29 Kasım 2011 Salı

Paris'te "Mükemmel" Bir Gece


(Yazıyı okurken filmin açılış sahnesindeki şu şarkıyı dinlemeniz şiddetle tavsiye olunur.)

Woody Allen ustanın bir paris güzellemesi olan son filmi Midnight in Paris başrollerinde Owen Wilson,Rachel McAdams,Michael Sheen,Marion Cotillard,Kathy Bates ve Carla Bruni gibi yıldızların yer aldığı sıcak bir romantik komedi.Woody Allen sinemasına aşina olanlara biraz garip gelen bir film bu, özellikle ustanın son yıllarda Avrupa’ya gelerek yaptığı filmlerde çok bariz şekilde gözlemlenen yaşlılık belirtilerinin bir sonucu olarak eski işlerine nazaran daha soft bir mizahın olduğunu kabul etmek gerekir.Woody Allen sinemasının temel özelliği olarak fon olarak kullandığı New york ve şehrin sorunlu nevrotik insanların ekseninde dönen hikayelerinin mizah dozu her zaman üst düzeydeydi ve salt romantizm olsun dram olsun hep ikinci planda olurdu.Avrupa’daki filmleri derken hali hazırda Woody Allen’ın New york’dan kopuşu başlı başına yeni bir sinema anlayışının oluştuğuna dair bir kanıttı.Londra ve Barselona’dan bu sefer romantizmin başkenti Paris’e uğruyor üstad.Bir sonraki filmi için şu aralar Roma’da bulunan üstad böylelikle Avrupa’ın büyük şehirlerindeki turunu sürdürdüğü görünüyor.İstanbul’a gelir mi bilmem ama Woody Allen farkıyla perdeye yansıyacak bir İstanbul’da tadından yenmez orası kesin.



Woody Allen sineması değişti derken bu filmin kötü olduğu anlamına gelmez.Aksine içerdiği romantizm ve mizah son derece dengeli bir seyir izliyor.Salt romantizme boğmadan üstüne üstlük birazda bilimkurgu öğeleri taşıyarak ilerleyen film aslında dünyanın seyrini değiştirmiş büyük sanatçıları sırayla önümüze çıkartarak bir nevi ustalara saygı geçidi şeklinde ilerliyor.

Öncelikle filmin başrolünde Paris kentinin olduğunu söylemek gerek.Hatta daha da ileri giderek insanlarda bir Paris fetişi yaratacak kadar güzel resmedilmiş bir kent görüyoruz.Edebiyatta yeni,kafasında soru işaretleri olan bir yazarı canlandıran Owen Wilson aslında bir nevi Woody allen’ın prototipi olarak çıkıyor karşımıza.Bir röportajında da belirttiği gibi artık 70’lerinde olan usta yeni karakterler canlandıracak kadar enerjisinin olmaması yüzünden bu seçimi yaptığını söylüyor ve bunun da aslında ne kadar üzücü olduğunu da belirtiyor.Kendisi sözleriyle bu durumu şöyle özetliyor “ esas kızın gönlünü fetheden adamı oynayamamak çok fena.Düşünün Scarlett Johansson,Naomi Watts ile film çekiyorum,başkaları kapıyor.Ben ise yönetmenin, orada oturan yaşlı adam işte.”

