bu fim izleyene herşeyi söylemeyerek düşünmelerini ve sorgulamalarını istiyor.Zaten sinemanın ya da  daha geniş bakarsak sanatın temel rolü bu değil mi.Sinema eğer kişiye aynada kendini göstermekse kişi bulmalı kendini perdede.Recep İvedik’in gişede neden zirvede olduğunu anlamak gerek.Geçenlerde bir sinema yazarı şöyle yazmıştı yanlış hatırlamıyorsam.”Herkesin içinde Recep İvedik gibi bir hayvan olmalı ki perdede gördüğüne yakınlık hissediyor.”

Süt’te ise Yusuf’un kasaba hayatı içinde kapana kısılmışcasına yaşadığı ikilem.Bir dergide yayınlanacak kadar iyi şiir yazan Yusuf kültürel birikimin üstüne geleceğin belirsizliği eklenince hayata karşı bir boşlukta hissediyor kendini.Askerlik her ne kadar kişide istemsizlik yaratsa da kasabadan kısa süreli kurtuluştur ya da toplumda askerlik ile çizilen erkek olma durumunu belirtir.Ya okuyacaktır ya askere gidecektir ya kahvede pinekleyecektir ya da zorunluluktan sevmediği bir işte çalışacaktır.Son sahnede gözümüzü kör eden ışıkla hangisini seçtiğini görürüz.

2949160811a48a52a13fofb7

Süt’te ayrıca felsefik ve alegorik bir altyapı da görmek mümkün.Anadolu ve islam mistisizminde yılan ve süt bolca yer alır.Adem ve Havva’ya ilişkin efsanelerde yasak elmayı yemeleri için akıllarını çelen yılan çoğu kültürde günahla eşdeğerdir.Aynı zamanda tıptaki gibi simgesi gibi saflık,temizlik simgesi de sayılır.Bunun nedeni de süte olan düşkünlüğüdür.Açılış sekansındaki başaşağı asılmış kadının ağzından yılan çıkması bir efsaneye göre evlilik dışı bir ilişkiye sahip kadınların içinde yılan olduğudur.Bunu gidermenin yolu da kaynayan bir kazan sütün üstüne kadını başaşağı asmaktır.Eğer içinde günahla özdeşleşmiş bir yılan varsa süte doğru gelecektir.Eğer ilk sahnedeki kadını anne Zehra olarak yorumlarsak babaya dair bir ipucu bulmuş oluruz. Aynı şekilde saflığa ve temizliğe gelmeyi de simgeler yılan,yaptığı kötülükten sonra bacakları yok edilerek onun cezasını sürdürür.

Bu ve bunun gibi metaforik yüklemelerle Süt bilinmeyen daha birçok yorumlanmaya açık yönüyle hayatın her döneminde izlenmeli.Filmin değişmesinden değil algılarımızın değişmesinden dolayı mutlaka farklı anlamlar çıkaracağız.

*
Share/Save/Bookmark

19 Mart 2010 Cuma

The Ugly Truth

 ugly_truth_ver2

Kadın aklı,Erkek aklı olarak çevrilen The Ugly Truth fenomen olmuş erkek ve kadında kalp farklı yerdedir esprisinin üstüne kondurulmuş romantik komedi türünde bir film.Yönetmenliğini Robert Luketic’in yaptığı filmde başrolleri Gerard Butler ve Katherine Heigl paylaşıyor.Romantik komedi tarzı sanki dışına çıkmanın günah olduğu sinema klişeleriyle örülmüş film türü.Bu filmde de ekstra birsey söylemiyor.Afişindeki esprinin üstüne fazla birşey vaat etmiyor.Birkaç kural var onlara uyulsa yeter anlayışı hakim;

1)Her iki cinsi de tam ikiden vuracak oyuncular gerekir.Burda erkeklerin aklını başından alan güzel ve  seksi katherine ablamız,kadınların hayran olduğu yakışıklı ve karizmatik spartalı abimiz tür için iyi bir ikili oluşturuyor.

2)Komedi unsurunun yaratılması için farklı kutupların olması gerekir.Afişteki esprinin içerdiği kadın erkek arasındaki ilişkilere bakış açısı filmde de komedi unsurunu yaratan durum.

3)Romantik tarafı olması içinde türlü farklılık ve ayrılıklara rağmen mutkala esas oğlan ve esas kız aşık olmalı ,her aşk gibi bu da mutlu sonla bitmeli.

