28 Ekim 2012 Pazar

Brigitte Bardot Picasso'yu ziyaret ederse







*
Share/Save/Bookmark

26 Ekim 2012 Cuma

SBM Söyleşileri V - Uğur Vardan'a Sorduk


Günümüzde teknolojik gelişmeler ve internetin yaygınlaşması sayesinde web üzerinden bilgi paylaşımı oldukça revaçta.Sosyal medya ise artık eski usul medya araçlarının alternatifi konumuna geldi.Sinema yazarlığı konusunda da internet artık çok cazip bir alan.Artık eski olarak kabul edilen basılı ve görsel medyadan gelen biri olarak bu yeni mecrayı nasıl değerlendiriyorsunuz?

Önce meselenin ‘Alfabe’sinden başlayayım: Doğrusu ben yeni mecranın, yani sosyal medyanın dışındayım; ne facebook’ta, ne de twitter’dayım. Bu genel olarak bir tepki değil, iş yoğunluğu ve kuşak refleksi demek daha doğru olur. Twitter’ın önemini biliyorum ama bizdeki kullanımının bir anlamda her şeye laf yetiştirme alanı olarak görüldüğü kanısındayım. İşin içinde sosyallik de var tabii. Şu an itibarıyla benim laf yetiştirme alanlarım var, Allaha şükür sosyalliğim de yerinde, dolayısıyla bu ‘Post-modern’ gereçlere ‘şimdilik’ gerek duymadan hayatımı sürdürebiliyorum. Sorunuz özeline gelirsek, ‘Eski usul medya’nın, ‘Yeni usulcüler’ce de (site ve blog sahiplerince yani) çok önemsendiğini düşünüyorum. Çünkü yeni ve farklı, alternatifleri çokça olan ifade alanları olmasına karşın (bilmeyenler için söylüyorum, 10 yılı aşkı bir süredir Radikal Spor Servisi’ndeyim ve sekiz yılı aşkın süredir de servisin başındayım. O yüzden zaten sinema ve spor yazarı’ türünden ‘çift kişilikli bir hayatım var), “Blogum var ama gazetenizde yazmak istiyorum” diye başlayan spor ve sinema yazarı adaylarından sürekli mail alıyorum. Bunlara tepkiliyim, çünkü benim durduğum yerden ‘Yazarlık’tan çok muhabirlik, yani mesleğin emek yoğun kısmı daha takdir edici bir durum olarak görülüyor. Ne yazık ki gelen maillerden hissettiğim, ülkede var olan ‘Ahkâm ordusu’na yeni bir nefer olarak katılma duygusu oluyor. Muhabirlik zor, meşakkatli bir iş ve herkes kolay yoldan kendisini ‘Yargı mercii’ olmaya aday görüyor. Bizdeki asıl hedef ‘Kanaat önderi’ olmak. Ama bir yandan bu istekleri de anlıyorum. Çünkü toplumu ‘Spor ya da sinema yazarı’ olarak sunulan değerler de, “Ne var ki bunları ben de yazarım, bunları ben de söylerim” noktasını itiyor insanları.Peki bu gidişatta madem asıl konumuz sinema yazarlığı, bu meslek internet üzerinden nasıl itibar görecek? Eğer servis yöneticileri bu yeni mecraları takip ediyorlarsa, elbette ‘Geleceğin sinema yazarları’nı internet üzerinden keşfedebilirler. Ama sonuçta servis yöneticileri de gazeteciler, dolayısıyla onlar da yukarıda belirttiğim gibi ahkâmcıdan çok muhabirlik özellikleri olan insanları tercih ederler diye umuyorum. Ben ‘Geleceğin sinema yazarları’na sadece şunu önerebilirim; farklı, yerleşik değerlerle sorunu olan, biraz anarşist yapıdaki kalemler dikkat çekebilir (bu tabii ki benim sübjektif bir tanımım, adam muhafazakârdır ama çok güzel yazıyordur, onu bilemem. Lakin iş geçen yıl benim de dahi olduğum bir tartışmada olduğu gibi sansürcülük ve yasaklama boyutuna gelirse o noktada söz konusu kişilerim ‘Sinema yazarlığı’ nosyonu bence biter). Ama bu dikkat çekicilik sadece bu özellikler üzerine kurulamaz elbet. Bu aykırı yazılar aynı zamanda bilgi, birikim, vicdan, ideolojik duruş, mantık ve izan da barındırmalı. Ki böyle birileri varsa, futbol deyimiyle ‘Zaten Real’de oynar’.

