30 Ağustos 2012 Perşembe

Toplasam filmlerimi burdan köye yol olur

tumblr_m7stvs5ShO1qdgj85o1_500

*
Share/Save/Bookmark

29 Ağustos 2012 Çarşamba

Tartışma bitmiştir,rakamlar ortada

The Lord of the Rings > Harry Potter > Twilight

Kısacası LOTR hepsini döver.

5185041_460s

*
Share/Save/Bookmark

Yılanın başı küçükken ezilmeliydi(!)

AzJMk6QCUAA4g9X

Bilmeyene tanımayana Game of thrones’daki Jeoffrey dir kendileri,pek hazzedilen bir karakter de değildir doğrusu..

http://www.imdb.com/name/nm0322416/

*
Share/Save/Bookmark

Hüküm Vakti Geliyor - Yargıç Dredd

Filmin Adı: DREDD / YARGIÇ DREDD
Gösterim Tarihi: 28 Eylül 2012
Dağıtım: UIP Filmcilik
İthalat: TMC Film
Tür: Bilim-Kurgu / Aksiyon
Yönetmen: Pete Travis
Oyuncular: Karl Urban, Olivia Thirlby, Wood Harris, Lena Headey

 Gelecek bir zamandayız. Amerika, radyokaktif bir çöplüğe dönüşmüş. Boston’dan tutun da, başkent Washington’a kadar uzanan doğu sahilli boyunca uzanan dev bir şehir var: 1 Numaralı Büyükşehir. Burada 400 milyon insan sürekli korku içinde yaşıyor. Şehre düzen getirmeye çalışan yegane kurum Yargıçlar. Onlar, hem kanun koyucu, hem yargıç, hem jüri, hem de infaz memuru. Hepsi bir arada! Bu Yargıçların en kıdemlisi ise, Dredd... Bir gün BaşYargıç, Dredd’e, Cassandra Anderson adında güçlü bir medyum olan yeni bir Yargıç adayını sınama görevini veriyor. İkisi o gün birlikte eğitime çıkacaklar. Göreve çıkan Yargıçlar, insaf nedir bilmeyen Ma-Ma çetesinin yönettiği, 200 katlı bir viraneden olan ve adı hiç de iyilikle anılmayan dev Peach Trees Binası’na yönelir. Her zamanki gibi, orada gene bir cinayet işlenmiştir. Görevleri, bunu araştırmaktır. İki Yargıç, Ma-Ma’nın sağkollarından birini tutuklamaya kalktıklarında, Ma-Ma binadaki tüm giriş ve çıkışları kapatarak çetedeki herkese bu iki Yargıç’ı vurma emri verir. Yargıçlar ansızın kendilerini bitmek bilmeyen bir ölüm-kalım savaşının içinde bulurlar.

John Wagner ve Carlos Ezquerra, 1977 yılında 2000AD için Yargıç Dredd’in gelecekte bir zamanda geçen maceralarını çizmiştir. Bu karakter daha sonra gelişmiş, maceraları ve içinde geçen karakterler arttıkça artmıştır. Bu çalışma, En İyi İngiliz Çizgi Romanı ve Dünyanın En İyi Çizgi Romanı seçilmiştir.

Yargıç Dredd, şimdi de yazar Alex Garland’ın son derece yaratıcı kaleminden çıkan, gelecekte bir zamanda geçen, yeni bir aksiyon filmi olarak sinemalara geliyor.

Bu konuda Alex Garland şunları söylüyor: “Ben Yargıç Dredd okuyarak büyüdüm.
2000AD dergisinde çalışan o inanılmaz yazar ve çizerler grubunun benim üzerimdeki etkisi büyüktür. Andrew, Allon ve ben yeni bir Yargıç Dredd uyarlaması yaptık ve bu kez adrenalin ve gerçekçilik bol olsun istedik.”

Üstelik Yargıç Dredd’in yaratıcılarından John Wagner ve 2000AD de bu projede yer almışlar: “Alex Garland’ın yazdığı senaryo, Yargıç Dredd’i çok sevilen bir kötü kahraman yapan orijinal esere son derece sadık. Yargıç Dredd hayranlarına duyurulur!”
 

Öyküyü Adam Gibi Anlatmak Gerek

John Wagner ve Carlos Ezquerra'nın çok sevilen çizgi romanı Yargıç Dredd’de uzak bir gelecekte yaşayan, sadece işine yoğunlaşan bir kanun adamının yaşamı anlatılmıştı... Hem de bundan neredeyse 40 yıl önce! O günden bu yana, bu kahraman hakkında sayısız roman, dergi, masa, kart ve bilgisayar oyunu, oyuncak, nevresim kılıfı, tilt makinası ve hatta sabahlık ve bir de büyük bütçeli ve başarısız bir Hollywood filmi yapıldı. 
 

1970’li yıllarda ve daha sonraki Thatcher döneminde, İngiltere’de döneminin en büyük mizah dergilerinden biri olan 2000AD haftada 100.000 tiraj yapardı ve o tarihlerde gencecik olan Alex Garland bu Yargıç Dredd dizisindeki karanlık, gizemli şiddete bayılırdı: “Bizim sokaktaki gazete bayisinde ilk defa 2000AD dergisini gördüğümde 10 yaşındaydım,” diyerek anlatmaya başlıyor senarist ve yazar o günleri: “Dergideki her şeye hayrandım ama en çok da Yargıç Dredd’e. Akranlarımın çoğunda da durum eminim vardır. Hepimiz o derginin ve karakterin izlerini bugünkü yaşamlarımızda görüyoruz çünkü en nihayetinde, Dredd büyükler için yaratılmış bir karakterdi. Ben Dredd okumaya başladığımda herhalde, onu okuma yaşına henüz gelmemiştim.Bu biraz, onsekiz yaşından büyükler için yapılmış bir filmi oniki yaşındayken izlemek gibi heyecan verici bir şey.”

Daha önce The Beach, The Tesseract ve The Coma adında roman ve 28 DAYS LATER, SUNSHINE ve NEVER LET ME GO gibi senaryo çalışmaları da olan yazar ve senarist Garland hayatı boyunca öykülerini çizgi romanlar aracılığıyla anlatacağını düşünmüş: “Babam çizgi roman çiziyor. Ben de hep bir çizer olacağımı düşünmüştüm. Sürekli çizgi roman çizerdim. Bu sayede, anlatım konusunda çok deneyim kazandım.”
 
Esas çizgi romanın yaratıcılarından biri olan John Wagner, Garland’ın bu karakteri böylesine sevmesini doğal karşılıyor ve Dredd’in bunca beğenilmesinin nedeninin, onun hem iyi, hem de kötü adam olmasından kaynaklandığını savunuyor: “O basbayağı kötü huylu bir polis. Bazen yaptığı her şeye hak veriyorsunuz. Bazen de şükürler olsun ki böyle adamlar artık yok diyorsunuz.” Wagner’e göre, iyilikle kötülüğün böyle zıtlıkla karışması bu karakteri efsanevi kılan asıl unsur: “Her ne kadar Dredd kendisini kötü değil de dürüst ve haklı görse de, onun gibi birinin sizin peşinize düşmesini hayatta istemezsiniz çünkü sonuçta kodesi boylarsınız.”

DNA Films şirketi kanatlarını açıp daha büyük bütçeli filmler çekmeye karar verdiğinde, filmin yapımcıları Allon Reich ve Andrew Macdonald Yargıç Dredd karakterinin haklarını satın almaya yönelmişler ve bu karakterin öyküsünü yazabilecek en iyi kalemin kesinlikle Garland olduğunda karar kılmışlar.

Karakterin haklarını aradıklarında ise karşılarına karmakarışık bir durum çıkmış. Macdonald olayı şöyle anlatıyor: “Durum arapsaçına dönmüştü. Film hakları bolca el değiştirmişti. Bir ara Disney’e geçmişti, sonra Stallone’ye. Hakları satın almak için iki yıl uğraştık.”