Romantik komedi türünde birkaç istisna dışında bunlar dışında başka birşey gerekmez.Genel olarak hitap ettiği tüketici grubunun ihtiyaçlarını karşılaması gerekir.Televizyon karşısında battaniyeye sarılıp yanında patlamış mısırı ile tüketilmesi ve duygusal yönden yormaması gerekir.Arkadaşlara arasında hoşça vakit geçmesi için yapılırlar.Buraya kadar sorun yok,arz varsa talepte ona göre gelir.Beğenen seyreder beğenmeyen seyretmez.Bu yüzden eleştirmek pekde anlamlı olmaz

the_ugly_truth_2

Ama bu filmde farklı olan daha doğrusu farklı olması beklenen afişinde yer alan esprinin dayandığı felsefik yapısı.Kadın ve erkeğin varoluşunda beri süregelen birbirine anla(ya)mama durumu üstüne üretilmiş bir trajikomik espri ;çirkin gerçek.Erkek egemen toplumlarda kadını bir meta olarak görmenin yaratmış olduğu dengesiz sosyal denge her türlü karşılıklı ilişkiyi daha başmadan önceden kabul edilmiş tabularla karşı karşıya getiriyor.Bunu kabul etmeme lüksüne anca ekonomik özgürlüğünü elde etmiş kadınlar sahip.Tabi bu dengesiz beklentiler aynı kalsa da dünya üzerinde farklı kültürlerde farklı biçimlerde karşımıza çıkar.Amerikan kültüründe ülkemizden ziyade daha özgürlükçü ve ekonomik olanaklar bulan kadınlar yukarıda belirttiğimiz duruma karşı savaşmaktadırlar.işte bunun simgesi filmde bizim esas kızımız.Başarılı ve kendi ayakları üstünde durur ve hayalindeki erkeği arar.Esas oğlanımız ise erkeklerin bakış açısına girmedikçe bulamayacağını iddia eder.Erkek bakış açısını söylememize gerek yok sanırım. the-ugly-truth-butler6

İşte dananın kuyruğu burda kopuyor.Başarılı film burda tavrını net belli eder ve kadın karaktere sosyal sorumluluk tarzında bir misyon yükler.Ekonomik bağımsızlığını kazansa da asıl başarısını erkek önünde cinsel kimliğini bağımsızlaştırdığı zaman kazanacağını söylemeliydi.Yani erkek egemenliğinden kurtulmuş kadın tamemen ütopik bir düşünce olarak toplumdaki cinsiyet anlamında onlara dayatılan kalıplara girmiş diğer kadınlara örnek olmalıdırlar.Tabi böyle bir filmden bunu beklemek boş hevesten başka birşey değildir.Ayrıca binlerce yıllık bir düşüncenin yıkılması kolay değildir.Hal böyle olunca bu ve bunun gibi romantik komedi türlerinde kadınlara verilen mesaj ne kadar uğraşırsan uğraş sonunda aşkla beraber erkeklere yenik düşersin “ .Tabi burada bahsedilen aşk postu altında dayatılan üreme misyonu.

Erkek açısında bakarsak o konu biraz daha yüzeysel yaklaşılmış.Zira esas oğlanın dediği gibi ; “biz erkekler basit yaratıklarız.” sözüyle orantılı.Kadınlar içim tek kriteri SEKSİLİK olan erkek karakter filmin sonuna doğru iddia ettiği tüm düşüncelere ters düşer ve aşık olur.Filmin iddiası bu ama tabi aşık olduğu kızın seksi olduğunuda unutmamak gerekir.Kutsal temel kural bu : Seks her zaman satar,aşk sosuna bandırılmış olsa da..

*
Share/Save/Bookmark

Uzaylı da olsa insan insandır…

district-9-poster

 

 

 

Yüzüklerin Efendisi Serisinin efsaneleşmiş yönetmeni Peter Jackson’ın yapımcılığında geçtiğimiz akademi ödüllerinde en iyi film dalında oskar adayı olan uzaylı mevzusuna yeni bir bakış getiren bir film DISTRICT 9(Yasak Bölge).Güney Afrikalı Neill Blomkamp’ın yönetmenliğini yaptığı ve Terri Tatchell ile beraber senaryolaştırdığı film son dönem bilimkurgu yapıtları arasında başarılı bir konumda yer alıyor.Kısaca konu hakkında bahsedecek olursak bundan 30 sene önce uzaylılar dünyayla ilk bağlantıları kurarlar ama aksine istila olmaz zira geldikleri gezegenden kaçan bir grup mültecidir bunlar.Hal böyle olunca ne yapacağını bilmeyen dünyalılar hep yaptığı gibi önce onları farklılaştırıp Bölge 9 adıyla kamplara yerleştirirler.Uzaylılar üzerindeki kontrol Multinational United(MNU) adıyla bir oluşuma verilir.Ama durduğu yerde rahat durmayan doyumsuz insanoğlu bu durumu uzaylıların yüksek teknolojisini çalmak adına kullanmak ister.Ama uzaylı silahlarını kullanmak için uzaylı DNA’sı gerekmektedir.Bunun için de uzaylılar üzerinde yasadışı deneyler yapmaktadırlar.Bir MNU çalışanı olan Wikus van der Merwe (Sharlto Copley) DNA'sını değiştiren gizemli bir virüsü kapınca, insanlar ve uzaylılar arasındaki tansiyon had safhaya gelir.