Peki internetteki sinema ile ilgili oluşumları, blogları takip ediyor musunuz? İçerik olarak ne durumdalar sizce?
Doğrusu takip etmiyorum. Bunda da gerçek gerekçem, kendi iş yoğunluğum. Ömrüm film ve maç izlemek, serviste bulunmak, sayfalarla uğraşmak, arada bir dostlarla içmekle geçiyor. Bu tempo kitap okumayı bile güçleştiriyor. Ayrıca bir de özel yaşam var, sevdiğinle bile özellikle futbol sevdası yüzünden problem yaşıyorsun. Dolayısıyla bir kere okuma konusunda seçici oluyorsun. Bana, şu ana kadar önceki kuşaktan ve kendi kuşağımdan keşfettiğim ve güvendiğim isimlerin yazıları yetiyor. Yeni kuşaktan da özellikle Evrensel gazetesinden Çağdaş Günerbüyük ve bizim gazeteden Erman Ata Uncu’nun yazıları yetiyor. Elif Tunca’nın da sinema yazarlığını sürekli kılacak bir mecra bulmasını isterdim. Ancak biri, “Şu yazıyı okusana, ne güzel” ya da “Çok iyi analiz etmiş” türünden uyarılarda bulunursa göz atabiliyorum. Mesela Sabah gazetesinden (kendisi için eski öğrencilerinden de diyebilirim) Olkan Özyurt, özellikle Türkiye sinemasına ilişkin uyarılarda bulunuyor, Olkan’ın tavsiye ettiklerine göz atıyorum. 

Sinemayla ilgili yazılan bu kadar yazı,  bir nevi “ağzı olan konuşuyor” havası yaratır mı? Ya da başka deyişle eski tarz yazarlığı daha da yüceltir mi?

Valla her şeyin ilacı zamandır. Eğer bunca yazı çizi içinden geleceğe kalmaya değer olanlar varsa zaten kalır. Ben günümüzde keşfedilmemiş bir yetenek olmadığına inanmıyorum. Aksine ortalıkla (yazılı ve görsel basın için söylüyorum) iteklenmiş, bir yerlere zorla getirilmiş ve geldiği yeri korumak için bin bir takla atmak zorunda kalan (ki durumları itibariyle aslında çok da acınası haldeler) yeteneksizler olduğuna inanıyorum. Ama bu yaşadığımız toplumla ilgili bir sorun. Acun’ları kahraman ilan eden bir toplum elbette bu türden yazı çizi adamlarına da sırtında taşımaya mahkûmdur. 

Sinema eleştirmenleri arasında yakın zamanda sizin de merkezinde olduğunuz Türk sinemasında muhafazakarlık tartışması yaşandı. Uzun uzadıya ne oldu,nasıl oldu diye sormayacağım ama bu tartışmanın sonucunda işe yaradığını,insanların algılarını geliştirdiğini düşünüyor musunuz?

Umarım işe yaramıştır. Çünkü mesele ‘Mazlumken zalim olma’ meselesiydi. Bu, içinden geçtiğimiz dönemde sadece sinemaya ait bir mesele değil. Ben o tartışmada zamanında arka durduğumuz, yanında olduğumuz farklı dünya görüşüne sahip insanların iktidara gelince nasıl bir ruh durumuna büründüklerini de anlatmaya çalıştım. Bugünkü iktidar sahipleri, bence bu tür bir haletiruhiye içindeler. Dolayısıyla onların sanat alanındaki temsilcileri de benzer refleksleri üretiyor. Şiir okuduğu için içeri giren bir Başbakan, fikirlerinden dolayı içeride olan gazetecilerin bulunduğu bir ülkeyi yönetiyor. Ordudan ayrılmak zorunda kalmış bir fikir adamı olarak lanse edilen İskender Pala, sürekli “Onu yasaklayalım, bunu yasaklayalım” diye fikir beyan ediyor. Peki bu türden tartışmalar insanların algısını değiştirmiş midir derseniz, ben çok umutlu değilim. Bizdeki toplum yapısı ‘Güce tapınma’ üzerine kuruludur. Daha önce de bu örneği vermişimdir: Tayyip Erdoğan, Aziz Yıldırım, Fatih Terim…Üç iktidar odağı ve yıllardır bu toplumda, biraz da bu özellikleriyle el üstünde tutuluyorlar.