Filme gelecek olursak hiç sevmediği bir iş olarak Hollywood da senaryolar yazan ama romantik bir yazar olmak isteyen Gil Pender nişanlısı Inez(Rachel McAdams) ile birlikte Inez’in babasının bir işi sebebiyle Paris’de turistik amaçla bulunuyorlar.Ama Gil’in asıl isteği yazarlığı Paris’in başını döndüren romantizminden hareketle depreşiyor ve kendini birden 1920’lerin Paris’inde buluyor.20’lerin Paris’i de kahramanımız Gil’e göre yaşamasını istediği kendi altın çağı.Altın çağ nostaljisi de filmin ana omurgası.Filmin başlarında Gil,Inez ve Inez’ın ukala arkadaşı Paul(Michael Sheen) ‘un bu konudaki tartışması filmin sonuna kadar gidecek bir ikilemin de başı oluyor.Söz konusu tartışma altın çağ nostaljisine kapılmanın aslında “an”ı yaşayamamanın verdiği bir duygusallıkla geçmişe bağlanma olarak görülüyor.Nostalgia is denial of painful present (nostalji şimdiki acı veren zamanın inkarı) tanımı ise geçmişle bugün arasında kurulamayan köprünün insanları ikileme sürüklediğinin bir kanıtı.İşini sevmeyen kendine itiraf edemese de nişanlısıyla bir gelecek göremeyen Gil bunun sonucu olarak kendini nostaljiye kaptırıyor ve yönetmenin kurgusal bir çevikliğiyle istediği zamanlara gitme şansı buluyor.Bunu yaparken de Ernest Hemingway olsun,Salvador Dali olsun,Paclo Picasso olsun o devrin bütün ünlü şahsiyetleriyle tanışma ve kafasında soru işaretlerini bulma derdine düşüyor.Tabi bunu yaparkende güzeller güzeli Adriana(Marion Cotillard)’ya rastlaması ve arka fondaki Paris’in de izniyle aradığı romantizmi bulması kaçınılmazdı.Tabi bu sorgulama sürecenin sonunda altın çağ nostaljisine dair çıkarımların da yersiz olduğu asıl güzelliğin şimdiki zamanda olduğu filmin son karesiyle de resmiyet kazanmış oluyor.
Filmdeki önemli şahsiyetler ise;

Fazla bilgiden göz çıkmaz dedirten filmden bazı anektodlar;

  • Before Sunset filminde de yer alan Paris'in en eski kitapçısı Sheakespeare and Company bu filmde de karşımıza çıkıyor
  • Lost generation (kayıp kuşak) amerika doğumlu ama kendilerini amerikalı olarak görmeyen yazar grubu.Bunlara örnek F.Scott Fitzgerald,T.S. Eliot,Ernest Hemingway,Waldo Pierce vs. Ünlü yazarların o tarihlerde Paris'de neden yer aldığının bir kanıtı http://en.wikipedia.org/wiki/Lost_Generation Ayrıca E.Hemingway'ın filmde de Paris'i tanımlamak için kullandığı kitabı A Moveable Feast (türkçeye Paris bir şenliktir) Paris'de geçirdiği beş yılı anlatan anı kitabı
  • Gil'in Salvador Dali,Luis Bunuel ve Man Ray ile masada sürrealizm üstüne konuşurken Dali'nin örnek olarak verdiği fikirlerinin sanatına dönüştüğü resimleri İsa resmi,eriyen gözyaşı ve saat aforizması ve en son o meşhur gergedanı;
*
Share/Save/Bookmark

Kavgada Söylenmez

Yönetmenlerden özellikle sinema dünyasını derinden etkilemiş,akımlar yaratmış yönetmenlerden bunları duyacağım aklıma gelmezdi ama bir yerde rastlayınca aktarmak istedim.Öyle yönetmenlerin örnekleri var ki sinema yönetmeni olmalarını geçtim esas olarak sinema dehası,sinema kuramcısı,sosyolog ve ya filozof olarak tanımlanan bu yönetmenlerin böyle yorumlarının yer yer bayağı sözlere varacak kadar meslektaşlarına acıması olmaları düşünce ve duygu dünyalarına yakışmayacak cinsten.Belki herşeyi tüketme ekseninde konumlanan sinema endüstrisindeki gerilen ilişkilerin bir yansıması olarak görebiliriz belki de aslında onların deriden kemikten birer insan olduğunun göstergesi olabilir ya da belki hepsi birer reklamdan ibarettir.

Ama bir  de şöyle bakmak lazım,aşağıda ismi geçen yönetmenler sinemada akımlar yaratacak kadar duygunun yanınında aslen düşünce insanları.Hal böyle olunca sevinçlerinin,üzüntülerin yanında böyle de kötü atfedilen düşüncelerinin olmaları çok normal.Bunlar onların en insana dair yönleri olmalı.Mesela bir örnek vermek gerekirse yönetmenlerin birbirlerine karşı bu sözleri aklıma Woody Allen'ın son filmi Midnight in Paris'deki bir sahneyi aklıma getirdi.Sahnede kahramanımız yayınlanmamış kitabı hakkında Ernest Hemingway'in görüşünü almak istemektedir.Hemingway'in görüşü aşağıdaki sözleri haklı  çıkarır nitelikte.