District-9-Wallpapers-Alien-Motherships-Guns-Helicopters-district-9-7039088-1920-1056Öncelikle filmle ilgili şunu belirtmek lazım.Bu bir uzaylı filmi değildir. Her ne kadar başrolde ucube ama bir o kadar çaresiz uzaylılar olsada yönetmen Neill Blomkamp çocukluğunda ülkesinde uygulanan APARTHEID (hollanda ya da fransız asıllı güney afrikalı kişilerin konuştuğuboer dilinde ayrımcılık anlamına gelir.) politikasının etkilerini görmek gerekir.Zira güney afrikalı siyahi halkın yerine uzaylı mültecilerin yer alıyor.Böylelikle sosyo-politik altyapısı ve  içerdiği bilimkurgu öğeleri sayesinde iki farklı filmmiş gibi irdelemek gerekir.Sosyal açıdan bakarsak  geçtiğimiz yüzyılda yaşanan büyük trajedilerden birisi güney afrika.Nelson Mandela’dan önce ülkenin temel politikası olan siyahlarla beyazlar arasındaki ayrımcılık politikasının sonucu olarak kurulan District 6 (Bölge 6) sefaletin diz boyu olduğu bir kamp.İlkin 1867 yılında "Altıncı Belediye Bölgesi"  adında kurulan yerleşim bölgesi genellikle siyahilerle ve hintli malay göçmenlerin yaşadığı bir bölge.1966 yılında beyazlara verilmek üzere binlerce vatandaşı Cape Town’ın dışında başka bir yere taşımak isterler ama bu geçiş çok sancılı olur ve yakın tarihte insanlık tarihine kara harflerle yazılan bir dram ortaya çıkar.Apartheid rejiminin 1993'te çökmesinden sonra, 2000 yılında onaylanan bir kanunla Altıncı Bölge'nin yeniden inşası ve eski sahiplerine geri verilmeye başlanması kararlaştırılıyor. 2004 tarihinde, apartheid rejiminin o çirkin kararı aldığı 1966'dan 38 yıl sonra Altıncı Bölge'nin esas sahipleri, nesiller boyu yaşadıkları mahallelerine yeniden kavuşmaya başlıyorlar.Daha ayrıntılı bilgi için;   Cape Town District 6 --- District 6 Museum

bscap0008

Yukarıda baktığımız sosyo açıdan bakarsak ayrı dramı uzaylılar da yaşıyor.Filmin bir yerinde bahsedildiği gibi gelen uzaylıların daha çok işçi olması ve teknolojik kaynakları yeterince kullanamaması yüzünden sürekli dünyalılar tarafından hor görülür ve bulundukları durumu sorgulamazlar,herşeyi kabul ederler.Bu yönüyle bile de bir sosyo-kültürel sınıf yapısına bir göndermedir.Ama içlerinde diğerlerinden farklı kafası çalışan lider ruhlu uzaylı Christopher birşeyleri değiştirmek ister ve kahramanımız Wikus ile yolları kesişir.

Sağlam sosyal ve felsefik altyapısının yanında görsel yanı da bir o kadar başarılı.Uzaylıların yaşadığı 9.Bölgenin kaotik yapısı uzaylıların çizimleri ile daha etkili hale geliyor.Ayrıc küçük bütçeli bağımsız bir yapım olduğundan Hollywood klişelerine rastlanılmıyor.Hollywood’un en büyük klişesi uzaylılar mutlaka Amerika’ya iner mantığı yok.Zira Güney Afrika’yı seçiyorlar.Ayrıca genellikle kötü ve istilacı olarak resmedilen uzaylı tasviri yok daha çok ezilen kesimdeler.Senaryosundaki ustalıklar sayesinde kahramanlar üzerinde iyi veya kötü olduklarına dair bir kanı oluşmuyor ve kafamızda bir yere oturtamıyoruz,böylelikle filmin sonuna kadar neler olacağı hakkında fikir yürütemiyoruz.Ve gerilim sürekli aynı tempoda korunmuş oluyor.Oyunculuklara gelirsek Sharlto Copley ilk sinema deneyimi olmasına rağmen uzaylılaşan Wikus karakterinin altından çok güzel kalkıyor.district9_3

Sonuç olarak uzaylılar üstünden bir konu olsa da temel noktasının farklılıklar üzerine kurulu filme tek mesaj hakim: “Sana benzemeyeni aşağılama,dışlama.” ….Anlayana tabi……