Tartışmanın yer yer mahalle kavgası denilecek seviyeye kadar inmesi sinema yazarlığı etiketinin halk nazarında etkilendiğini düşünüyor musunuz?

Acaba halkın bu tartışmalardan haberi oldu mu, bilmiyorum tabii. Olsa da sağduyu ve belli bir birikim sahibi dışındakilerin ‘Mahalle kavgası’ üslubundan rahatsız olacaklarını sanmıyorum. Bu ülkede yıllardır ‘Kurtlar Vadisi’ gibi bir dizi el üstünde tutuluyor. Kahvede oturup konuşulanlardan dizi çekiliyor. Askerin başına çuval geçiriliyor ama bu meselenin intikamı gerçek hayatta değil dizide alınıyor (intikam sözcüğünü mesele anlaşılsın diye kullandım, yoksa benim öyle bir isteğim yok, malum kılıçla yaşayan kılıçla ölür, işgalcilerle ortak bir politikaya atılırsanız, günün birinde sizin de kapınızı çalarlar).

İsterseniz biraz da sinemadan bahsedelim. Sizce Türk sineması şu anki seyrini nasıl buluyorsunuz?

Bence en doğru zamanlarını yaşıyor. Üsluplar, hedefler, tercihler oturmuş durumda. Ne türde bir film çekmek isterseniz, o türde ve o yolda ilerleyebilirsiniz. Özellikle 80 sonrası ikliminde acayip bir kafa karışıklığı vardı. ‘Aşk Filmlerinin Unutulmaz Yönetmeni’nde olduğu gibi kökenlerine, geleneklerine ihanet etmek zorunda kalan, bilmediği sularda yüzen, kendisini yüzmek zorunda hisseden birçok yönetmen vardı. Şimdi ise kimse kendi geçmişine ihanet etmek, zoraki yol ayrımları yaşamak durumunda değil. Sadece kendi çizgilerinde iyi film yapıyorlar mı yapmıyorlar mı, bu önemli. Taklit Nuri Bilgeler, taklit Zeki Demirkubuzlar problem yaşatıyor. Çünkü asılları hâlâ aramızda, hâlâ film çekiyorlar, onlar varken imitasyonlarına ne gerek var?

Genç kuşak Türk sinemacılarının filmleri yurtdışındaki festivallerde çokca göğsümüzü kabartıyorlar ve Türk sineması denilince hatırı sayılır bir anlayış oluştu diyebiliriz.Bu durum sinemamızın kalitesini nasıl etkiler? Sayı olarak artmasını sağlarken aynı oranda içerik kalitesini sağlayabilir miyiz?

Bu durumun şöyle bir dezavantajı var, yukarıdaki soruya cevap verirken altını çizmeye çalıştığım gibi orijinal olmak yerine öykünmeye soyunan filmleri çokça izliyoruz. Özellikle geçen yılki Antalya Film Festivali’nde bu türden yapımlara çokça rastlamıştık. Ama şöyle de bir durum var, Antalya’ya biraz da yönetmelik gereği ‘İlk yapımlar’ katılmaya başladı. Kimse daha ilk attığı adımda doğru yolu bulmak durumunda değil. Dolayısıyla bu filmlerin üslup arayışını, yönetmenlerin kendi iç seslerini bulma çabalarını normal karşılamak lazım. Ama sürekli bu türden filmler izlemek (mesela bu yılkı Antalya’da da ‘Ulusal yarışma’daki 10 filmden sekizi ilk filmdi), en azından eleştirmenler olarak bizi yoruyor. Fakat işimiz bu diyerek de sineye çekmek zorunda kalıyoruz, kalmak zorundayız da. Belki bir 10 yıl sonra yeni bir yapı nasıl zaman içinde toprağa oturursa, üsluplar da bu şekilde oturacak diye düşünüyorum.

Film sektörünün yanı sıra aynı oranda büyüyen bir de dizi sektörünü var.Sizce birbirinden zıt iki sektör müdür bunlar, yoksa birbirini geliştiren iki kardeş sektör mü?

