25 Mayıs 2014 Pazar

32 yıl sonra aynı poz, Türk Sinemasının gurur anı

Hani klişe bir laf vardır ya, birlik ve beraberliğe en çok ihtiyaç duyduğumuz şu günlerde diye başlar. İlk defa gerçekten bu kadar birlik ve beraberliğe ihtiyaç duyduğumuz, deyim yerindeyse kan ağladığımız bu günlerde yüzümüzü güldürecek haber geldi Cannes'dan. 
Twitter'da biri yazmış,çok hoşuma gitmişti. "Soma,Okmeydanı,deprem,Köln,Cannes   şizofren olmamak elde değil". Aynen bu yoğun gündemde her günü olaylı bu ülkede biraz olsun nefes almamız gerekliydi ve Ceylan sağolsun yoğun acılar sırasında küçük bir mola alabildik.
İlk gösterildiği andan itibaren bütün sinema yazarlarının ortak görüşü bir başyapıt olması üzerineydi. Zaten Cannes için Nuri Bilge Ceylan yeni tanınmış biri değildi.Gediklisi sayılabilirdi artık. Daha öncesinde Uzak filmiyle  juri büyük ödülü ve genç yaşta kaybettiğimiz Mehmet Emin Toprak'a en iyi erkek oyuncu ödülü kazandırmıştı. Sonrasında Üç maymun ile en iyi yönetmen ve Bir Zamanlar Anadolu'da ile yine juri büyük ödülünü almıştı. 
Yılmaz güney'in Yol filminden 32 sene sonra büyük ödüle ulaşan Nuri bilge Ceylan'a sonsuz teşekkürler.Türk Sinemasının 100. yılında böyle büyük bir onura erişmek her yönetmene nasip olmaz.
Bu yıl 67.'si düzenlenen Cannes film festivalinde kazananlar ise şöyle,
Ana Yarışma Bölümünde;
  • Altın Palmiye: Kış Uykusu (Nuri Bilge Ceylan)
  • Jüri Büyük Ödülü: Le Meraviglie (Alice Rohrwacher) 
  • Jüri Özel Ödülü: Mommy (Xavier Dolan) / Goodbye to Language (Jean Luc Godard)
  • En İyi Yönetmen: Bennett Miller (Foxcathcer)
  • En İyi Kadın Oyuncu: Julianne Moore (Maps To The Stars)
  • En İyi Erkek Oyuncu: Timothy Spall (Mr. Turner)
  • En İyi Senaryo: Leviathan (Andrey Zvyagintsev, Oleg Negin)
  • Altın Kamera Ödülü: Party Girl (Marie Amachoukeli-Barsacq, Claire Burger, Samuel Theis)
  • En İyi Kısa Metraj Film: Leidi (Simon Mesa Soto)

Belirli bir Bakış Bölümünde;
  • En İyi Film: White God (Kornél Mundruczó)
  • Jüri Ödülü: Turist (Ruben Östlund)
  • Belirli Bir Bakış Özel Ödül: The Salt of the Earth (Wim Wenders, Juliano Ribeiro Salgado)
  • En İyi Oyuncu Ödülü: David Gulpilil (Charlie’s Country)
  • Toplu Performans Ödülü: Party Girl (Marie Amachoukeli, Claire Burger, Samuel Theis)

FIPRESCI Ödülleri;
  • Yarışma: Kış Uykusu (Nuri Bilge Ceylan)
  • Yönetmenlerin 15 Günü: Love at the First Fight (Thomas Cailey)
  • Belirli Bir Bakış: Janjua (Lisandro Alonso)
*
Share/Save/Bookmark

23 Mayıs 2014 Cuma

THE ANGRIEST MAN IN BROOKLYN



SİNOPSİS
Komedi esintileri taşıyan bir drama. THE ANGRIEST MAN IN BROOKLYN, en hafif tabirle mutsuz bir adam olan Henry Altmann'la (ROBIN WILLIAMS) başlar. Aşırı huysuz dış görünümüne karşın, Henry'nin bu sertliğinin ardında kesinlikle başka sebepler var. Bu "yaşam içinde bir gün" hikayesinde Henry Altmann'ın günü kötüleşmek üzere. Bir araba kazasının ardından kendini bir çılgınlığın içine soktuktan sonra, Henry bir doktorun muayenehanesinde sabırsız bir şekilde otururken, kendisi de kötü bir gün geçirmekte olan Doktor Sharon Gill (MILA KUNIS) onu kabul eder. Fazla çalışmış, duygusal açıdan tükenmiş ve doktorluğun gerçeği yüzünden hayal kırıklığına uğramış olan Sharon, Henry'de beyin anevrizması olduğunu açıklar. Henry'nin öfkesiyle ve ona ne kadar vaktinin kaldığını söylemesini isteyen bağrışlarıyla karşılaşan Sharon, aniden ona sadece 90 dakika ömrü kaldığını söyler. Haber yüzünden sarsılan Henry, muayenehaneden koşarcasına çıkarak Sharon'ı bir anlık muhakeme eksikliği ve hayal kırıklığıyla yaptığı şey yüzünden afallamış hâlde bırakır. Sharon onu yakalamak için dışarı koşar ama Henry ortada yoktur. Henry şaşkınlık içinde bu ani teşhisle boğuşurken, hayatta nefret ettiği şeyler ve hayatı boyunca incittiği insanların gittikçe büyüyen listesini düşünmeye başlar. Henry, erkek kardeşi Aaron'la (PETER DINKLAGE) konuştuktan sonra yanlışlarını düzeltip eşi Bette (MELİSSA LEO) ve oğlu Th