Macdonald ve Garland’ın aynı kanıda olduğu önemli bir nokta var: “Çizgi romanın film hakları Rebellion şirketindeydi. Bu şirketin sahipleri mallarına sıkısıkıya sahip çıkan ve onlar da birer yapımcı olan iki kardeştir. Ellerindeki şeyin ne kadar değerli olduğunu biliyorlardı ve onlar da, tıpkı bizim gibi, bu değerden büyük bir film yapılması gerektiğini düşünüyordu. Onları, bu işi yapmak için en uygun kişiler olduğumuza ikna etmek uzun sürdü ama o tarihte 28 DAYS LATER filmini yeni tamamlamıştık ve bu filmi de tıpkı onun gibi çekmek istediğimizi açık bir şekilde anlattık. Karakterin daha önce filme çekildiği o ilk proje, özel ve farklı bir film yapmaya kalkışmış ama bunu başaramadığı gibi, Dredd karakterine de büyük zarar vermişti. Onlar çizgi romanın ruhunu değiştirmişlerdi, bu büyük bir hataydı. Biz bunu yapmayacaktık.”
 

Bu konudaki eleştirilere Sylvester Stallone bile katılıyor. Bu konuda şu sözleri sarf ettiği söyleniyor: “O fırsatı kaçırdık... Dredd karakterindeki müthiş potansiyeli değerlendiremediğimize çok üzülüyorum. O proje çok daha büyük bir başarı getirmeliydi.” Ama bu kez, yapımcılar Wagner ve Ezquerra'nın yarattığı karaktere sadık kalmaya ant içmişler. Reich ve Macdonald, senaristin ve özgün metnin önemini ve bütünlüğünü asla inkar etmiyorlar.

Senaryo yazmak denen zorlu süreç sona erdiğinde, ortaya çıkan sonuç herkesi etkilemiş. Yapımcı Pete Travis bu konuda şunları söylüyor: “Alex’in yazdığı senaryoyu okuduğumda aklım başımdan gitti. Alex öyle bir öykü yazmış ki, etkisinde kalmanız için ille de bu çizgi romanın hayranı olmanız gerekmiyor. Eğer hehangi bir şehirde yaşıyorsanız, gördüğünüz şiddet olayları karşısında mutlaka korkuya kapılıyorsunuzdur ve işte DREDD de tam olarak böyle bir ortamda ve bizden çok da uzak olmayan bir gelecekte geçiyor. Alex, bence, son derece gerçekçi bir karakter yaratmayı başarmış.”

Andrew Macdonald ise bu konuya kısaca şöyle değiniyor: “DREDD filminin çekilebilmesinin nedeni, elimizde hem çok iyi bir karakter, hem de çok iyi bir senaryo olması. Bu senaryoyu kim okusa, bu filmi çekmek isterdi.”
*
Share/Save/Bookmark

28 Ağustos 2012 Salı

Epic Air Guitar

Sevimli piçimizden zaman ötesi bir hareket.Alkışlar.

game-of-thrones-air-guitar_610

*
Share/Save/Bookmark

Hülya Uçansu’ya Sorduk

Sinema denilince hep güzel oyuncular,yakışıklı aktörler gelir.Ama sinema öyle büyük bir deryadırki içinde setçisinden,ışıkcısına her tür emekçi hizmet eder.Festivalcilik denilince de ilk akla gelen isimlerden biridir Hülya Uçansu.Sinema günlerini koca bir festivale çevirenlerin başında gelen,25 yılını bu uğurda geçirmiş tam bir festival emekçisi.Değerli görüşlerini bizlerle paylaştığı için kendisine huzurlarınızda bir kez daha teşekkür ederim.Sinemada kendisine nice 25 yıllar daha dilerim.Keyifli okumalar…

120609-093032-443432-CB

Dile kolay tam 25. yıl İstanbul Film Festivali denildiğinde ilk akla gelen isimlerden birisiniz. Sinema günleri diye çıkılan bu yolda prestijli uluslararası bir festivale kadar giden bir gelişim göstermek hele hele ülkemiz şartlarında hayli şaşırtıcı ve bir o kadar da takdir edilmesi gereken bir konu. Yola ilk koyulduğunuzda hem kişisel anlamda hem de festival anlamında bu noktalara kadar gelebileceğinizi düşünüyor muydunuz?

Bu sorunuzu kitabın arka kapağında Alin Taşçıyan’ın yazdığı bir cümleden alıntıyla yanıtlamak isterim:  Bu çalışmaya başladığımız zaman bize teslim edilen bu kıymetli görevi elinden geldiği kadar iyi yapmaya çalışan bir avuç idealisttik. Bu heyecanlı idealistlerin bilgi, birikim ve emeğinin üzerine yıldan yıla kurumsallaşan İstanbul Kültür Sanat Vakfı  (İKSV) gibi ciddi bir yapılanma da eklenince uluslararası başarıya ulaşıldı.

Hayat hikayenizde sinema sevgisini ilk olarak dedenizin işlettiği sinemada filmleri izleyerek edindiğinizi söylüyorsunuz. Sizce sinema sevgisi çok küçük yaşlarda edinilmesi gereken bir özellik midir? Bunu şundan soruyorum, günün birinde milli eğitim bakanı olsanız ilkokul düzeyinde müfredata sinema dersleri koyar mıydınız?

Ben insanın yaşam çizgisinin çocuklukta aldığı eğitim, öğrenim ve alışkanlıklardan oluştuğuna inanıyorum. Buna en iyi örnek benim kendi hayatım.  Bu söylemin karşığını kitapta bulabilirsiniz.
Günün birinde milli eğitim bakanı olsaydım yapacağım ilk iş çocuklara yeni şeyler öğrenmeyi, merak etmeyi, farklı ufuklara yelken açacak kafa yapısı geliştirmeyi mümkün kılan bir eğitim sistemini getirmek olurdu. Ne yazık ki bu hedefler, bu yıl yasalaştırılan 4+4+4 sistemiyle mümkün olamaz.
Müfredata sinema koymakla hiçbir şey çözülmez. Çocuklar önce en genel anlamında “öğrenmeyi” sevmeliler; “merak ederek yeni şeyler keşfetmeye” açık olmalılar.  Üst başlık: sanat, alt başlık: sinema sevgisi kaçınılmaz olarak arkadan gelir.  Çünkü sanat ve sinema gibi kavramlar hayatımızı güzelleştiren, zenginleştiren alanlardır.
676813806739

Kariyerinizin başlarına baktığımızda Sinematek Derneğinde Onat Kutlar’ın asistanlığıyla başladığınızı görüyoruz. Türk sinema tarihinde Sinematek’in ve Onat Kutlar’ın katkısı tartışılmaz. Bu oluşumun merkezinde olmak, Onat Kutlar ile çalışmak nasıl bir duyguydu? Sizin gelişimizdeki katkısı nelerdir?

İstanbul Üniversitesi’nde Edebiyat Fakültesi’nde henüz bir öğrenciyken yolum Türk Sinematek Derneği’ne düştü ve Onat Kutlar gibi başlı başına “bir derya” olan bir kültür adamımızla tanışma şansına sahip oldum.  Onat Kutlar, edebiyat, sinema, fotoğraf, bale, klasik Türk müziği gibi çok geniş yelpazede derin bilgisi olan bir Rönesans adamıydı. Cömert karakteri nedeniyle de bu bilgisini yakınındaki dostlarıyla paylaşmaktan büyük sevinç duyardı. Hayatımın en büyük şansıdır o tanışma ve birlikte çalışma.

12 Eylül gazabına uğrayan Sinematek’in misyonunu şu an sinema ve sanat dünyasının lokomotifi, sizin de yıllarınızı verdiğiniz İKSV’nin sürdürdüğünü düşünüyor musunuz?

İKSV’ nin kurumsallığı, sürekliliği ve düzenlediği festivallerin programlarındaki kaliteyi hiçbir zaman düşürmemesi nedeniyle sorduğunuz soruya olumlu yanıt veriyorum.
Gönül isterdi ki, ülkemizde sanat festivalleri düzenlemesinde lokomotif olma görevi daha başka kurumlar tarafından da paylaşılsın. Ne yazık ki sanat alanında nitelikli düzenlemeler yapmak pahalı bir çalışma alanıdır, büyük özveriler ister, bunu da her ekip başaramaz.  
Plastik sanatlar alanında İKSV dışında Sabancı Müzesi, Pera Müzesi, İstanbul Modern gibi özel sektör tarafından desteklenen çok değerli kurumlar var. Ama tiyatro ve sinema gibi alanlarda uluslararası boyutta çok uzun yıllardır nitelikten ödün vermeden bu kadar uzun ömürlü olabilen başka bir kurum ülkemizde yok sanırım.