Dizilerden kişisel olarak nefret ediyorum. Dertleri sinema değil elbet. Erkekleri futbolun ‘uyuşturucu’ yanıyla elde eden ve giderek aptallaştıran toplum yapısı, ‘öteki’ kısmını, yani kadınları da diziler yoluyla aptallaştırıyor diye düşünüyorum. Evet, birkaç tane iyi dizi olabilir ama sürekli biri bitip diğeri başlarken ve sürekli geçmişin yabancı dizileri ya da bizden ya da dışarıdan romanlar harmanlanıp önümüze kötü birer sinematografiyle konulurken, bunun neresine destek vereceksiniz ki? Ama bu artık bir sektör, sinema yoluyla hayatlarını kazanamayanlar dizi sektörüyle ‘Ekmek parası’nı elde ediyor. Televizyonlar bu yolla ayakta kalıyor, basın da yer yer bu yolla haber yapıyor vs. Yani ortada adı konmamış bir dayanışma var. Kimi genç yönetmenler de diziler yoluyla ‘Oyunculuk provası’ yapan yetenekleri filmlerinde kullanıyorlar, böyle de bir durum var elbette.
Ama genel olarak sinema ve yaratıcılık açısından sınıfı geçen dizi sayısının çok az olduğu kanaatindeyim. Öte yandan mesela Antalya’da dizi yoluyla şöhret olmuş birçok ismin halk tarafından el üstünde tutulduğunu, sürekli birlikte fotoğraf çektirildiğine de tanık oldum. Yani alan memnun satan memnunsa bana çok laf düşmez.

Son zamanlarda istanbul dünya sineması için cazip setlerden biri haline geldi.Büyük gişe filmleri olsun,reytingi yüksek diziler olsun İstanbul’u fon olarak kullanmaya başladılar.Sizce bu durum geçici midir? Kalıcı olması için de neler yapılabilir?

Tabii ki eskimeyi yüz tutan bir sanat olarak sinema da yeni yerler peşinde. Ama İstanbul hâlâ aksiyon filmlerinde yan mekân olarak kullanılan bir kent. Hâlâ Kapalıçarşı’nın çatılarında aptalca koşuşturan insanlar görüyoruz. Üstelik bizim insanımızın ‘röntgenci’ bakışı filmlerde yok. Biz bir kavgaya da araba kazasına öylece durup bakarız. Oysa bu tür filmlerde yerli halk, bir leke gibi duruyor. Ama bizi asıl üzen, rahatsız eden ‘Fondaki bu tür bir kullanım’dan çok, “Bizi hâlâ nasıl gösteriyorlar” oluyor. Bu türden isyana soyunanlar ülkede her yürüyene biber gazı sıkılmasını, işçiye memura öğrenciye copla saldırılmasını, yerde yatan hamile göstericiye tekmeyle vurulmasını pek dert etmiyor. Oysa asıl gurur meselesi yapılacak dertler bu olmalı. Hâlâ “Elin oğlu bizi nasıl görüyor ya da gösteriyor”un peşindeyiz.
İstanbul’un yabancı filmlerde kalıcı olarak kullanılması meselesine gelince bu konuda bizim yapacağımız bir şeyin olmadığını düşünüyorum. Çünkü karar vericiler karşı tarafta. Onlar bu mekânı beğenmişlerse ya da öykülerine uygun bulmuşlarsa gelir çekerler. Ucuz işgücüyse aradıkları, onu bilemem. Ama bildiğim bir şey varsa o da Çek Cumhuriyeti ya da Romanya gibi ülkelerin bu konuda ellerini çabuk tuttuğu ve birçok aksiyon filmi için Batılı sinemacıları kendi topraklarına çektiğidir. Bizse İstanbul’un oryantalist duruşunu ya da Peri Bacaları’nın ilginç mimarisini pazarlayabiliyoruz genellikle.

Peki oyunculuklara bakacak olursak,günümüz oyuncularını nasıl buluyorsunuz? Gelecek vaat eden genç oyuncular kimlerdir sizce?

Valla ben meseleye ‘Yönetmen sineması’ mantığıyla bakıyorum. Doğru oyuncuları, kendi doğru hikâyeleriyle buluşturacak kişiler yönetmenlerdir. Ki bulduklarını da düşünüyorum. Bu kadar genç bir nüfustan elbette doğru oyunculuklar ortaya çıkar. Dizilerin yanı sıra tiyatrolar da oyuncu depoları. Önemli olan, dediğim gibi eşleştirmeler. Ayrıca mesela Ercan Kesal köken olarak oyuncu değil, bir doktor. Ama birçok filmde gayet iyi de oynuyor. Gelecek vaat eden yönetmenleri bulduğumuzda oyuncular meselesi de hallolur diye düşünüyorum.