Hemingway - Görüşüm şu ki nefret ettim.
Gil Pender  - Ama daha okumadın bile.
Hemingway - Eğer kötüyse,nefret ederim.Çünkü kötü edebiyattan nefret ederim.Hele de iyiyse,kıskanırım ve daha fazla nefret ederim.Başka bir yazarın görüşünü almak istemezsin.


Francois Truffaut'dan Michelangelo Antonioni'ye : "Antonioni, hakkında hiçbir güzel şey söyleyemeyeceğim tek önemli yönetmen. Beni sıkıyor; çünkü her zaman ciddi ve espri anlayışı hiç yok."

Ingmar Bergman'dan Michelangelo Antonioni'ye : "Fellini,Kurosawa ve Bunuel, Tarkovsky ile aynı çizgide ilerliyor gibi görünüyor.Ancak Antonioni'nin kendi can sıkıcılığı sebebiyle süresi dolalı çok oldu."

Ingmar Bergman'dan Orson Welles'e : "Benim gözümde sadece muzip biri; çünkü boş,ölü ve hiçbir ilgi çekici yanı yok.'Citizen Kane' ile eleştirmenlerin sevgilisi oldu ve sıkıcılıkta sınır tanımadı. Herşeyin üzerinde, gösterilen performansın hiçbir değeri yoktu. Buna rağmen, bu filmin gördüğü saygıya hala inanamıyorum."

Ingmar Bergman'dan Jean-Luc Godard'a :"Onun filmlerinden hiçbir şey anlamıyorum. Sürekli bir sahte entellektüelllik söz konusu. Sinematografik olarak hiçbir ilginç yanı yok ve son derece sıkıcı.Hayatımda böyle sıkıcı bir adam görmedim. Sanki filmlerini eleştirilmek için yapıyor."

Orson Welles'den Jean-Luc Godard'a : "Yönetmen olarak sinemaya katkısı belli; ancak benden onu bir düşünür olarak ciddiye almamı beklemeyin.Verdiği mesajlar toplu iğne başı kadar etmez."

Werner Herzog'dan Jean-Luc Godard'a: "İyi bir kung-fu filmi ile kıyaslandığında Godard'ın filmleri sahte entel parası gibi geliyor."

Jean-Luc Godard'dan Quentin Tarantino'ya: "Tarantino, prodüksiyon şirketine benim filmimin adını verdi ama keşke onun yerine para verseydi."

Jean- Luc Godard'dan Steven Spielberg'e: "Onu kişisel olarak tanıyorum; ancak filmleri o kadar da iyi değil."

Alex Cox'dan Steven Spielberg'e: "O bir yönetmen değil,şekerlemeci."

Tim Burton'dan Kevin Smith'e: "(Smith Burton'ı Planet of Apes'in sonunu kendi çizgi romanından çaldığı suçlaması üzerine) Beni tanıyanlar hayatımda hiçbir çizgi roman okumadığımı bilirler. Özellikle Smith tarafından yazılan herhangi bir şeyi okumam ise düşünülemez."
Kevin Smith'den Tim Burton'a: "Burton'ın Batman'i çektiğinde hayatında hiç çizgi roman okumadığını anlamıştım."

Kevin Smith'den Paul Thomas Anderson'a: "Onun Magnolia'sını bir daha asla izlemem; ama ibret olsun diye saklarım.Çünkü bu film bir karakterde ya da bir çalışmada davul gibi şişmiş megolomanlığın bulunmasının ne kadar kötü bir özellik olduğunu çok güzel ortaya koyuyor."

David Cronenberg'den M.Night Shylaman'a: "Bu heriften nefret ediyorum. Sıradaki soru lütfen.."

Ken Russell'dan Sir Richard Attenborough'a: "Kendini tatmin etme duygusu ve filmlerindeki tekrarlar onu bu karikatürün suçlusu yapıyor.Bu hatalar filmlerinin izleyiciye yaşattığı etkinin köküne kibrit suyu ekiyor."