Uluslararası İstanbul Film Festivalinin yanı sıra yeniden canlanan Antalya ve Adana başta olmak üzere Malatya olsun, Mardin olsun ülkenin geneline yayılan film festivalleri bolluğu yaşanıyor. En son sineması olmayan Tunceli’de bile film festivali düzenlenmeye başladı. Bu gelişmeleri nasıl yorumluyorsunuz? Sinema İstanbul’un tekelinden çıkıp en ücra köylere kadar yayılabilir mi yakın gelecekte?

Sinemayla ilgili çalışmaların ülkemizin çeşitli kentlerine, kasabalarına, hatta ücra köylerine kadar uzanmasını hiç kuşkusuz çok yararlı buluyorum. Gerek Antalya, gerek Adana festivalleri olsun, ülkemizde düzenlenen bu etkinliklerin hepsinin kendisine model olarak İstanbul Film Festivali’ni aldığını söylemek çok yanlış olmazdı sanırım.
Geçmişlerinin eskiliği nedeniyle Antalya ve Adana’yı kenara koyarsak, diğer irili ufaklı festival çalışmalarının hangilerinin kalıcı olacağını zaman gösterecek. Ama kalıcı olmasalar dahi yaptıkları çalışmaların yüzünü çağdaş dünyaya çeviren gençler için çok yararlı olacağına inancım bütün.

Yine kariyerinize baktığımızda Venedik, Chicago, San Sebastian, Torino, Roma gibi prestijli sinema festivallerinden juri üyeliği ve başkanlığı yaptığınızı görüyoruz.Bir kıyaslama yapacak olursanız festivalcilik anlamında Türkiye dünya ve Avrupa ortalamasında nerede duruyor?

Dünyada düzenlenen film festivallerini “kapasiteleri” itibariyle en geniş anlamda 3 kategoride sınıflandırabiliriz.
Birinci sınıf: Cannes, Berlin, Venedik. Dünya sinema sektörünün lokomotifi olan büyük festivaller. Son yıllarda Toronto’nun da bu sınıfı zorladığını düşünüyorum. İstanbul’un buraya ulaşması hiçbir zaman söz konusu olamaz.

İkinci sınıf: Aralarında İstanbul’un da bulunduğu orta ölçekli festivaller. San Sebastian, Rotterdam, Taormina v.s.
Üçüncü sınıf:  Ve diğerleri:  Onların sayısı belli değil. Elimizde resmi bir istatistik olmamakla birlikte dünyada son yıllarda irili ufakli 3.000 e yakın festival düzenlenmekte olduğu söyleniyor.
İstanbul ait olduğu kategoride gerek programlarının, gerekse düzenlemelerinin niteliği sayesinde daima göz önünde olan, gelen önemli yönetmenlerin ülkelerine dönüşlerinde festivalimizin fahri elçiliğini üstlendiği bir etkinliktir. Bütün bunların üzerine bir de efsanevi İstanbul kentinin güzelliğini eklerseniz, festivalimizin hiçbir zaman sırtının yere gelmeyeceğini görürsünüz☺.

Genel olarak sinema ödüllerine baktığımızda Oscar ödülleri tarzı hem sektör hem de izleyici ekseninde ödül sisteminin ne yazık ki oluşturulamadığını görüyoruz. Ya az izlenmiş ama sanat yönü ağır basan filmlere ödül verilerek seyirci ve yapımcılar ödüle küstürülmüş,ya da tam tersi çok izlenmiş,içi boş filmlere ödül verilerek prestij anlamında kayıplar yaşanmış.Bu ikilemi giderebilecek tamamen tarafsız bir ödül sistemi kurulamaz mı acaba?

Sorunuz İstanbul Film Festivali (İFF) ile ilgili ise, orada ben bir sorun görmüyorum. İFF’nin seçtiği jürilerin niteliği itibariyle tarafsız ödül sistemi orada  zaten mevcut.

İKSV’deki 25 yıllık çalışmanızın ardından yakın zamanda “Bir Uzun Mesafe Festivalcisinin Anıları” adında anılarınıza ve deneyimlerinize yer verdiğiniz kitabınız çıktı. Sinema festivalciliği tarihine ışık tutacak sayılı eserden biri oldu. Biraz kitabınızı oluşturma sürecinden bahsedebilir misiniz?

İstanbul Kültür ve Sanat Vakfı’ndan çeyrek asırlık emekten sonra ayrılış sürecim üzüntülü olmuştu. Aradan geçen 6 yıla bakınca İKSV’nin kendisine hiç yakışmayan bir çifte standard yönetim anlayışı uyguladığı şimdi daha net  görülüyor.
Yazma isteği, o üzüntülü dönemin kendi içimde sürecini tamamlamasından sonra oluştu. Çok ta iyi oldu. Öfkeler, kızgınlıklar sonucunda ortaya çıkacak bir hesaplaşma kitabı bana yakışmazdı. Altı yıllık bir süre yaşananların “demlenmesine” yaradı.
Ortaya çıkışı çok hızlı oldu. İçinde sayısız belge içermesine rağmen, sanıldığından daha hızlı bir sürede “dökülüverdi.”.  Hayatımın son döneminde bana bu kadar büyük sevinç veren başka bir çalışma hatırlamıyorum.  Bir tür ruhumun arınması gibi bir duygu oldu.

İsterseniz biraz da sinemadan bahsedelim. Sizce Türk sinemasın şu anki seyrini nasıl buluyorsunuz?

1990’larda dünya festivaller arenasında yükselen değer iran sinemasıydı. Ancak İran sineması Kiarostami, Makmalbaf gibi batının kabul ettiği isimler dışında kalıcı başka yönetmen bırakmadan sahneden çekildi ve yerini Türk sinemasına bıraktı.
Türk sinemasının dünya sinema tarihindeki yerine bakınca Nuri Bilge Ceylan’ın kalıcı bir yer kazandığı çoktan belli oldu. Ancak güncel dünya festivallerinde Ceylan sinemamızı temsil eden tek isim değil. Zeki Demirkubuz, Yeşim Ustaoğlu, Reha Erdem, Derviş Zaim, Semih Kaplanoğlu gibi yönetmenlerimiz de artık ustalık sınıfına ulaştılar.  Ne mutlu ki arkalarından iyi filmler yapmaya başlayan genç bir kuşak ta geliyor.

Sektör olarak Yeşilçam günlerine tekrar dönüşü olası olarak görüyor musunuz?

Bu soruyu “Yeşilçam sineması” kavramından ne anladığımızı netleştirmeden yanıtlamam yanlış anlaşılmaya neden olabilir.  Yeşilçam sineması dönemi için önem taşıyordu. İzleyiciye sinemayı sevdiren popüler işler üretirdi. O zemin üzerinden şimdi farklı bir genç sinema yükseldi.

Genç kuşak sinemacılarımızın filmleri yurtdışından ödüllerle dönmeye başladılar. Bu durumu nasıl karşılıyorsunuz? Bu durum sinemamızın kalitesini nasıl etkiler?

Genç sinemacılarımızın dünya festivallerinden ödüllerle dönmesi son derece sevinç ve gurur veren bir durum.  Bu ödüller bundan sonra yetişecek genç kuşaklar için de öykündürücü işlev görecektir.
Burada da kitabın arka kapağından alıntı yapmak isterim. Taşçıyan “İstanbul Fillm Festivali’nin kuruluşu Türkiye sineması için bir dönüm noktasıdır,” diyor. Alin başka bir konuşmasında da kendisinin de ait olduğu genç sinemacılar kuşağı için İFF’nin bir okul görevi gördüğünü söylemişti. Ben bu ifadelere katılıyorum. Bu genç kuşakların sinema bilgilerinin ve sevgilerinin oluşmasında İFF’nin “çorbada tuzu” olduğuna inanıyorum. Ne mutlu emeği geçenlere…


Son olarak Kadir Has ve Boğaziçi üniversiteleri bünyesinde sinema çalışmaları yapıyor, dersler veriyorsunuz. Akademik çalışmaların sinema sanatına katkısını nasıl değerlendiriyorsunuz?