*
Share/Save/Bookmark

15 Mart 2010 Pazartesi

Television will never be the same

"I'm as mad as hell, and I'm not going to take this anymore!"network-poster  

Sinema tarihinin en etkili sahnesinin can alıcı cümlesi.O kadar sinirliyim ki,artık buna dayanamayacağım.Televizyon peygamberi Howard Beale'in sistemi sorgulamaya çalıştığı epik bir sinema şaheseri.Sidney Lumet'in 1976 yapımı Network(Şebeke) filminde başrolleri Peter Finch,William Holden,Faye Dunaway,Robert Duvall,Ned Beatty,Wesley Addy paylaşıyor.İçerdiği sağlam sistem eleştirisinin yanısıra mükemmel oyunculuklar sayesinde dünya sinema tarihine altın harflerle yazılmış bir film.Hatta akademi ödüllerinde en iyi erkek oyuncu(peter finch),en iyi kadın oyuncu(faye dunaway),en iyi yardımcı kadın oyuncu(beatrice straight),en iyi senaryo(Paddy Chayefsky) ödüllerini alması metninin ve oyunculukların ne kadar başarılı olduğunun göstergesi.Gerçi Peter Finch için durum biraz değişik.Kendisi yaşarken bu onura erişemedi zira filmden birkaç ay sonra hayatını kaybetti.Böyle üzücü bir durumla birlikte Peter Finch akademi ödülleri tarihinde ölümünden sonra onurlandırılan ilk oyuncu oldu.Hatırlarsanız aynı durum efsanevi joker rolüyle Heath Ledger için de yaşanmıştı.Diğer oyunculuklara bakacak olursak alınan ödüllerin yayında en iyi erkek oyuncu dalında Peter Finch'e rakip olarak birbaşka başrol oyuncusu William Holden da adaydı.Genel olarak en iyi film,en iyi yönetmen dalları dahil 10 adaylık aldı.Taxi Driver,All The President's men,Rocky gibi rakipleri arasında en iyi film oskarına adaydı ama akademi oyunu Amerikan rüyasını satan Rocky'den yana kullandı.Gerçi Show business olarak adlandırılan amerikan sisteminin geniş halk kitlelerini etki altında tutmak için kullanmaya başladığı televizyon dünyasına yönlendirdiği ağır eleştiri oskar alması yönünde büyük bir engeldi.Sıfırdan yükselen bir boksörün hikayesinin ,reytingleri düşen bir spikerin hikayesine tercih edilmesi normal zaten amerikan rüyasının özü bu değil miydi.Başarısızlıklara yer yoktu Amerikan rüyasında.

32942949

Filmin kırılma noktası diyebileceğimiz aşağıdaki sahnedir.ZEITGEIST belgesel serisinin ilham kaynağı sahnelerden biri ve belgeselde bu sahne yer alır.Aslında filmden öte yaşadığımız zamanın formüle edilmiş halidir bu tirad..Şu an yaşadığımız düzende etrafımızı saran herşeyin özünü bulabileceğimiz basit ama mide bulandırıcı bir formül.Ve bu günde söylendiği zamandan yıllar geçsede geçerliliğini koruyor.Tabi birçok yerine eleştiri getirebiliriz ama sonuç yine aynı olacaktır.Dikkat çekilecek husus Türkiye olarak televizyonun ayna olduğu gerçeğini varsayarsak şu an yaşadığımız herşeyi filmde bulabiliriz.76 da geçen filmdeki herşey 2010 Türkiye’sinde yer alıyor.Hakim konumdaki isimsiz cisimsiz güçlerin kendi menfaatleri üzerine kurdukları acımasız düzenin sürmesi için bütün insani özelliklerden vazgeçilmesi aslında ne kadar güçlü olduklarının göstergesi.Çünkü karşısına çıkabilecek olası kişilerin bu savaşı kurallarına göre oynaması gerekecek.Tabi karşısındakinin de en az onlar kadar insanlıktan çıkması lazım.İnsanlıktan çıkma olarak kasıt savaş durumuna geçme.Einstein’ın dediği gibi dördüncü dünya savaşının taşla sopayla geçeceğinden her ne uğruna savaşılsa savaşılsın savunma dışında her durum insana ait değildir ve insanlık olarak gelişeceğimize sürekli geriye gidiyoruz.Hal böyle olunca insana ve insana ait herşeye tapan bir düşünce tarzının sahiplerinin bu savaşta kendi varoluşunu ortaya koymaları Howard Beale'in kendi benliğini koyması kadar onurlu birşey ama sonuç her ne olursa olsun mutlaka kaybeden bir taraf olacaktır ve bu bizi her zaman üzecektir.Bu karamsarlıkla birlikte Network bir nevi distopya eseri olarak tanımlanabilir.

Doğanın başlıca güçleriyle oyun oynadınız bay beale! ben bunu kabullenemem! yeterince açık mı bir iş anlaşmasını durduğunuzu sanıyorsunuz. ama durum böyle değil! araplar, bu ülkeden milyarlarca dolar aldılar ve onu geri vermeleri gerekiyor! bu bir med cezir, bir ekoloji denge! sen, her şeyi ülkeler ve insanları olarak gören eski kafalı birisin! ülkeler yok! insanlar yok! ruslar yok! araplar yok! üçüncü dünya da yok! batı yok! tüm sistemlerin üstünde bir kutsal sistem var. çok büyük ve dokunulmaz, özenle işlenmiş etkileşimli, çok uluslu, dolar egemenliğinde! petrol dolarları, elektro dolarlar, bir sürü dolar! marklar, rubleler, sterlinler! bu gezegende hayatın bütünlüğünüsağlayan, uluslararası para sistemidir.bugün her şeyi olması gerektiği gibi yapandır! bu, atomik...atom altı ve galaktik bir yapıdır! ve sen doğanın birincil güçleriyle oynadın! ve taş olacaksın! anlıyor musunuz, bay beale? yirmi bir inç küçük ekranınızın önünde ayağa kalkıp, amerika ve demokrasi hakkında feryat ettiniz! amerika yok! demokrasi yok! sadece ibm, itt, att, dupont, dow ve exxon var. bugün dünyadaki ülkeler bunlar. ruslar, meclislerinde ne konuşuyorlar sanıyorsun? karl marx mı? onlar da tıpkı bizler gibi program tablolarını çıkarıyor, teoriler geliştiriyor çözümler geliştiriyor, ticari işlerinin ve yatırımlarının fiyat maliyet olabilirlikleri üzerinde çalışıyorlar. artık ülkelerin ve ideolojilerin olduğu bir dünya yok. dünya, iş dünyasının kanunları ile tanımlanan bir şirketler okulu. buradaki sözcük iş, bay beale. insanlar sürünerek çamurun içinden çıktılar. ve bizim çocuklarımız bay beale mükemmel dünyayı görecekler. orada savaş ya da kıtlık, bunalım ve vahşet olmayacak! tek ve büyük bir evrensel şirkette herkes ortak kâra hizmet etmek için çalışacak.
orada herkesin hissesi olacak ihtiyaçlar karşılanmış olacak, bütün endişeler kalkmış, sıkıntının yerini neşe almış olacak.