*
Share/Save/Bookmark

24 Kasım 2011 Perşembe

Asya'da Bir Zamanlar Anadolu fırtınası


Dün bahsetmiştim Asya'nın oskarları olarak bilinen beşincisi düzenlenen Asya Pasifik film ödüllerinde Nuri Bilge Ceylan'ın Bir Zamanlar Anadolu'da filmi aday olduğu dört ödülden üçünü kazandı.En iyi yönetmen,en iyi sinematografi ve juri büyük ödülünü kazandı.Nuri Bilge Ceylan 2008'de de yine Üç Maymun filmiyle en iyi yönetmen ödülünü almıştı.Avustralya'nın Gold Coast kentinde düzenlenen ödül töreninde ödülleri filmin yapımcısı Zeynep Özbatur Atakan kabul etti.Önce Cannes da juri özel ödülü şimdide Asya Pasifik'de verilen bu onurlardan sonra oskarlar yolunda her geçen gün umudumuz daha da artıyor.Belki en iyi yabancı film oskarına kadar gitmez bu durum ama yinede en iyi beş film arasına girmek bile türk sineması adına büyük bir adım olacaktır.Bakalım önümüzdeki günler türk sineması adına ne gösterecek bizlere.

Asya Pasifik Film ödüllerinde diğer kazananlara gelicek olursak;
  • En iyi film : Jodaeiye nader az sımın (A Seperation)
  • Juri Büyük ödülü: Bir Zamanlar Anadolu'da
  • En iyi çocuk filmi: Buta
  • En iyi çokcuk filmi(Juri büyük ödülü) : Bad o meh(Wind and Fog)
  • En iyi animasyon filmi: Madangeul naon amtak(Leafie)
  • En iyi belgesel filmi: Jag var vard 50 lamn(I was worth 50 sheep)
  • En iyi sinematografi: Gökhan Tiryaki (Bir Zamanlar Anadolu'da)
  • En iyi yönetmen: Nuri Bilge Ceylan (Bir Zamanlar Anadolu'da)
  • En iyi yönetmen: Andrei Zviagintsev (Elena)
  • En iyi Senaryo: Denis Osokin(Silent Souls)
  • En iyi Senaryo(juri ödülü) : Yoon Sung-Hyun(Bleak Night)
  • En iyi kadın oyuncu:Nadezhda Markina(Elena)
  • En iyi erkek oyuncu: Wang Baoqiang (Mr.Tree)




*
Share/Save/Bookmark

Sanatta Yaratıcılık II









*
Share/Save/Bookmark

23 Kasım 2011 Çarşamba

Asya Pasifik Film Ödüllerinde NBC damgası

Bu yıl beşincisi düzenlenecek Asya Pasifik Film ödüllerinde Nuri Bilge Ceylan'ın Bir Zamanlar Anadolu Filmi en iyi film,en iyi yönetmen,en iyi senaryo ve en iyi sinamatografi dallarında aday oldu.24 Kasım günü aradaki saat farkından dolayı birkaç saat sonra kazananların açıklanacağı ödül töreni Avustralya'nın Gold Coast kentinde yapılacak.Daha önce Asya Pasifik Flm ödüllerinden Nuri Bilge Ceylan 2008 yılında Üç Maymun filmiyle en iyi yönetmen ödülü almıştı.





*
Share/Save/Bookmark

Zaytung Sinema Dergisi II


sırf bedavası için bile alınır:)

*
Share/Save/Bookmark

Yıllar sonra Hobbit'ler

Empire dergisi efsane seri Yüzüklerin Efendisi serisinin onuncu yılı şerefine canımız ciğerimiz hobbitlerimizi tekrar biraraya getirdi. Fotoğrafdaki kadromuz ise; Elijah Wood (Frodo), Sean Astin (Samwise Gamgee), Billy Boyd (Pippin), Dominic Monaghan (Merry)