Yine oyunculuklarla ilgili ,70’li yılların star sistemine benzer bol yıldızlı filmler görmüyoruz.Klasik Türk sinemasına aşina insanları tekrar sinemalara çekmek açısından yeni bir star sistemi kurulmalı mıdır sizce?

Geçmişin formülleriyle yola devam edemeyiz. Nasıl ki artık Ecevit gibi sakin, ılımlı, şair, dünya vizyonu geniş bir liderden çok Erdoğan gibi aklına ilk geleni söyleyen, sürekli masaya yumruğunu vurmakla yoluna devam eden, öfkeli, zaman zaman gölgesiyle kavgalı bir liderle yolumuza devam ediyorsak, yeni toplum da bambaşka bir sinemanın ifadesinde kendisini bulacaktır. İşin ilginci günümüz toplumu süreklilikten değil, sürekli yenilikten ve çarçabuk tüketimden yana. Böyle bir bakış açısına yıldız mı dayanır? Müziğe bakın mesela, süreklilik arz edenler Türk Sanat Müziği formunda karşımıza geliyor ancak. Pop müzik sürekli yeni ama tutunamayan isimler çıkarıyor. Neden acaba? Gelenler hep mi yetersiz? Değil elbet, ama biz artık her şeyden hemen sıkılır olduk. Starlar ve onlara dayalı bir sinema da bizi sıkar… Öte yandan ben de bir entelektüel olarak ‘Star sistemi’ne değil ‘Yönetmen sistemi‘ne inanırım. Benim sinemadaki starım, söyleyecek sözü olan herkestir.

Dünya sinemasından da bahsedecek olursak,son zamanlarda hızla yükselen ülke sinemaları nelerdir? Kemikleşmiş Avrupa sinemalarından Fransa,Almanya veya İngiltere’deki gelişmeler sizce nasıl?

Fransız sinemasının bize daha çok romantik ve kendi ülkesinde iş yapmış örnekleri geliyor. Almanya’dan taze kanlar çıkıyor ve bu isimlerin yapıtlarını, sağ olsun festivaller sayesinde izliyoruz. İngiltere ise dinamik bir sinema sektörüne sahip, kendi içinde parlayan isimler dil avantajlarını da kullanarak Amerika’ya kadar uzanıyor. Ken Loach ya da Mike Leigh türü babayiğitler de değişen dünyaya ayak uyduramayan çoğu işçi sınıfı kökenli kahramanlarını anlatmayı sürdürüyor. Dolayısıyla belki özel bir gelişme yok ama sakin, tutarlı, istikrarlı ve tatmin edici bir gidişat hep vardı, bundan böyle de var olmayı sürdürecek gibime geliyor.

Dünyanın amiral gemisi Hollywood sinemasının su an bir tekrarda olduğu gözleniyor. Eski sevilen filmlerin yeniden çevrimleri,tutmuş seriler ve bol efektli kahraman filmleri şu an revaçta olanlar.Acaba Hollywood üretkenlik anlamında duraklama dönemi mi yaşıyor? Eğer olası bir değişiklik yaşanırsa hangi türde bir gelişme öngörürsünüz?

Şimdiki yeni oyuncak ‘3D’, yani üç boyutlu sinema. Ama bu hevesin de çabuk tüketileceği ve yeniden doğru dürüst öykü anlatmanın öneminin kavranacağı kanısındayım. Hollywood cephesinde yeni bir şey yok ama bu zaten uzun bir süredir böyleydi. Bilimkurgu ağırlıklı pahalı ‘Yaz oyuncakları’ ilgi görüyor, biz kerli ferli eleştirmenler de bu filmleri izleyip, “Yine olmamış” demekten başka bir şey yapamıyoruz. 11 Eylül’de ortalıkta görülmeyen ‘Süper kahramanlar’ da şimdilerde ‘Felsefi paketler’ içinde yeniden piyasaya sürülüyor. Elbette bu halleri daha iyi ama sonuçta onlar da ama sanki ‘Süperlik’ten sıkılmış durumdaydılar. Ortada bir tükenmişlik olduğu elbette doğru. Ben de bu yüzden de tükenmişliği anlatan ve doğru noktalara parmak basan Cronenberg, Haneke, Leigh, Loach gibi yaratıcıları, kafa karıştıran ama bizi felsefi açıdan da bir yerlere pek taşıyamayan Nolan ya da Wachowskiler’den daha çok önemsiyorum.