….ve bu müjdenin vaizi olarak sizi seçtim, bay beale.

network-faye-dunaway

*
Share/Save/Bookmark

14 Mart 2010 Pazar

Ege’nin diğer yakasından ama yine de bizden bir ağıt

Remebetiko_542

Müziksiz hayat yaşamaya değmezmiş.Sinema ne zaman sesin devreye girmesiyle birlikte günümüzün muteşem sanatına dönüştü.Yani görselliğin ve sesin mukemmel uyumuyla geldi bu hale.Charlie Chaplin ile en üst seviyesini yaşayan sessiz sinema her ne kadar sinema tarihine altın harflerle yazılan eserler vermişse de işin içine sesin de girmesiyle başka bir sanatsal doyuma ulaştı.Jaws o bütün gerilimi veren müziği olmasa korku sinemasının en epik filmi olur muydu ya da eye of the tiger olmasa Rocky Balboa ile birlikte merdivenlerden yukarıya büyük bir şevkle çıkabilirmiydik.

Müziğin başrol olduğu filmlerin en başında gelen çok iyi bildiğimiz ama unuttuğumuz kültürümüzü anlatan bir eser.Costas Ferris’in 83 yapımı filmi: REMBETİKO..Ege’nin iki yakasına uzanan yüzyıllarca arada deniz olmasına rağmen bir arada yaşayan kültürlerin yapay düşmanlıklarla küstürülmesini hüzünün destansı anlatımıyla anlatan göze olduğu kadar kulaklara da hitap eden eşsiz bir yapıt.Aşağıda yüzümüze kocaman tebessüm konduran filmden bir sahne…

*
Share/Save/Bookmark

En iyi planları farelerin ve insanların/Sıkça ters gider

hwhnx4

 

 

 

 

 

 

Fareler ve İnsanlar; Nobel ödüllü John Steinbeck'in 1937 yılında yayınladığı  aynı isimli başyapıtı "Of Mice And Men" romanından uyarlanan Gary Sinise'in yönetmenliğini yaptığı 92 yapımı enfes bir uyarlama.Gary Sinise yönetmenliğinin yanısıra ana karakter George'a da hayat veriyor.John Malkovich,Ray Walston,Casey Siemaszko,Sherilyn Fenn, John Terry, Richard Riehle, Alexis Arquette gibi güçlü oyuncu kadrosuyla da karakterler üzerindeki ağır psikolojik durumları çok iyi bir şekilde perdeye aktarıyor.1929 Büyük buhran'ın amerikan toplumunda yarattığı derin depresyon kitabın ve dolayısıyla filmin arka planında geniş yer tutsa da yazar esas olarak insan olmanın doğasını ve bireyin kendini evrende konumlandırma çabasına odaklanır.Steinbeck bu temadan hareketle hayaller,yalnızlık,sosyo-ekonomik katmanlar arasındaki gerginlik,güçlü-güçsüz dengesi,geleceğe güvenle bakamama ya da daha doğru tabirle kaderci anlayışı anlatmaya çalışır.