İKSV’den ayrıldığımdan beri altı yıldır Kadir Has Üniversitesi İletişim Fakültesi Radyo Sinema Televizyon bölümünde “Kültür Etkinlikleri Yönetimi” adı altında ders veriyorum. Ben bu derslerde sinema değil, genel anlamda festival düzenlemenin tekniğini anlatıyorum; öğrencilere yeni ufuklar açmaya,  genel kültür aktarmaya gayret ediyorum. Akademik çalışmalar gençlere teorik düzeyde sinema bilgisi verir ama film yapmak için bu yeterli değildir.

7162710467_2b59037587_o

Kitapla ilgili ayrıntılı bilgi için;

http://www.dogankitap.com.tr/kitap/Bir+Uzun+Mesafe+Festivalcisinin+An%C4%B1lar%C4%B1-1626

*
Share/Save/Bookmark

Benimle peynir yer misin?

28696_2Jeff Garlin’in yazıp yönettiği 2006 yapımı bir film “I want someone to eat cheese with(Benimle peynir yiyebilecek biri istiyorum)”.Adı biraz uzun ama tam filme uyan bir isim olmuş zaten filmde de geçiyor replik olarak.Jeff Garlin’i bilen Curb Your Enthusiasm’dan hatırlar.Larry David’in menajeri rolündeydi.Zaten filmi izlerken de bol miktarda Larry David tarzını anımsatıyor.Seinfeld’i anlatmak gereksiz heralde, hiçbirşey hakkında dünyanın en iyi dizisidir desek yeterli.Tam bir televizyon fenomeni.Benim de Friends ile birlikte hayatımda en sevdiğim iki diziden biridir.Son zamanlarda onun yokluğunu aratmayak istemeyen Larry David Curb Your Enthusiasm’da yine hiçbir şey hakkında herşeyi anlatmaya devam ediyor.Bu dizilerin filmle ortak yanı yarattığı mizahın kara mizahın denilen günlük gerçekliğe yakın olmasıydı.

iwantsomeonetoeatcheesewithpic
Amerikan durum komedilerinin ortak özelliğidir gülme efekti.Tamam her ne kadar komik olsada şakalar sanki gülmeyi bilmiyormuşuzcasına bunu hatırlatması hep bir yapaylık yaratmıştır.Ya da şöyle olur takılıp yere düşen biri komik gelir,arkadan da gelen yapay efektle beraber zaten biryerinin acımadığını anlarız aslında.Güldürmek için düşmüştür yani o.Ama Seinfeld’le gelen bu başkaldırı aslında düşen kişinin gerçekten düştüğünü ve gülerken aslında gülmememiz gerektiğini hissettirir.Hala ara ara açar izlerim Seinfeld’i Costanza’nin o girdiği tuhaf durumlara katıla katıla gülerim ama bir yandan da onun o becerisizlikleri o çaresizlikleri içimi burkar.Hem gülerim hem acırım yani.Aynısı Curb your Enthusiasm’da kendini oynayan Larry David’e de karşı hissederim.Tamamen kurmaca bir iş olsa da o kadar gerçekçi bir sinema dili yaratılmıştırki bence asıl mizah budur.Bunu sinemada en iyi uygulayanlar elbetteki Coen kardeşlerdir.Kara mizahın kitabını yazdılar desek yeridir.

2007_i_want_someone_to_eat_cheese_with_009
Bu film de bunların izinden giden katıla katıla gülmesek de gülmeyle beraber bir acıma duygusuyla izliyoruz.Kahramanımız James (Jeff Garlin) Chicago’da annesiyle yaşayan 37 yaşında bir “kaybeden”dir aslında.Oyunculukla geçinir ama ne New York ne de Los Angeles’da şansını denemektense kendi yağında kavrulmaya çalışan vasat bir oyuncudur.Küçük işlerle günü kurtarmaya çalışır.Tabi çoğu zaman günü kurtaramaz ve sürekli darbeler alır.Hem iş hayatında hem de özel hayatında işler hiç istediği gibi gitmez.Özellikle yalnızlığını sürekli kafasına takar ve bunu yemek yiyerek atlamaya çalışır.Zaten filmin ismindeki ironi de burdan gelir.Birşeyleri beraber yiyebileceği birini aramaktadır aslında.Genel olarak bir hikaye örgüsünden söz edilemez,zaten sizi kurgusuyla hikayesiyle bir yere götürmek isteyen bir film değil bu.Tamamen karakterimiz James ile gezeriz,onun hayatına tanıklık ederiz.Onun çaresizliklerine üzülürüz ve bunları takmıyormuş gibi gelmesine kızarız bir nevi.Kadınlar konusunda oldukça özgüvensizdir. Zaten sürekli yemesinden olayı kendi tabiriyle koca g*tlünün tekidir.Hal böyle olunca az da olsa önüne çıkan fırsatları kaçırmamaya çalışır.Yakın arkadaşının kızının öğretmeni Stella (Bonnie Hunt) ve cafede tanıştığı ayarsız Beth(Sarah Silvarman) beraber peynir yemek istediği ve fırsatlarını kovaladığı iki kadındır.Ayrıca efsane film “Marty”nin de yeniden çekileceğini duyar ve bu kadar güzel bir filmin neden tekrar çekildiğini anlam veremesede içinde yer almayı istemektedir.Çünkü aslında gerçek hayatında esas “Marty” kendisidir.

GARLIN

Son derece samimi bir o kadar da komik bir film.James ile özdeşleşip yer yer gülüp bazen de hüzünlenmek istiyorsanız tam size göre.Ayrıca Sarah Silverman işin bonusu.Kendisinin nevi şahsına münhassır bir mizah anlayışı vardır.Bizim buraların mizahına uymasa da çoğu zaman severim kendisini.Youtube’da aratın I’m fucking Matt Damon diye ne dediğimi daha iyi anlarsınız(aratmışken büyük ihtimalle Paris Hilton’a ayarı da çıkmıştır.Onu da kaçırmayın derim:)Öyle Adriana lima güzelliği yoktur da kendi çapında güzelliği de olan bir insan Sarah Silverman.Hem güzel hem seksi.Bir erkek daha ne isterki:)

*
Share/Save/Bookmark

27 Ağustos 2012 Pazartesi

Parti var gelsene

project_x
Todd Philips günümüzün komedi dünyasının yeni ilahlarından.Önümüzdeki yıl üçüncüsü çıkacak Hangover serisi ile tepe noktasına ulaşan kariyerinde Old School,Road Trip,Due Date gibi sevilmiş yapımların yer aldığı Philips özellikle genç kuşağı merkezine alan komedilerde hayli başarılı.Kontrolden çıkan bekarlığa veda partisinin ardından içinde bulundukları durumu kurtarmak adına girdikleri tehlikeleri bertaraf etmek isteyen gençlerin bu çabalarının aksiyonu gırla macerası bol komediyle süslenmesi sinemada alışılagelmiş bir durum değildi.Yani baktığınız zaman asıl türü komedi olsa da gerilimi yüksek tutması,hızlı temposuyla türler arası bir karışım gibiydi ve bence asıl başarısını burda yakalamıştı.

project-x

Todd Philips’in yapımcısı olduğu Son filmi Project X de pek yeni sayılmayacak bir konu etrafında şekilleniyor.Özellikle Amerikan pastası tayfasının başlattığı amerikalı ergenlerin tüm enerjilerini milli olma yoluna sarfetmeleri ve bu uğurda girdikleri tuhaf durumlardan mizah çıkarma tutmuş bir formül olarak çokca kullanıldı.Konunun eksinine cinselliği koyması zaten hali hazırda bir çekim yaratsa da esas vurgulanan -çoğu zaman da es geçilen- amerika gençliğinin varoluş çabalarına bir bakış olmasıydı.O yaşlarda her çocuğun geçirdiği ve ekrana yansıya bu devir özellikle amerikan dünyasında hem bir cinselliğin özgürlüğü olarak da okunabilir hem de ne olacağına karar verememiş derdi fikri “seks” olan bir kuşağın da geldiğini vurguluyor olabilir.Özellikle internet vs. kitle iletişim araçlarının yaygınlaşmasıyla kabuk değiştiren bir dünyada değişmeyen tek şey vardı o da bireyin toplum içinde varoluşunu kanıtlaması.