*
Share/Save/Bookmark

20 Kasım 2011 Pazar

Empire Batman Kapağını seçiyor




Sinema dünyasının en önemli dergilerinden biri sayılan Empire dergisi yakında vizyona girecek Christopher Nolan'ın Batman üçlemesinin son filmi Batman The Dark Knight Rises için iki farklı kapak hazırladı.İnternet sitesinden duyurduğu üzere bir tanesinde Batman(Christian Bale) bir tanesinde de ezeli rakibi Bane (Tom Hardy)'i görüyoruz.Yeni kapak iki ay sonra ocak  2012 sayısında yer alacak.

http://www.empireonline.com/rises/



*
Share/Save/Bookmark

19 Kasım 2011 Cumartesi

Efsaneler Ölmez; Ö.Lütfi Akad (1916-2011)


Türk sinemasının daha sektörleşemediği yani Yeşilçam sinemasının daha çok başlarında sinemanın geniş halk kitlelerince sevilmesini sağlayan Ayhan Işık,Yılmaz Güney gibi yıldızların ilk dönem filmlerine imza atan usta yönetmen Ömer Lütfi Akad aramızdan ayrıldı.

1948 yılında ilk filmi "Vurun Kahpeye" ile o zamanın gişe rekorlarını altüst eden Akad daha sonraları Ayhan Işık'ı üne kavuşturacak ve polisiye türdeki kent filmleri furyasını başlatacağı "Kanun Namına"yı çekti.1955 yılında Yaşar Kemal'in senaryosunu yazdığı "Beyaz Mendil" ve 1959 yılında senaryosunu Atilla İlhan'ın yazdığı "Yalnızlar Rıhtımı" o dönem ses getiren yapıtlarından bir kaçıydı.

Yine Ayhan Işık gibi ilk filminde oynayacağı daha sonraki yıllarda sinemanın çirkin kralı olarak adlandırılacak Yılmaz Güney'e sinemada Hudutların Kanunu ve Kızılırmak Karakoyun gibi filmlerinde ilk şansı vererek yeşilçam sinemasının yakışıklı avrupai jönlerine karşı Anadolu insanını temsil eden bir efsanenin doğuşuna yardımcı olacaktı.

Yetmişli yıllarda belgesel sinemacılığında da başarılı örnekler veren Akad Türkiye iç göç sorununu çok başarılı bir şekilde anlattığı Gelin-Düğün-Diyet üçlemesini yaptı.Yetmişli yıllar televizyonun sinemanın alternatifi olmaya başladığı yıllardı ve Lütfi Akad bu yıllarda da televizyon filmi kategorisinde başarılı yapıtlarla sinema seyircisinin karşısına çıktı.




 


FİLMOGRAFİSİ

Vurun Kahpeye 1949
Lüküs Hayat 1950
Tahir İle Zühre 1951
Arzu İle Kamber 1951
Kanun Namına 1952
İngiliz Kemal 1952
Altı Ölü Var 1953
Katil 1953
Çalsın Sazlar Oynasın Kızlar 1953
Bulgar Sadık 1954
Vahşi Bir Kız Sevdim 1954
Kardeş Kurşunu 1954
Görünmeyen Adam İstanbul'da 1954
Meçhul Kadın 1955
Kalbimin Şarkısı 1955
Ak Altın 1956
Kara Talih 1957
Meyhanecinin Kızı 1957
Zümrüt 1958
Ana Kucağı 1958
Yalnızlar Rıhtımı 1959
Cilalı İbo'nun Çilesi 1959
Yangın Var 1959
Dişi Kurt 1960
Sessiz Harp 1961
Üç Tekerlekli Bisiklet 1962
Tanrı'nın Bağışı Orman 1964
Sırat Köprüsü 1966
Hudutların Kanunu 1966
Kızılırmak Karakoyun 1967
Ana 1967
Kurbanlık Katil 1967
Vesikalı Yarim 1968
Kader Böyle İstedi 1968
Seninle Ölmek İstiyorum 1969 [Renkli]
Bir Teselli Ver 1971
Mahşere Kadar 1971
Vahşi Çiçek 1971
Yaralı Kurt 1972
Gökçe Çiçek 1973
Gelin 1973
Düğün 1974
Diyet 1975
Esir Hayat 1974
*
Share/Save/Bookmark