sjff_03_img1205"kitaplar neye yarar ki. insana insan gerek, bir can yoldaşı gerek."
George Milton ve Lennie Small adlı iki yakın arkadaşın etrafında şekillenen bu yalnızlık senfonisi geniş perspektiften bakıldığında amerikan toplumun o zamanki ruh halini çok iyi yansıtıyor.İnsanlık tarihinin gördüğü en kanlı savaşların başında gelen son dünya savaşına zemin hazırlayan 20'li ve 30'lu yılların yalnızlık dolu geçen yıllarının insan üzerinde yarattığı acımasız anlayış her türlü ayrımcılığa neden olmaktadır.Böyle ortamda birbirinden başka kimsesi olmayan George ve Lennie aslında herkesin kıskanarak baktığı bir dostluğa sahiptirler.Dev cüssesine rağmen bir bebek kadar masum olan Lennie koşulsuz bir şekilde George'a bağlıdır.George ise yıllar önce Lennie'nin son akrabası Clara Teyzeye söz verdiği için Lennie'ye göz kulak olur.Her ne kadar içinde kötü hisler barındırmasa da Lennie sürekli başını derde sokar.Yine böyle belalı bir işten sonra en son Kalifornia yakınlarında bir çiftlikte iş bulurlar.Toprağa bağlı yaşamak zorunda kalan yalnızlık içindeki insanların olduğu bir çiftliktir burası.Bir elini kaybetmiş işten güçten düşmüş bir yaşlı,kocasıyla zorla evlenmek zorunda kalan bir kadın,çiftliğin sahibinin herkese tepeden bakan oğlu,at tepmesi yüzünden belinden sakat olan ve ayrımcılığa uğrayan zenci seyis ve daha daha kaybetmiş insanlar.Tüm zor koşullara ek olarak herkesin kendi içinde yaşadığı dipsiz bir kuyu misali yalnızlık ve umutla bakılamayacak kadar karamsar bir gelecek.Bu insanlar arasında sadece Lennie ve George'un geleceğe umutla bakmalarını sağlayan kendi küçük dünyalarına uygun küçük hayalleri vardır.O kadar küçüktür ki bu hayaller,Lennie’nin sadece tavşan besleyebileceği bir hayaldir bu.Onların tek derdi kimseye bağlı kalmadan beladan uzak kendi yağlarında kavrulabilecekleri bir hayat.Ama kitaba/filme ilham olan şu satırlar olacakları ele verir.En iyi planları farelerin ve insanların/Sıkça ters gider.Edebiyat ve sinema tarihinin en efsane sonuyla birlikte bu arkadaşlık serüveni Salinas nehrinin kıyısında epik bir sonla biter.LennieFareler ve insanlar gerek sinema olsun gerek tiyatro olsun sağlam ve lirik yapısı sayesinde bolca uyarlanmıştır.Hollywood'da 1939 yılında Lewis Milestone tarafından ilk kez uyarlanmıştır.Bu versiyonundan önce de 81 yılında Tv filmi olarak çevrilmiştir.Türk sinemasında ise 1962 senesinde Nevzat Pesen yönetmenliğinde Orhan Elmas'ın uyarlama senaryosuyla İkimize Bir Dünya adıyla sinemaya uyarlanmıştı.Başlıca rollerinde ise Orhan Günşiray,Kadir Savun,Çolpan İlhan,Hüseyin Baradan oynamıştı.

*
Share/Save/Bookmark

8 Mart 2010 Pazartesi

AND THE WINNER IS

Tüm dünyada sinema ile içli dışlı olanların iple çektiği Akademi ödülleri dün yapılan törenle sahiplerini buldu.Avatar mı Hurt Locker mı sorusu etrafında şekillenen oskar tahmin toto nihayet son buldu.Bir çok ilke sahne olan ödül töreni ilgili detaylar ve kazananlar;

Gecenin kazananları;

  • En iyi Film : THE HURT LOCKER      
  • En iyi Yönetmen: KATHRYN BIGELOW
  • the-hurt_locker  509efc66962a3c87fbc3bafa4921d22b

    • En iyi Kadın oyuncu : SANDRA BULLOCK (THE BLIND SIDE)

    611bdcd13cd32f46bc493d8f17ee7b44

    • En iyi Erkek Oyuncu : JEFF BRIDGES (CRAZY HEART)

    OSCARS/

    • En iyi yardımcı erkek oyuncu : CHRISTOPHER WALTZ (INGLOURIOUS BASTERDS)
    • En iyi yardımcı kadın oyuncu : MO’NIQUE (Precious)

    OSCARS/ 0a33ea269d8ff2e580c5bfa3145ad5f4

    • En İyi Orijinal Senaryo: The Hurt Locker (Mark Boal)
    • En İyi Uyarlama Senaryo: Precious (Geoffrey Flechter)
    • En İyi Yabancı Film: El Secreto de sus Ojos (Arjantin)
    • En iyi animasyon: UP

    el_secreto_de_sus_ojos (1) UP

    • En iyi belgesel: The Cove (Louise Psihoyos ve Fisher Stevens)
    • En iyi kurgu: The Hurt Locker (Bob Murawski ve Chris Innis)
    • En iyi sanat yönetmenliği: Rick Carter, Robert Stromberg,Kim Sinclair (Avatar)
    • En iyi görüntü yönetmenliği: Mauro Fiore (Avatar)
    • En iyi görsel efekt: Joe Letteri, Stephen Rosenbaum, Richard Baneham,Andrew Jones (Avatar)
    • En iyi ses kurgusu: Paul Ottosson (The Hurt Locker)
    • En iyi ses miksajı: Paul Ottosson ve Ray Beckett (The Hurt Locker)
    • En iyi film müziği: Michael Giacchino (Up)
    • En iyi orijinal şarkı: The Weary Kind (Crazy Heart)
    • En iyi kostüm tasarımı: Sandy Powell (The Young victoria)
    • En iyi makyaj: Star Trek
    • En iyi kısa metrajlı film: The New Tenants
    • En iyi kısa animasyon: Logorama
    • En iyi kısa metrajlı Belgesel: Music by Prudence

    Geceden detaylar;