omas'a (HAMISH LINKLATER) karşı hatalarını telafi etmeye karar verir. Ancak ikinci şanslar için çok geç olduğunu fark eder. Eşi boşanmaya hazır. Kendinden uzaklaştırdığı oğlu ise telefonu bile açmıyor. Bu arada suçluluk duyan ve bir hastanın ölüm cezasıyla kapıdan çıkmasına izin verdiğini fark eden Sharon, yanlışını düzeltmek için çılgınca Henry'yi aramaktadır ama onun daima bir adım gerisindedir. Sonunda Henry'yi Brooklyn Köprüsü'nden atlamaya hazır bir hâlde bulur. Hem Henry hem de Sharon bütün günlerini, yaptıkları hataların peşinden koşarak ve işleri düzeltmeye çalışarak geçirirlerken film, kaderin cilveleri ve yaptığımız seçimlerin sonuçları hakkında açıklayıcı ve rastlantılara dayanan bir öykü anlatır. Daniel Taplitz'in yazdığı ve Phil Alden Robinson (Düşler Tarlası) THE ANGRIEST MAN IN BROOKLYN, bizleri dürüstçe şu teorik soruyla yüzleşmeye zorlar: "Hayatınızda önemli olan nedir? Sizin için önemli olan nedir?"


PRODÜKSİYON NOTLARI
Her birimizin tanıdığı bir Henry Altmann vardır. Çabuk öfkelenen, en küçük bir rahatsızlıkta şalteri atan biri. Ancak muhtemelen bizler de zaman zaman Henry Altmann'a benzer tavırlar göstermişizdir. Çoğu kişi kendine hâkim olsa da Henry nasıl davranılması gerektiği hakkındaki sözlü olmayan sayısız sosyal kuralı çiğner. Bazılarımız onun kurallara karşı bu umursamazlığını özgürleştirici bulsak da Henry sevdiği insanlara karşı davranışlarını daha çok umursamaya başlar. Tanımlanabilir bir karaktere dayanan THE ANGRIEST MAN IN BROOKLYN, aslında yapımcı Bob Cooper'ın dikkatine sunulan bir İsrail filminden doğdu. Cooper; HBO Pictures, Tri-Star ve Production of Dreamworks'ün başkanı olduktan sonra ve Landscape Entertainment'ı yaratmadan önce yıllardır Steven Spielberg'e bağlı olarak yapımcılık yapıyordu. Yapımcı arkadaşı Dan Walker filmin konusunu anlatınca, Cooper hemen kendisine 92 dakika sonra öleceği söylenen bir adamın benzersiz bakış açısını yakalama fikrine kapılır. Cooper şöyle der: "Bu fikri benimsedim çünkü arkasındaki içerik gücünü anladım. "92 dakika veya 92 yıl yaşarsanız, bunlar zamandaki, sonsuzluğa komşu olan küçük anlardır. Öfke, kıskançlık, boş işler ve çekişmeyle zaman harcamamamız gerektiğini düşünürsünüz." Ama bunları yaparız. Bu film önceliklerimizi doğru belirlemediğimizi ancak bu adamın dakikalar içinde neyin önemli olduğunu bulması gerektiğini gösteriyor çünkü ilelebet dünyada kalmayacağını kesin olarak biliyor. "Dan Walker ve Bob Cooper arasındaki konuşmadan yapımcıların filmi çekmeye başlamasına kadar 12 yıl geçti." Daha önce yabancı bir ülkeye ait bir filmin uyarlanmasında senarist Dan Taplitz'le çalışmış olan Cooper'ın, Taplitz'in bu yeni projenin arkasındaki konseptin Amerika'da ve bütün dünyada tutmasını sağlayacak bilgiye sahip olduğuna güveni tamdı. Sadece film hakkındaki bilgiyi okuduktan sonra bile, anlatabileceği hikaye Taplitz'in ilgisini çekmişti. Taplitz şöyle demişti: "Bir adamın muayenehaneye gidip iki saatten az ömrü kaldığını öğrenmesi fikri çok hoşuma gitti. Bana çok hitap etti çünkü yirmili yaşlarımdayken benzer bir deneyim geçirmiştim. Kanser olduğum ve altı ay ömrüm kaldığı söylenmişti. Şu anda hayatta olduğum ortada ama o anı asla unutmayacağım. O özel deneyim hakkında bir şey yazmayı hiç istememiştim ama bu film bana, hayatımın o kısmı hakkında bir şeyler söylemek için harika bir fırsat olur gibi geldi." Günde birkaç sayfa yazan Taplitz, dikkat çekmeye başlayan senaryoyu tamamladı. Anlatılan hikayeye daha büyük bir bakış açısı kazandırmak için Taplitz filmi anlatan üçüncü bir kişi kullandı. Taplitz şöyle demişti: "Hikayeyi güçlendiren o eldeki malzemeyle uyumlu olduğunu gördüğüm bir teknikti". Taplitz'e göre her erkek Henry gibidir. Karakteri ilişkilendirilebilir kılan özellikleri ve kusurları ortaya çıkarmak onun için çok önemli. "Henry herkesin hissettiği şeyleri bir üst boyuta taşıyor. Duyguları bu çevredeki her şey tarafından, küçük aşağılanmalar tarafından tetikleniyor. Ama o tetiklenmeler herkeste mevcut. Sadece çoğumuz onları yutup yaşamımıza devam ediyoruz." Taplitz'in senaryosu ve karakteri geliştikten sonra, Akademi Ödülü® adayı yönetmen Phil Alden Robinson projeye dâhil oldu. Robinson, Taplitz'in senaryosunu iki yıldan fazla bir zaman önce okumuş ve hissettiği duyguların paralelliği onu anında cezbetmişti. Robinson, "Henüz belki üç sayfa yazmıştım ki neredeyse gözyaşları içinde gülmekte olduğumu fark ettim" demişti. "Gittikçe güzelleşiyordu. Senaryoya âşık olmuştum ve bu filmi çekmek gerektiğini düşünüyordum."