ProjectX4

Project X lisede “loser” sayılabilecek,kimselerin varlıklarını hissetmediği üç gencin varoluş çabasını anlatıyor.Tabi burda kafkaesk bir varoluş değil daha “farkedilme” çabası.Esas oğlan Thomas’ın 17. yaş doğumgünü partisini kendi tabirleriyle “epik” yapma derdinde olan en yakın arkadaşları Costa ve J.B gelmiş geçmiş en iyi partiyi yapmak istemektedirler,böylelikle diğer gençler arasından sıyrılabileceklerdir.O yaşlardaki gençlerin de tabi tek derdi eğlenmektir.İçten içte varoluş kavgasına giren gençlerin bu stresi atma yöntemi olarak da açıklanabilir belki ya da ne için yaşadığını bile bilmeyen sorgulamayan gençlerin tamamen tüketme adı altında eğlenmeyi seçmeleri olarak da açıklanabilir.Uzun uzadıya psikanaliz çözümlemelerine girmek gereksiz.Ama “tüketme adı altında eğlenme” tabirimi unutmayın birazdan ona döneceğim.
Neyse gençlerin bu çabaları bilinçsizde olsa  kendilerinin de öngöremediği bir şekilde başarıya ulaşır ama hesaba katmadıkları bir şey vardır.Bu eğlenceyi tüketme durumu bir noktadan sonra kontrolden çıkar.Tabi “kontrolden çıkma” durumu mizahın esas kaynağınu oluşturuyor ve bir noktadan sonra şaşkınlıkla beraber katıla katıla gülmemizi sağlıyor.

project-x-alexis-knapp

Genel olarak filmi eleştirenler içeridiği bol miktarda cinsellik ve küfür sebebiyle ergen filmi yaftası yapıştırıyorlar.Evet cinsellik ve küfür had safhada ama salt ergen filmi yaftası yapıştırmak filme haksızlık olur gibime geliyor.Çünkü küfür ve cinsellik ucuz pazarlama yöntemiyle filme empoze edildiği zama kendini hemen belli eder.Bu filmde zorlama sahneleri pek hissetmedim açıkcası.Ayrıca yukarıda bahsettiğim kontrolden çıkma durumunu biraz açmak istiyorum.Basit eğlenceden çok hedonizme kayan parti katılımcılarının vandalizmin sınırlarını zorlaması komedi unsurunu oluştursa da insanı düşündürtmüyor da değil.Nasıl bir eğlence anlayışıdır ki
yıkmaktan,tüketmekten zevk alınsın.Gençliğin içinde bulunduğu çıkmazı biraz da olsun düşündürtüyor.Yaşlı amcalar teyzeler gibi “cık cık gençlik ne hallerde” triplerini girmek istemem ama bir genç olarak kendi kuşağımın ve alttan gelen kuşağın ne biçim olduğunu anlamış değilim maalesef.Tam bir kayıp kuşağız biz bence.Neyse hep konu konuyu açıyor ama filmden çıkara çıkara bunu mu çıkardın diyenlere,dediklerim düşünmek isteyene.Kızların memelerine takılmak isteyen pek ala takılabilir.

Project X
Üç kafadarın yanında ismen pek varolmasada dördüncü eleman Dax olaya sadece kameraya çeken kişi olarak dahil oluyor.Karakter olarak öne çıkarılmaması daha doğrusu geri planda tutulması aktüel kamera çekimlerini konunun içine oturtulmak istenmesi.Baya da başarılı oluyorlar.Yer yer konuya dahil olması,bazen de bir kişinin deli gibi herşeyi çektiğini unutturacak karakter olması tam kararında olmuş diyebilirim.Aktüel kamera tekniğini kullanılması yine düşük bütçeli olup çığır açan Blair Witch Project’i anımsatıyor bizlere.İzlediğimizin bir kurgudan çok gerçek olduğunu hissettirmesi, izlediklerimizi daha içselleştirmemizi sağlıyor.Blair Witch’deki gibi gerilimi en az oyuncular kadar hissetmemiz de bundandı kesinlikle.Yine burda da gençlerin girdikleri komik durumları sanki onların arkadaşlarından biriymişiz gibi hissetmemiz komedinin dozunu daha da arttırıyor.


Sonuç olarak ağzıyla içmesini,eğlenmesini,uçkurunu tutmasını bilmeyen amerikan gençliğinin girdiği komik durumları çok güzel aktarıyor.Belki biraz trajikomik olsa da yaşananlar her türlü insanı katıla katıla güldürüyor.Son zamanlarda izlediğin en iyi komedi filmlerinden biri diyebilirim.
Hele hele türlü club şarkılarının arasından Metallica’dan Battery’i duymam ayrı bir keyif verdi.Geçtiği sahne de filme uygun epik sahnelerden biriydi.

projectX1-560x840

*
Share/Save/Bookmark

26 Ağustos 2012 Pazar

Türk Sinemasındaki “Kral”Mekanlar

Kapıcılar Kralı

Cihangir Güneşli Sokak

1976

Muhammet_Yaymaz_4

Muhammet_Yaymaz_DSCN9416

Muhammet_Yaymaz_8

Muhammet_Yaymaz_DSCN9427

Çöpçüler Kralı

Cihangir Güneşli Sokak

1976

Muhammet_Yaymaz_pculer_krali

*
Share/Save/Bookmark

Evim böyle olsun

Television-Series-Apartments-Floor-Plans-Friends

Television-Series-Apartments-Floor-Plans-Big-Bang-Theory

Television-Series-Apartments-Floor-Plans-Sex-and-the-City

Television-Series-Apartments-Floor-Plans-Frasier

*
Share/Save/Bookmark

25 Ağustos 2012 Cumartesi

James Cameron: Avatar'dan önce...meraklı bir çocuk

*
Share/Save/Bookmark

24 Ağustos 2012 Cuma

Serbuan Maut “Bir Aksiyon Pornosu”

MV5BMTgxODQyNTY0MV5BMl5BanBnXkFtZTcwMjMwMjU0Nw@@._V1._SY317_CR0,0,214,317_Galli yönetmen Gareth Ewans’ın aşk meşk durumlarından dolayı yarı japon yarı endonezyalı bir yenge bulması ve  kamerasını Endonezya’ya çalıştırmasının bir sonucu olarak karşımıza çıkan Serbuan Maut (The Raid: Redemption-Baskın) uzak doğu dövüş sineması denince akla gelen Japon,Çin,Hong Kong sinemalarının hakimiyetini kırmak istercesine vizyondaki yerini alıyor.Türk halkında genel bir kanı vardır uzak doğuda çekik gözlü herkes ‘Capon’dur ve dövüşürlerse ‘karate’ yapmış olurlar.Tabi yıllar geçtikçe kungfu’sundan aikido’suna,tekvando’sundan kendo’suna kadar bin türlü dövüş sanatıyla da tanışmış olduk ama ilk aklımıza gelen karate olur nedense.Bu filmimizde Filipinler,Endonezya,Malezya,Singapur gibi Malay dünyasında yaygın olarak uygulanan “Pencak Silat” sanatına ilişkin dövüş sahnelerini izliyoruz.