18 Kasım 2011 Cuma

One Day(Bir Gün)



























One Day(Bir gün) Cold Feet,Rescue Me gibi son dönem dizilerin senaryolarından tanınan David Nicholls’un yine aynı adlı romanından senaryoya aktardığı başrollerini Anne Hathaway ve Jim Sturgess’in paylaştığı insanı baymayan romantizmin ve dramanın dozunda olduğu hoş bir film.Gerçi kitap uyarlaması olduğu için kitabı baz alarak değerlendirmek lazım ama kitabı okumadığım için sadece film üstünden değerlendirme yapacağım.Tabi filmle ilgili internetteki yorumlarda kitaptan filme aktarımı sırasında bir çok detayın es geçildiği vurgulanıyor.Yorumlardaki ortak nokta filmin kitabın hızlı bir versiyonu olduğu yönde.Gerçi kitabı senaryoya aktaran yine yazarın kendisi olduğu için eleştirmenin çok da anlamsız olduğunu düşünüyorum.Herhangi bir senarist başka bir yazarın romanını senaryoya aktarırken yazarın asıl anlatmak istediği duyguların filme aktarılması ön planda olması gerekirken ,burda hali hazırda senaristin yazarın kitapta vermek istediğini en iyi bilen olması ve filme aktarılmasını uygun gördüğü detayları aktarması kabul edilebilir ve takdirin yazara bırakılması gereken bir durum.Edebiyatla senaryo yazımı her ne kadar yazınsal benzerlikler taşısa da aslında ikisi çok farklı dinamikleri olan birbirinden alakasız iki disiplindir.Senarist ve yazar diyerek aslında bir kişiden bahsetsem de iki farklı kişiymiş gibi vurgulamak istedim.




Filme gelecek olursak 1988 yılında mezuniyeti gecesi yakınlaşan Emma(Anne Hathaway) ve Dexter (Jim Sturgess)’ın 20 yıla yayılan inişli çıkışlı ilişkilerine tanık oluyoruz.Mezuniyet günü 15 Temmuz tarihini önemli bir tarih.Zira ikilinin hayatlarına dair detayları sırayla her yıl o günkü durumlarını görüyoruz.Yıllara yayılan bu inişli çıkışlı ilişkilerinin temelinde aslında kendi kişilikleri yatıyor.Emma hayata dair savaşma gücü olan iradeli ve hırslı birisidir. Dexter ise tam tersi aile parasıyla hovardalık peşinde koşan kaygısız bir kişidir.İşte zıtlıkların mükemmel uyumu yine burada ortaya çıkıyor ve bir küs bir barışık ilişkileri 20 yıl boyunca devam ediyor.Tabi bu ilişki biçimi bir noktadan sonra birbirlerine ihtiyaç duyma,onsuz yapamama durumunu ortaya çıkarıyor ki işte filmin asıl romantizmi burada ortaya çıkıyor.Tabi bu arada bir keşisen hayatların izlerken Dexter’ın düşüşüne ve Emma’nın da yükselişine tanık oluyoruz.Filmin ve eminim kitabın da esas güzel tarafı burası.Her iki tarafın bütün zıtlıklarını gözler önüne serip aşkın ve dostluğun zorluklar karşısındaki direncini çok iyi gözlemleyebiliyoruz.



Anne Hathaway Emma rolünde çok başarılı.Genç zamanlarındaki ürkekliği olsun,yıllar geçtikçe özgüvenini yansıtması bakımından çok başarılı bir performans ortaya koyuyor.Zaten diğer filmlerinde de her zaman üst düzey performansları ile son dönem başarılı oyuncular arasında gösterilmesi tesadüf değil.Yine aynı şekilde Dexter rolünde Jim Sturgess filmde yıl ne olursa olsun,yaşı ne olursa olsun her daim suratında “kaygısız ama sempatik” mimiğini çok iyi aktarıyor perdeye.İkilinin yaşadıklarına baktığımızda her kişinin üstünden kolay kolay kalkamayacağı zorluklar karşısındaki duruşları ve birbirlerine desteğini gördüğümüzde ilişkilerine saygımız kat be kat artıyor.