Hollywood’un yüksek bütçeli yapımlarından bahsetmişken Türkiye’de birkaç örnek dışında yüksek bütçeli filmleri pek göremiyoruz.Bunun temel nedeni olarak neyi görüyorsunuz?

Paramız yok tabii ki. Üstelik parayı har vurup harman savurarak saçma sapan projelere yatırmak da akıl kârı değil. Bence var olan duruşumuz daha mantıklı.

Sinemanın pazarlama bir kısmına girecek ama sizin de fikrinizi merak ediyoruz.Dizi filmlerimiz yurtdışında özellikle arap dünyasında hayli revaçta.Fakat sinema filmlerimiz konu olunca bu talebi pek göremiyoruz.Bunun nedeni sizce nedir?

Bunun nedeni elbette kültürel. Batı’nın size bakışı, algılama biçimi önemli elbet. Batılı entelektüellerin, sinema adamlarının ilgilerini festivallerde görüyoruz ve bu ilginin karşılığını alıyoruz. Ama sinemayı sektörel bazda yönlendirenler orta sınıflardır. Batılı orta sınıfların eğilimleri de, bizim anlattığımız filmlerden yana değil. Eğlence anlayışlarına Hollywood ya da İngiliz sinemasının örnekleri karşılık veriyor. Biz, popüler bir sinema yapmayı denesek bir kere Batı’da bu işi bizden çok daha iyi yapanlar var. Öte yandan ortada bir de köken meselesi var. Bizim espri anlayışımız ya da güldüğümüz şeyler farklı. Mesela ben Cem Yılmaz filmlerinin, aslında son derece sağlam sosyolojik gözlemlere sahip olduğu kanısındayım. Mesela GORA’ ve ‘AROG’un kahramanı Arif, bizim modern dünya maceramızdaki tüm kafa karışıklığımızın eseri ve özetidir. Ama bu filmi Londra’da Türklerin yoğun olduğu bir salonda izleyen The Guardian’ın eleştirmeni, “Birçok sahnede gülüyorlardı ama ben bir şey anlamadım. Sanırım filmde kendilerine özgü göndermeler vardı” türünden şeyler yazmıştı. Benim derdim, bu topraklardan ‘Bir Ayrılık’ türü filmler çıkması ve yaşadığımız dönemle ilgili felsefi ve vicdani hesaplaşmalara soyunacak ‘muhafazakâr kanat’ yönetmenlerine de sahip olabilme şansına erişmemiz. Ama şu ana kadar böyle bir ihtimali ne yazık ki göremiyorum. Çünkü ortada hâlâ ‘rövanşist’ bir görüntü var.

Son olarak sinema yazarlığı yapmak isteyen gençlere öğütleriniz nelerdir?

Ben bir sinema eleştirisi yazısı birçok şeyi içinde barındırabilme: Bilgi, birikim, yazanın ince zekâsı, bakış açısı, üslubu, başka disiplinlerle sinemanın kurduğu bağı yansıtma beceresi, popüler kültüre ilişkin referansları, ideolojik duruşu ve bakışı vs… Bazılarımız bunun bir kısmını, bazılarımız birçoğunu yerine getiriyor.
Benim tarifimde entelektüel bir bakışı arama, hakkı gözetme, vicdan sahibi olma durumu da var. Bu kadar geniş bir perspektife de gençlikte değil ancak belli bir yaşta ulaşılabilir. Ama gençlikte bu hedef için birtakım adımlar atabilir ve çıkış noktanız böyle olursa zamanla, belki de farkında olmadan ‘İdeal’e yaklaşabilirsiniz. Bu yol biraz da çok okumaktan, farkında olarak ya da olmayarak biriktirmekten geçiyor. Okumak ve izlemek şüphesiz bu birikimi sağlamanın en basit yolları. Bazen doğru yol göstericilerine, elinizden tutan insanlara rastlamak da önemli. Ama şurası da bir gerçek, bahsettiğim tanımlara yakın sinema yazarı sayısı genel toplamın yanında o kadar az ki. Yani muhakkak benim tarifimden yola çıkmanız gerekmiyor.
*
Share/Save/Bookmark

Eski Zaman Olur ki; Prenses Leia








*
Share/Save/Bookmark

23 Ekim 2012 Salı

Eski zaman olur ki; Sophia Loren










*
Share/Save/Bookmark

Bond, Sony ile İstihbarat Topluyor!