raid
Filmde Jakarta varoşlarında her türlü katil ve gansterin yer aldığı girilmesi imkansız bir binaya operasyon düzenleyen bir özel timin hikayesini izliyoruz.Uyuşturucu baronu ise bu baskından haberdardır ve kendince bir savunma sistemi kurmuştur.Her katında ayrı bir psikopat grubun saldırısına uğrayan kahramanlarımız deyim yerindeyse kanlarının son damlasına kadar savaşıyorlar.Hikaye bundan ibaret daha doğrusu hikaye dediysek tam anlamında hikaye örgüsü olduğu söylenemez.Zaten başlıkta da vurguladığım gibi genel anlamda bir aksiyon bombardımanına tutuluyoruz.Daha da ileri gidersek 101 dakikalık aksiyon sahnesi desek yalan söylemiş olmayız.Zaten yönetmenin de kaygısı bu değil çok açıkca ifade ettiği ve perdeye yansıttığı gibi asıl dertlerinin aksiyonun dibine vurmak olduğu,bunda da başarılı oldukları aşikar.Zaten afişte de belirtikleri gibi son on yılın en iyi aksiyon filmi tanımına yakışır derece zengin bir film.
MV5BMjE5MjE1OTk0MV5BMl5BanBnXkFtZTcwMzQzNDUzNw@@._V1._SX640_SY425_

Filmin en başında silahlı swat ekibinin bütün mermilerini harcarcasına mühimmatlarını bitirmesini biraz saçma bulmuştum ama sonlarına oğru yakın dövüş sahnelerine yer vermek için bunun konması daha anlaşılabiliyor.Tabi dövüş sahnelerinde de hiçbir yorulma,dinlenme,ağrıma durumu olmadığı için bir nevi porno durumu hakim.Özellikle duygulara yer verilmemesi bunun en büyük sebebi olabilir.Ama şu varki bence filmin en büyük artısı bina içinde dar koridorlardaki çekim teknikleri.Kalabalık bir grupla dar bir ortamda girişilen dövüşler görsel anlamda oldukça doyurucu olmakla beraber binanın genel görümünün paralelinde klostrofobik bir atmosfer yaratmada oldukça başarılı oluyor.

raid-redemption-still
Ayrıca filmin diğer bir artısı da müzikleri.Linkin Park’tan Mike Shinoda’un yaptığı müzikler aksiyonla beraber ritmin düşmemesi adına oldukça etkili ve kararınca kullanılmış.Hem görsel hem de işitsel anlamda son derece zengin bir yapım sonuçta,ama koca bir ama filmin sonunda ne kalıyor aklında deseniz pek fazla birşey kalmadığını söyleyebilirim.

*
Share/Save/Bookmark

23 Ağustos 2012 Perşembe

Bizim Büyük “Bromance”imiz

Bizim-Büyük-Çaresizliğimiz-FilmiYakın zamanda hayli erken bir yaşta kaybettiğimiz Seyfi Teoman’ın ikinci ve maalesef son filmi “Bizim Büyük Çaresizliğimiz” Barış Bıçakçı’nın aynı adlı romanından uyarlanan son dönemlerin gerçekçi Türk sinemasının en güzel örneklerinden biri sayılabileceğimiz güzel bir film.Bütün roman uyarlamalarının başına gelen bu filmin de başına geliyor ve uyarlama kısmında hayli eleştiriye tutulduğu görülüyor.Öncelikle kitabı okumadığım için yorum yapamayacağım ama hayli merak uyandırdı bende,ilk fırsatta bulup okuyacağim.Dediğim gibi filmle ilgili eleştirilerin en başında uyarlama kısmına dikkat çekiyorlar.Ben hep derim bir yönetmen bir kitabı kendine göre uyarlar.Yani perdeye yansıyanın sizin kafanızda oluşturduğunuz uyarlama değil,yönetmenin oluşturduğu uyarlama olduğunu en başta kabul etmeniz gerekiyor.Böyle bakınca şurda şunu niye yapmamış,bunu neden dememiş demektense kitaptan bağımsız filmi değerlendirmek gerek.Tabi  burada yönetmenin hayata bakışını da gözardı etmemek lazım.Zira onu tanıyorsak kafasında kitabı nasıl oluşturduğunu da az buçuk öngörebiliriz.
Seyfi Teoman genç sinemacılar arasında belki de geleceği en parlak yönetmenlerden biriydi ama maalesef erken yaşta kendisini trafik canavarına kurban verdik ve Tatil Kitabı’yla beraber Bizim Büyük Çaresizliğimiz de ondan bize miras kalan türünün güzel örneği filmler olarak hafızamızda kalacaklar.
bizim-buyuk-caresizligimiz-berlinde-yarisacak

Filmde; Ender (İlker Aksum) ve Çetin (Fatih Al) ilkokuldan beri arkadaş olan yakın zamanda da aynı evi paylaşmaya başlayan iki eski arkadaştır.Ortak arkadaşlarından Fikret(Baki Davrak) geçirdiği kaza sonrası anne ve babasını kaybeder.Geride Ankara’da okuyan kardeşi Nihal (Güneş Sayın) kalır ve kendisi Almanya’ya dönmeden kardeşini yakın arkadaşlarının yanına teslim eder. Ender ve Çetin ilk başlarda yasını yaşıyan kıza mesafeli dururlar daha doğrusu nasıl yaklaşacaklarını bilemezler.Ama zaman geçtikçe Nihal bu travmayı atlatır ve iki arkadaşın arkadaşlıktan da öte ilişkilerinin ortasında kendine garip bir yer bulur ve üçlü arasında garip bir ilişki biçimi ortaya çıkar.Ama Nihal’in aralarında katılma ve yaşama durumu geçici olduğu için filmin adına da veren “çaresizlik” durumu daha da büyüyor ve Ender ile Çetin arasındaki “bromance” hali gittikçe çetrefilli hale dönüşüyor.
Burada “bromance” terimini biraz açmak gerekiyor.Türkçeye anlam kaybetmeden çevrilmesi zor ama genelde kardeşlik romantizmi olarak çevirebiliriz.Erkekler arasındaki arkadaşlığı aşan bir aseksüel bir sevgililik durumu da denilebilir.Bazı psikolojik yorumlara göre de bunun derinlerde homoseksüel bir eğilimin yansıması olduğu da söylense de bence daha çok aseksüel bir davranış biçimi olarak ele alınmalı.Freud gibi her durumu cinsellikle açıklamak yerine erkekle kadın arasındaki hani o yıllardır kafa yorulan anlayamama durumunun bir sonucu olarak kendilerini daha iyi anlayan erkeklerin (ki aynısı kadınlar için de geçerli) kapalı bir çevre yaratmaları şeklinde anlaşılabilir.Erkekler arasında hiçbir kadının giremeyeceği o kopmaz bağ bir çok filmde ve dizide işlenmiştir..Friends’de Ross-Chandler-Joey ya da Monica-Rachel-Phoebe üçlüsü olsun,Sex and the City’deki Carrie,Samatha,Miranda ve Charlotte olsun benim ilk aklıma gelen “bromance” durumları.Ülkemizde de Behzat Ç. deki Harun-Hayalet-Akbaba üçlüsü de buna örnek olabilir.Aslında bunu konu başlı başına bir araştırma konusu olabilir.Neyse bu kadarı filmdeki karakterlerimizin arasındaki ilişkiyi anlamak adına yeterli.

bizim-büyük-çaresizliğimiz1
Bu film hikayeye dayanan bir film olmadığı için sonrasını ve ya aralarındaki yaşananları daha da fazla anlatmak boşa olur diye düşünüyorum zira gerçekçi sinemanın tüm özelliklerini taşıyarak ekrana yansıyan planlardaki derinliği,hikayeye büyük etkisi olan sözlü olmayan oyunculukları anlatamayacağım için izlemek tek çare kalıyor.Ender ve Çetin’in aynı kıza aşık olma durumu(daha çok isteği gibi de algılanabilir) Nihal’le vucüt buluyor ve iki orta yaşlı adam bir genç kız üzerinden hayatlarındaki çaresizliklerinin girdabına kapılıyorlar.Hiçbir şekilde bunu ifade edemeyen ender ve çetin kızın da hayatına müdahil olamıyorlar ve tek taraflı bu “aşk” sadece deyim yerindeyse lafta kalıyor ve hiçbir zaman yaşanamıyor.Tabi bu da başlı başına bir çaresizlik yaratıyor ikilinin hayatlarında.
Genelde bu film gibi dialogların az olduğu,akışının durağan olduğu bir filme sanat filmi ithamı yapıştırılıyor olsa da ithamı bir kenara bırakarak her planında,her karesinde, her sekansıyla çokca şey anlatan bu tür filmleri başka gözle izlemek değil “okumak”tır önemli olan.Gerçi bu konu da başka bir tartışma konusu ama bilinmesi gereken bir şey var ki bu tür filmleri izlemek yeterli değildir ve asıl film izlendikten sonra kafada oluşan soruların cevaplandırılmasıyla başlar.Yönetmen izleyiciyi ekrana getirdiği derdini çözmede bir katılımcı olarak içine sokabiliyorsa tartışmanın, asıl filmin başarısı bunla ölçülebilir diye düşünüyorum.Yoksa izleyici  tüketimci mantığıyla hoşca vakit geçirmeyi amaç ediniyorsa,verdiği paranın karşılığını almak istiyorsa gitmesin böyle filme,kendisini diğer salonda Recep İvedik bekliyor,ona girebilir.