Aslında gerçek hayatta da sonuna kadar geçerli olan insan ilişkilerini şekillendiren sevgi emek ister aforizmasını gözümü sokarcasına ama fazla da romantizme bulamadan önümüze seriyor.Her aşk filminin önündeki en büyük engeldir bu. Aşk ve romantizmi dozunda karşı tarafı baymadan aktarabilmek.Gerçi arabesk ağlak türk seyircisi için bu pek kabul görmese de dünya standartlarında aşk filmi tanımı bu yönde olmalıdır.


Sonuç olarak film hoş bir seyirlik sunuyor izleyiciye,tabi esas güzelliğini yakalamak adına diğer bütün uyarlamalardaki gibi kitabın da okunması şart.
*
Share/Save/Bookmark

17 Kasım 2011 Perşembe

Beni Unut Gitsin

















Yönetmen Özer Kızıltan’ı Takva’dan yıllar sonra tekrar seyirciyle buluşturan bir film Beni Unutma.Takva son yılların öne çıkan,üstünde çok tartışılan,yurtdışında ödüller alan ve akademi ödüllerinde ülkemizi temsil etmeye layık görülen başarılı yapımlarından biriydi.Yönetmen Özer Kızıltan bu başarı rüzgarını arkasına alıp üstüne gitmektense sinema adına deyim yerindeyse kuma gömülmeyi tercih etti.Yönetmenliğini dizilerde devam ettirse de sinema anlamında tekrar sahneye çıkmak için 2011’i bekleyecekti.Yine aynı şekilde senarist Burak Göral da Gece 11.45’den yıllar sonra tekrar senaryosuyla sinemaya geri dönecekti.Genç kuşağın sevilen başarılı ismi Mert Fırat’ın başrolünde olduğu filmde genç oyuncular Açelya Devrim Yılhan,Tuba Ünsal,Kenan Ece diğer rollerde karşımıza çıkıyorlar.


Aşka inançlarını kaybettikleri anda birbirlerini bulan Olcay(Açelya Devrim Yılhan) ve Sinan(Mert Fırat) çok yoğun duygusal bir birliktelik yaşamaya başlarlar.Ama yıllar geçtikçe önlerine çıkacak geri dönülemez zorlukta her şeyi bir kenara bıraktıracak bir engel aşkın ,arkadaşlığın ve insana dair bir çok duygunun sorgulanmasına yol açacaktır.


Öncelikle yıllar sonra Özer Kızıltan’ın bu filmle sevenlerinin karşısına çıkması tam bir fiyasko.Şu an en faal oyunculardan Mert Fırat’ın başrolde seçilmesi de tam bir pazarlama stratejisi olarak görmek gerek.Evet son derece başarılı bir oyuncu Mert Fırat ve bu filmde de iyi bir performans sergiliyor ama sadece bu.Filme dair tek artı Mert Fırat ve yeni oyuncu Açelya Devrim Yılhan.Kişilikli yüz hatları ile perdede hiçbir şekilde sırıtmayan,filme konu olan cıvık aşkın aksine yapay olmayan son derece iyi bir ikili oluşturuyorlar.Başrol ikilisinin yanı sıra Anjelika Akbar’ın güzel müzikleri de filmin iyi tarafı ama yine de filmi kurtarmaya yetmiyor.11.11.11 vizyon tarihi olarak belirlenmesi, Mert Fırat’ın yeni filmi olarak lanse edilmesi son derece iyi pazarlandığının işareti ama özellikle Özer Kızıltan adına baktığımızda tam fiyasko demekten kendimi alıkoyamıyorum.


Filmin ilk bölümüne cıvık bir aşk hikayesi,ikinci bölümüne ise dramanın,acının dibine vuran ağlamazsanız hakkımızı helal etmeyiz durumu hakim.Filmin başarı kıstası ağlatma üzerine olmamalı.Olduğu zaman görüyoruz hiçbir şekilde incelikli senaryoya,derinlemesine anlatılan karakterlere gerek duyulmuyor.Zor olsa da kavuşan bir çift son derece mutlu mesut yaşarken milyonda bir musibet bizim sevgi pıtırcığı kahramanlarımıza denk gelir ve hali hazırda bu durum salya sümük ağlamamıza yeter.Alttan da sağlam melankolik bir müzik yerleştirildi mi,üstüne de genç kızların sevgilisi yakışıklı jön bulundu mu işte size gişe başarısı.Sinema dediğimiz şey bu olmamalı.Evet gişede başarı kazandırabilir ama sadece o kadar.Sinemadan çıktığında unutulur gider.Mesela Takva’nın başarısı ve güzelliği hala konuşuluyor ama bu filmi bir kaç ay sonra kim hatırlar bilmiyorum.