    • En iyi yönetmen ödülünü alan Kathryn Bigelow bu ödülle birlikte tarihe geçti.Bu güne kadar sadece erkek yönetmenlerin alabildiği ödülü Dünya kadınlar günü’e bir kaç saat kala almasıyla birlikte kadın yönetmenler adına çığır açtı.Bundan önce 3 kadın yönetmen Sofia Coppola, Jane Campion ve Lina Wertmuller bu dalda aday olmuştu.
    • 9 dalda aday gösterilen James Cameron'un tüm dünyada yoğun ilgi gören ''tüm zamanların en çok kazanan'' filmi unvanlı ''Avatar'', geceden sadece 3 ödülle ayrıldı. Bu ödüller, ''En İyi Görüntü Yönetmenliği'', ''En iyi sanat yönetmenliği'' ve ''En iyi görsel efekt'' gibi teknik dallardı.Bu bakımdan Avatar adına hüsran gecesiydi.
    • Avatar’ın içerdiği anti-emperyalist mesajlarla birlikte oluşturdu politik duruşu ile Hurt Locker’ın savaşı ve işgali sorgulamayan,eleştirmeyen tutumu yüzünden militarist duruşu çokca karşılaştırıldı ve verilecek ödüle daha da politik bir konum kazandırdı.Ödülü alırken Kahtryn Bigelow’un tüm dünyada bizim için mücadele veren askerlerimiz için alıyoruz demesi sinemacının hem kadın duruşuna hem de eleştirel duruşuna hiç yakışmadı ve bence gecenin kaybedeniydi Hurt Locker.Savaş’tan keyif alan adamın öyküsüne odaklanmasının yanında askerlerin neden orda olduğuna kafa yormayan öyküsü yüzünden çokca eleştirilmişti ama sonuçta amerikan halkı haklı sebeplerle Irak’ta olduklarını zannediyor ve akademi de o toprakların bir aynası aslında.
    •   Steve Martin ve Alec Baldwin’in sunduğu tören diğer yılların aksine daha sönük geçti.İkili arasında iğneleyici şakalar önceki yıllarda izlediğimiz sunumların aksine pek de şatafatlı değildi.Paranormal Activity’i tiye alan skeçleri son derece keyifliydi.

    paranormal

    • Açılış şarkısı için sahneye çıkan Neil Patrich Harris ya da nam-ı değer Barney Stinson geceye güzel bir giriş yaptı.Bildiğimiz Barney’di sanki sahnede olan.

    Neil

    • Yunusların katledilmesini konu alan ''The Cove'' ile ''En iyi belgesel'' ödülünü alan Louise Psihoyos ve Fisher Stevens, ödül konuşmasında yunuslarla ilgili pankart açtı.Ama reji bundan biraz alınmış olacak ki kadraja pek almadılar.
    • Ödül takdimleri sırasında gecenin en komik insanı Ben Stiller’dı.En iyi makyaj ödülünü avatar makyajı ile çıkan Stiller ayrıca Avatar’ın bu dalda aday gösterilmemesini üzerine akademiye güzel laf soktu.

    avatarodul2  

    • Gecede eskinin aksine “and the oscar goes to” yerine “and the winner is” kalıbı kullanıldı.İlk defa en iyi erkek oyuncu ödülü takdim edilirken Kate Winslet söyledi.Oskar dedin mi ilk akla gelen sözleri nedense geceyi düzenleyenler es geçti.Böyle çağrılmayacaksam hiç almam daha iyi ödülü.konuyla ilgili bilgi için;
    • Törende korku ve gerilim filmlerinden unutulmaz sahnelerle yapılan kolaj çok başarılıydı.Jaws’tan Shining’e,Scream’den Psycho’ya daha daha nice korku filmlerinin anılması bu yıl korku filmlerinin yılı mı olacak sorusunu akla getirdi.Olsa hiç fena olmaz.

    Gecenin sonuna doğru Elazığ’dan gelen kötü haberler tüm keyfimizi kaçırsa da acısıyla tatlısıyla bir oscar gecesi dah son bulmuş oldu.Seneye AND THE OSCAR GOES To’yu tekrar duymak dileğiyle…..

    *
    Share/Save/Bookmark

    7 Mart 2010 Pazar

    And the Razzie goes to

    razzieLogo160 Oskarların sahiplerini bulmasına saatler kala gelenek bozulmadı ve yılın en kötülerine sembolik verilen altın ahududu yani namı değer Razzie ödülleri açıklandı.Yılın en kötü performanslarının açıklandığı ödüller bu yıl 30.defa verildi.Hollywood sinemasının çok şey beklenen ama başarısız olan yüksek bütçeli filmlerini hedef alan Razzie ödüllerini daha önce Tom Green ve Halle  Berry törene katılmştı.Bu yıl ise Sandra Bullock ödülü kabul etti.Eğer bu gece en iyi kadın oyuncu oskarını da kazanırsa ki ihtimali en yüksek aday,aynı yıl içinde hem en iyi hem de en kötü ödülü alarak tarihe geçecek.Bu bakımdan en iyi kadın oyuncu dalı ilginç bir mücadeleye sahne olacak.