ScreenHunter_61 Feb. 06 15.24
Sonuç olarak Seyfi Teoman’dan bize kalan kıymetli bir yapıtın yanı sıra gerçekten de sinema diliyle oldukça gerçekçi ve samimi bir dünya yaratıyor bize.Ender -Nihal- Çetin üçlüsünün o garip ilişkisinin yanı sıra Ankara’nın o kasvetli ve açıklanamaz şehveti de başka şeyler anlatabiliyor bize.

*
Share/Save/Bookmark

“Benjamin Button” yaratmak

TED konuşmalarını konu her ne olursa olsun izlemekten,dinlemekten büyük bir keyif alırım.Konularında uzman kişilerin işlerine ve hayatlarına dair tecrübeleri anlattıkları konuşmalarda dinleyenler büyük bir aydınlanma geçiriyor desem yalan olmaz.Genellikle kişisel gelişim,motivasyon konuşmacılarından pek hazzetmem.Kitaplarından da aynı şekilde.Söyledikleri her ne kadar doğru olsa da gaza getirme yöntemi kişide kısa süreli bir güdüleme yaratıyor.Dinleyen sanki hayatın sırrını öğrenmiş gibi bir hayacana kapılıyor ama gerçekler asla öyle olmuyor maalesef.Ama bu TED konuşmalarını ucuz motivasyon konuşmalarından ayıran en büyük özelliği dinleyene asla şunu ve bunu yapın dememesi.Konuşmacı “ben böyle yaptım sonuca ulaştım,istersen sen de yap” içeriğinde konuştuğu için içi boş öğütlere yer almıyor.Vaktiniz olduğunda mutlaka bir kaç konuşmayı dinlemenizi tavsiye ederim.

Aşağıdaki videoda ise Benjamin Button’ın Tuhaf Hikayesi filmindeki görsel efektlerin gelişimini izliyoruz.Filmi izlerken iki saatte bütün bu emekleri tüketip geçiyoruz.Bunun arkasında yıllara yayılan yüzlerce kişinin emeğini göz ardı etmememiz lazım.Bir kaç saniyelik bir yürüyüş sekansının bile haftalarca çalışmanın sonucu üretildiği gerçeğini çok güzel anlatıyor.Sinemanın güzel kadınlar,yakışıklı aktörler demek olmadığı ve ışıkçısından,set çalışanına,görsel efektçisine kadar büyük bir organizma olduğunu unutmamamız gerekiyor.Keyifli izlemeler..

*
Share/Save/Bookmark

15 Ağustos 2012 Çarşamba

Gerçek Nedir?

MV5BMzQ2NzYwOTEzMl5BMl5BanBnXkFtZTcwNjExNTMxOA@@._V1._SY317_Philip K. Dick’in “We can remember it for you wholesale”  hikayesin bereketi malum.Aynı yılların ürünü Matrix ve ExistenZ gibi filmlerin yanı sıra 1990 yapımı Total Recall (Gerçeğe Çağrı)’ya da ilham kaynağı olmuştu.Karşımızdaki film de bu filmin Len Wiseman yönetmenliğinde tekrar çevrimi.Sharon Stone ve Arnold Scharzenegger ‘in başrollerinde olduğu, yayınlandığı tarihte oldukça ilgi gören güzel filmlerden biriydi gerçeğe çağrı.Şu aralar hollywood’da bilimkurgu alanında çokca film yapılıyor ama maalesef bu üretim sürecinde yaratıcılık kısmı baya bir sıkıntılı geçiyor.Yeniden çevrimler oldukça popüler.Yeni bir şey yaratmaktan ziyade hazır tutmuşa sarılıyor yapımcılar.Tamamen yatırımcı mantığıyla kısa vadeli geri dönüşe odaklanan yapımcılar üstüne fazla düşünülmemiş sanat kısmı es geçilmiş projelere hemen atlıyorlar ama kaçırdıkları bir nokta da tutmuş bir filmin yeniden çevriminde seyirci ilk filmdeki o kaliteyi görmek istiyor.Maalesef en başta söylemek gerek ilkini aratan vasat bir yeniden çevrimle karşı karşıyayız.Oyuncu kadrosuna baktığımızda beklentilerimiz hayli yükseliyordu oysaki.Colin Farrelll,Kate Beckinsale,Jessica Biel,Bryan Cranston gibi sağlam oyuncular yer alıyor.Colin Farrell ilk filmdeki Arnold’un o aksiyona yatkın görünümü ve oyunculuğuna denk biri değil ama insani özellikleri ön planda tutarak, rahat oyunculuğu ile iyi kıvırıyor diyebiliriz.Daha doğrusu rolünde pek sırıtmıyor.Sharon Stone’dan sonra Kate Beckinsale’in seçilmesi biraz daha riskli bir seçim olmuş ve o noktada sınıfta kalındığını düşünüyorum.Sharon Stone’ın femme fatale imajının yanı sıra aksiyon yüklü oyunculugundan sonra Beckinsale’in donuk oyunculuğu aksiyona uyuyor ama genel anlamda soğuk bir performans gibi algılanıyor.İçinden birini seçecek olsam kesinlikle Stone’u seçerdim.Diğer oyunculardan en çok beğendiğim Jessica Biel oldu.Genel performansından çok güzelliği ile filme sıcaklık kattığı kesin.Biraz torpilli davranıyor olabilirim kendisine ama bence en öne çıkan oyunculuk onunki.

total_recall_rect-460x307Filmden biraz bahsetmek gerekirse distopik bir zaman diliminde dünya Birleşik Britanya ve onun kolonisi Avustralya olarak ikiye ayrılmış.İnsanlar insanlık dışı bir durumda kümelenmiş haldeler.Dünyanın bir ucundan bir ucuna dünyanın merkezinden geçen bir metrovari ulaşımla bağlanan koloni’den Birleşik Britanya’nın yani dolayısıyla emperyalizminin işçi gücü karşılanıyor.Bütün kaotik,faşist düzenlerde görülen “her yasak kendi isyancısını doğurur” mottosundan hareketle halk buna kayıtsız kalmıyor ve Matthias’ın başını çektiği isyancılar yönetime kafa tutuyor.Bütün terör olaylarının sebebi kabul edilse de günümüz yönetimlere gönderme yaparak aslında faşist düzenin kendi iktidarını sağlamlaştırmak için kendi halkını vurması konu alınıyor.Baya bir tanıdık geldi doğrusu.Özellikle sentetik ordu diye anılan robotlardan oluşan bir güç kurulması faşizmin doğasındaki insani duygulardan yoksun yoketmeye programlanmış askerlere göndermesi de oldukça günümüze uymuş.Tabi bunları anlatması güzel ama tatlı su solculuğu tarzında bir görev üstlenen hollywood’un bu tür eleştirileri asla hedefine ulaşmıyor ve çok yapay duruyor.