Sonuç olarak bir filmin başarı kıstası olarak sizi ağlatmasını bekliyorsanız hiç durmayın koşun bu filme ama ertesi gün hangi filme gittin diye sorulduğunda cevap vermek istiyorsanız işte bu filmin size hitap etmediği kesin.
*
Share/Save/Bookmark

16 Kasım 2011 Çarşamba

Türkiye'nin İlk Kuir Festivali



Pembe Hayat Lezbiyen, Gey, Biseksüel ve Trans (LGBT) Dayanışma Derneği'nin öncülüğünde ilk defa düzenlenen festival 17-24 Kasım tarihleri arasında Ankara'da gerçekleşecek.15 ülkeden 50'ye yakın LGBT temalı filmin gösterileceği festivalde düzenleyeiciler  LGBT hakları mücadelesine sanat aracılığıyla ifade alanları yaratmayı amaçlıyorlar ve son zamanlarda demokratik mücadelelerinde nispeten artan seslerinin daha derli toplu ifade etmek adına çok önemli bir festival bu.Son altın portakalda da ödüller alan yapımlar Zenne ,Nar gibi filmlerin ilk kez seyirciyle buluşacağı seçkide Amerika'dan Kanada'ya,İsviçre'den Hollanda'ya bir çok ülkeden örnekler seyirciyle buluşacak..Birhan Keskin'den Devin Özgür Çınar'a,Tülin Özen'den Mabel Matiz'e bir çok ünlü sanatçıın destek verdiği tanıtım filmi çoğu sosyal paylaşım sitelerinde yayında.Hakim medyada yeteri kadar ilgi görmesede internet üzerinden kendilerine daha rahat hareket alanları buluyor.

Gösterilecek filmler arasında baya iyi yapımlar göze çarpıyor.İstanbul Film festivali kapsamında NTV Belgesel kuşağında görme şansı  bulduğum Genesis ve Lady Jaye'in şarkısı sanatçı Genesis'in sanat ve hayat eşine benzeme hikayesini anlattığı enterasan bir yapımdı.Çarpıcı sahneleriyle olayı dramatize etmeden cinsiyet değiştirme üzerine cesur bir anlatımına sahip.

Eski filmlerden de Dönersen Islık Çal,seksen sonrası gerçekçi Türk sinemasının en güzel örneklerinden biri olarak Beyoğlu'nun arka sokaklarından normal insanlar tarafından başkalaştırılan transeksüel biri ile bir cücenin dostluğunu anlatmasıyla çekildiği dönemde hayli ses getirmişti.

Bunların dışında Müjde Ar'ın yine cesur filmlerinden İnterseks Caniko'nun hikayesini anlattığı Köçek,altın portakal ödüllü Zenne ve Nar,Türkiyeli eşcinsellerin askerlikten muaf olmak için pembe teskere diye adlandırılan çürük raporu alma sürecini anlata "ÇÜRÜK" görülmesi gereken yapımlardan.
Kuir Fest 17-24 Kasım tarihleri arasında Ankara Büyülü Fener sinemasında seyircisiyle buluşacak




Pembe Hayat KuirFest Teaser from kuirfest on Vimeo. *
Share/Save/Bookmark

Behzat Ç. Setinden Manzaralar








Fotoğraflar Ayça Eren nam-ı değer Şule'nin objektifiinden .Hep böyle dizilerin,filmlerin başarısınındaki en büyük etkenin setteki sinerjiden,arkadaşlık ortamından kaynaklandığını düşünürüm.Fotoğraflarda da bu açıkça belli oluyor.

*
Share/Save/Bookmark