    En iyiyi değerlendirmek,onları onore etmek bir sinema düzeni için gerekli çünkü kazanan yapımlar bu düzenin üst kalitesini belirler.Ama aynı şekilde belli bir kalite tutturmak için en kötülerin de değerlendirilmesi lazım.Zira bu değerlendirme sektörün kalitesinin alt limitini belirler.Ülkemizde de son yıllarda yükselişe geçen sinemamız adına altın kestane,altın bamya gibi eleştirel oluşumlar tekrar sektörleşme çabasında olan sinemamız için bir kalite standartı yaratmada çok önemli.

    • En kötü film: Transformers: Revenge of The Fallen
    • En kötü yönetmen: Michael Bay (Transformers: Revenge of the Fallen)
    • En kötü erkek oyuncu: The Jonas Brothers (Jonas Brothers: The 3-D Concert Experience)
    • En kötü kadın kadın oyuncu: Sandra Bullock (All About Steve)
    • En kötü yardımcı erkek oyuncu: Billy Ray Cyrus (Hannah Montana: The Movi)
    • En kötü yardımcı kadın oyuncu ödülü: Sienna Miller (G.I. Joe: The Rise of Cobra)
    • En kötü çift: Sandra Bullock ve Bradley Cooper (All About Steve)
    • En kötü senaryo: Transformers: Revenge of the Fallen
    • En kötü makyaj: Land of the Lost
    *
    Share/Save/Bookmark

    6 Mart 2010 Cumartesi

    Hayatımıza Yön Veren Sesler

    Sinema dünyası içinde ses sanatçıları pek de hakkettikleri yerde durmazlar ve çoğunlukla üvey evlat muamelesi görürler.Görsel kadar işitsel öğelerinde sinema sanatına katkısını unutmamak gerekir.Disko kralında ne zaman yayınlandı bilmiyorum ama geçenlerde rastladım bu videoya.Gerçekten çok başarılı bir çalışma olmuş.Sesi ile hafızalarımıza kazınmış ses sanatçılarını anmaları takdire şayan bir hareket.Kimler anılmamış ki; Cahit Şaher,Yekta Kopan,Sungun Babacan,Ertuğrul Postoğlu,Cüneyt Turel,Sezai Aydın,Şenay Gürler….Diğer videolarda ise hollywood’un ses efsaneleri var.Joe Cipriano,Don LaFontaine,George DelHoyo,Mark Elliott,Dan Castellaneta,Hank Azaria,Nancy Cartwright,Yeardley Smith……Belki bu isimler size birşey ifade etmeyebilir ama bir dinleyin hemen tanıyacaksınız onları…Ses emekçilerine bir selam olsun
    .……

    *
    Share/Save/Bookmark

    4 Mart 2010 Perşembe

    8.Uluslararası Gezici Filmmor Kadın Filmleri Festivali

    filmmor-271x300 8.fest

    12 Mart - 18 Nisan 2010 tarihlerinde yapılacak festivalin bu yıl tek bir teması yok, yeryüzünün çeşitli parçalarından kadınların, umutsuzluktan umut çıkaran filmleri, kadınlardan umut var! 20 ülkeden 53 film, panel ve söyleşiler ile İstanbul, Kars, Sinop ve Creteil-Paris’te, 8. Uluslararası Gezici Filmmor Kadın Filmleri Festivali ile seyircisiyle buluşuyor.

    Filmmor Kadın Kooperatifi tarafından bu yıl 8. kez gerçekleştirilecek Uluslararası Gezici Filmmor Kadın Filmleri Festivali'nin filmleri, 12-21 Mart tarihlerinde İstanbul'da Fransız Kültür Merkezi, Goethe Enstitüsü, İstanbul Modern salonlarında gösterilecek. Festival, 10-11 Nisan'da Kars'a, 17-18 Nisan'da Sinop'a gidecek. Festival, ayrıca bu yıl Creteil Kadın Filmleri Festivali (Festival De Films De Femmes) ortaklığıyla 31 Mart-6 Nisan tarihleri arasında Türkiye'den kadınların filmleriyle Fransa'da olacak.

    Bu festivalde merakla beklediğim 2’ncisi verilecek Altın Bamya ödülleri olacak.Erkek egemen anlayışın sinema üzerindeki etkilerini eleştirel ve aynı sertlikte mizahi bakan Altın Bamya ödülleri adayları arasında Acı aşk,Güz sancısı,Yedi Kocalı Hürmüz,Nefes,Adını sen koy gibi yapımlar var.


    Festivalle ilgili ayrıntılı bilgi için;

     Filmmor Resmi Sitesi        Festivalin Programı                Festival Etkinlikler

    Festival Kapsamında Gösterilecek Filmler;

    Kadınların Sineması

    Marleen Gorris Toplu Gösterimi

    Carole Roussopoulos Anısına

    KIN-Kadın Filmleri Festivali Seçkisi

    Jin, Jiyan, Azadi! / Jin, Jiyan, Azadi!

    30 Yıl Sonra 12 Eylül

    Cins, Cinsiyet, Cinsiyetler

    Sinemada Kadınlar: Melek ya da Şeytan, Masum ya da Fettan ya da Hiç Kimse!

    *
    Share/Save/Bookmark