total-recall-615-1343888643Bir başka günümüze gönderme ise insanların içinde yaşadıkları gerçeklerden kaçmak için kendilerine sanal fanteziler sunanlara hemen kanması.Burada biraz dikkatli bakarsak aslında bunu dünyada en iyi yapan kurum tabi ki de hollywood sektöründen başkası değil.Kapitalizmin sıfır karakterli yapısınına uygun bir söz vardır.Kapitalizm kendisinin asılacağını bile bile o ipi satar diye.Aynen o hesap sunduğu içi boş,geçici fantezilerle insanların acı gerçeklerden kaçmasını sağlar ama bu kaçma kesinlikle bir başka fantezi tarafından devamı sağlanır.Yani bir bakıma bir uyuşturucu görevidir.Sürekli duygusal pompalanma ihtiyacı duyan seyirci bir noktadan sonra sektöre bağımlı hale gelir.Burada bahsettiğimiz sinema sanatı değildir ,sinema suretine bürünmüş beyin yıkama araçlarıdır.Hitler gibi faşistlerin kendi fikirlerini empoze ettiği propaganda filmlerine nasıl sinema filmi demiyorsak bunlara da aslında sinema filmi denilmemeli.Bu başka bir tartışma konusu,uzun bir vakitte konuşuruz.

jessica-biel-as-melina-in-total-recall-2012-11Bu filmdeki sanal fantezi satma olayı “rekall” adı verilen kimyasallar sayesinde beyinde istenilen hayalin yaratıldığı bir program.Sıkıcı hayatından bunalan Dougles Quaid sürekli gördüğü rüyalarının etkisinden ve hayat rutininden kurtulmak için rekall programına katılmak istiyor ama bu sanal fantezi durumu çığırından çıkıyor ve bütün film boyunca gerçek nedir sorularını soracağımız başka gerçekleri ortaya çıkarıyor.
Bu çarpıtılmış gerçeklik kahramanımız için bir noktadan sonra paranoyaya dönüşüyor ve onunla beraber biz de gerçeği aramaya koyuluyoruz.Seyirci açısından gerçeklik olayına bakacak olursak hayatın devamı için temel alınan gerçeklerin yıkılmasıyla insan neye inanacağına şaşırır ve genellikle duygular burada öne çıkar.Ama beyin yıkama işinin yan ürünü kalbin de yıkanmasıyla insanın bütün silahları elinden alınmış olur.Duyguların ve düşüncelerin saptırılmasıyla adete pimi çekilmiş bombaya dönen insan bence toplumdaki en tehlikeli varlıktır ve çevresine büyük zarar verebilir.Filmde de Farrell’in Beckinsale ve Biel arasında kalması düşünce karışıklığının yanı sıra duygusal karışıklık da yaratıyor ve tamamen bir girdaba kapılıyor kahramanımız.


Bunların ışığında genel anlamda filmi düşündüğümüzde ilki kadar dikkat çekmediği kesin,gişe rakamları da bunu gösteriyor.Kısacası söyleyecek olursak mirasa konma telaşındaki hain evlattan öteye geçmiyor maalesef.Filmin tek artısı(!) heralde çocukluk zamanlarımızda konumlandıramadığımız,o yaşlarda hayal gücümüzün sınırlarını genişleten 3 memeli ablamızı tekrar görmemiz olabilir:)

total-recall-kaitlyn-leeb_240x320

*
Share/Save/Bookmark

Müşfik Kenter’i Kaybettik

musfik-kenter-hayatini-kaybetti-2547736

Önce Metin Erksan şimdi de Müşfik Kenter.Sevmek Zamanı artık gelip geçiyor.Her ölüm erken ölümdür denir,Kenter ve Erksan gibi ustaların ölümleri en erkenidirler.Çünkü onların varlıkları genç kuşaklara,bu işi yapmak isteyenlere çok büyük güç verir ve rol model olarak durur önlerinde.

Kenter yıllarını verdiği tiyatronun yanı sıra Türk sinemasının iyi yapımlarında da yer almıştı.Sevmek Zamanı bence Türk sinemasının en iyi aşk filmidir ve onda başrolü oynaması ayrı bir önem taşır.Bunun yanı sıra çocukluğumuzun Alf’i değildiğinden hemen aklımıza o meşhur sesi aklımıza gelir.Orhan Veli’nin gönülden şiirlerini gönülden okuyan yine Kenter’di.Kendisine rahmet,yakınlarına da baş sağlığı diliyoruz.Huzur İçinde yat Müşfik Kenter..

5290

bscap0026

*
Share/Save/Bookmark

13 Ağustos 2012 Pazartesi

İsyaaaeeennn

lock out
Başlık sinema yazarı Alper Turgut’un popülersinema sitesindeki eleştirisinin başlığı.Çok beğendiğim ve aynı görüşlerde olduğum için (ç)alıntıladım.Hikayemiz 2079 yılında geçiyor.Amerika hükümeti üstün teknolojik gelişmeler sayesinde azılı mahkumların uyutularak tutulduğu MS One adı verilen uzay üssü yapmıştır ama başını başkanın kızının çektiği bir grup vicdanlı insan bu uyutulma muamelesinin insanlık dışı olduğu ve kalıcı hasarlar bırakması yüzünden denetleme amaçlı bir gezi düzenlerler.Ama şaşırtıcı ki işler iyiye gitmez ve hapishane üssünde isyan çıkar ve başkanımızın güzel kızı mahkumlar tarafından esir alınır.Onu kurtarması görevi ise Snow (Guy Pearce) adında vurdumduymaz ajana verilir.Gerçi kendisi ilk etapta bu görevi istemez ama yanlış anlaşılan bir olay yüzünden tehdit altındadir ve hapis cezasına çarptırılmıştır.Tek çıkış yolu kendisine bu görev sunulur.İstemeyerek girilen iş,alakasız orda bulunan masum insanın tehdit altında bulunması,iyinin çok iyi kötünün çok kötü olması,esas kızla esas oğlan arasındaki çekişme ve nefret(şaşırtıcı ki sonradan aşka dönüşür:P) hep bilindik amerikan bilimkurgu-aksiyon sineması klişelerinden.
lockout-image
Luc Besson’un yapımcı koltuğundan oturması biraz daha kaliteli yapım beklentileri doğursada vasatı aşmayan hatta yer yer vasatın altında seyreden bir film.Bilimkurgu filminde günümüzün teknolojik gelişmeleri çerçevesinde mantık aramak pek akıl işi değildir ama bu filmde hakkaten o kadar mantık hataları yer alıyor ki insan kurmacadan bile uzaklaşabiliyor.Yer yer absürtlük seviyesinde gelişen hikaye,sığ senaryoyla birlikte çekilemez bir hal alıyor.Oyunculuklar anlamında Guy Pearce gibi usta oyuncunun bile vasat kaldığını düşünürsek diğer performanslara değinmek bile vakit kaybı olur.Hatta hapishanedeki isyanın merkezindeki psikopat kardeş Hydell (Joseph Gilgun) baya baya rol çalıyor ve tek dişe dokunur performansı sunuyor.
lock-out-still05
Filmde tek olumlu nokta(ne kadar olumlu olduğu tartışılır) yıllar geçsede,teknolojinin uzayda hapishane inşa edecek derecede ilerlerse bile Amerikan hükümetinin insana bakış açısının değişmeyeceğini bir kez daha gösteriyor.Azılı mahkum kavramı hali hazırda tartışılması gereken bir konu iken hapis kavramını ilaçla uyutma olarak algılayan ve topluma tekrar kazandırma gibi dertlerin şimdide olmadığı gibi o günlerde de olmayacağı fikri Amerikan hükümetinin değişmeyeceğini bariz bir şekilde ortaya koyuyor.Bilinçli bir davranış mı bilemem ama bilimkurgu tarafının en gerçekçi yerini oluşturuyor.Tabi amerikan ikiyüzlülüğü de aynen korunmuş.Başkanın kızı değilde sıradan bir vatandaş olsa yine aynı şekilde kurtarma operasyonuna girişirler miydi orası soru işareti.Bilimkurgu türünün farklı evren yaratma konusundaki gereklerini karşılamaya hatta mantık boşluklarıı barındırmasının yanı sıra sıradan senaryosu,cilasız oyunculukları ve bol bol klişesiyle vasatı aşamamış bir film İsyan. *
Share/Save/Bookmark