23. macerasına çıkan James Bond’un yeni filmi “Skyfall”, 2 Kasım’da vizyona giriyor. Bu sefer MI6 saldırı altında ve James Bond hem arkadaşlarını korumak, hem de M’e olan sadakatini kanıtlamak zorunda. Sen de gerçek bir Bond hayranıysan, Sony’nin sürükleyici sosyal medya oyunu “AjanS” bir hayli ilgini çekecek.

Sony, “Skyfall” lansmanı ile birlikte geçenlerde açıkladığı sosyal medya oyununun ilk görevini dün verdi. Bond’un zihni sinir alet edevatları olmadan sıkıntıya düşeceğini düşünen Sony, “4 ekran ile Bond’a yardım et” görevini açıkladı. Q’nun verdiği görevde 4 ekran olarak TV – Tablet – Akıllı Telefon ve Laptop düşünülmüş. Bu 4 ekranın nasıl kullanılacağı da kullanıcılara bırakılıyor.

Q’nun sorusu ise şu şekilde:

“Eğer sen olsan, bu 4 ekrandan hangisini seçerdin ve o ekrana hangi özelliği eklerdin?”

Sen de bir ekran seç, farklı ve Bond’un işine yarayacak bir özelliği Twitter’da #M1benyaptım hashtag’i ekleyerek paylaş. En çok retweet edilen ve Sony jurisi tarafından seçilen fikirlerin sahipleri, Bond’un güvendiği Sony Xperia Tablet S, Gala Gecesi davetiyesi ve Bond 50. Yıl Blu-ray seti kazanacak.

Bakalım gerçekten Bond’a yardımcı olabilecek zihni sinir bir yanın var mı?

Yeni görevleri öğrenmek için, #AjanS hashtag’ini takibe devam et.

https://www.facebook.com/SonyTR
https://twitter.com/Sony_Turkiye #AjanS #M1benyaptım

 

 
 
Bir bumads advertorial içeriğidir. *
Share/Save/Bookmark

22 Ekim 2012 Pazartesi

Laurel ve Hardy'nin birlikte son görüntüleri

Komedi dünyasının efsane ikililerinden Stan Laurel ve Oliver Hardy'nin 1956 yılında Laurel'in kızı Lois Laurel'in Reseda California'daki evinde buluşmalarına ait görüntüleri.Bu buluşma kilolarıyla özleşleşmiş Hardy'inin yaklaşık 60 kilo vermesinden sonra ne kadar değiştiğinin kanıtı.Bundan sonra bir sene içerisinde 2 defa kalp krizi geçiren Hardy 1957 Ağustos'unda hayata gözlerini yummuştu.



*
Share/Save/Bookmark

21 Ekim 2012 Pazar

“A boy’s best friend is his mother.”


*
Share/Save/Bookmark

20 Ekim 2012 Cumartesi

"They're paying for it,you eat it"


*
Share/Save/Bookmark

50 yıl önce bugün sinemalarda






*
Share/Save/Bookmark

3

İnsanlık için kısa ama benim için hayli uzun bir süre.Sinema bir mucizedir olarak 3 yılı devirdik .Her şey gelip geçti hayatlarımızdan,kimileri çıktı kimileri girdi hayatımıza.Ama değişmeyen bir şey vardı o da sinema aşkı.Geriye dönüp baktığımda iyi ki sinema var hayatımda. O olmasa hiç çekilmezdi bu hayat.
Nice senelere Sinema bir Mucizedir...

*
Share/Save/Bookmark

16 Ekim 2012 Salı

Bu işyerinde grev vardır!

Vakti zamanında Disney çalışanları greve gitmiş ve bu görüntüler ortaya çıkmış.









*
Share/Save/Bookmark

15 Ekim 2012 Pazartesi

Bu hafta sinemalarda "Yıldız Savaşları"

 
 

 





 




*
Share/Save/Bookmark