Bu kadar öfkeli birini oynama fikri Williams'ı cezbetmiş. Williams bu konuda "Oldukça cesaret isteyen bir işti. İnsanlar bana 'Ne kadar tatlısın' diyor" demişti. "Ama bu adam tatlı değil. Öfkeli biri. Üstelik 90 dakika ömrü kaldığı söylendiğinde risk daha da artıyor. Benim açımdan Henry'yi oynamak büyük bir rahatlamaydı." Filmde Williams alaycılıktan fiziksel temasa kadar farklı öfke seviyelerini açıklıyor. Williams: "Oynadığım karakter yıllardır öfkeli. Oğlu öldükten sonra daha da kötü olmuş. Dibe vurmuş. Eşinin filmde dediği gibi, eskiden etkileyici ve pislikken artık sadece pisliğin teki. Ve artık hiçbir şey ona doğru gibi gelmiyor.
"Williams, Henry Altmann'ı geliştirmenin, "iç popo deliğini bulmada çok faydalı" olduğunu söylemişti. Bu kadar pişmanlık bilmeyen birini oynamak, Williams için çok özgürleştiriciydi çünkü "İnsanlar doğal bir hayatta kalma mekanizması olarak o yönlerini örtbas etmeye çalışırlar" demişti. "Ana kadronun her bir üyesi ya Akademi Ödülü'ne® ya da Altın Küre'ye® aday gösterilmiş veya onu kazanmıştı. Mitchell bir yapımcı olarak ortada öyle bir yetenekler topluluğu olduğunu hissetti ki geriye izlemekten başka bir şey kalmamıştı. Mitchell: "Hepsi harikaydı. Hepsi bu projeyi çok seviyor çünkü hepsi de uzun zamandır projenin içinde."
Robinson: "Henry'yle buluştuğumuzda konu, bir insanın yaşayabileceği en korkunç gün hakkında oluyor. Robin bu rolü çok güçlü bir dürüstlük, gerçekçilik ve açıklıkla oynuyor ve bunu izlemek harika." Duygusuz bir 90 dakika yaşam beklentisi teşhisiyle Henry'ye aklın alabileceği en kötü haberi verip dünyayı başına yıkan kişi de Mila Kunis'in canlandırdığı Doktor Sharon Gill.

Kunis de senaryoyla yıllardır ilgileniyor. Bunun birçok kişinin, hayatının bir aşamasında düşündüğü bir kavramın alışılmadık bir yorumu olduğunu düşünüyor. Robinson: "Sharon bezgin, fazla çalışmış, çok gergin ve genç bir doktor. Yaşamı, Henry'nin yaşamıyla iç içe geçiyor. Hayatının bu en kötü gününde Henry'ye sırf muayene odasından çıkıp gitsin diye 90 dakika ömrü kaldığını söylüyor. Kunis: Bence o, iyi niyetli bir kız. Hep iyi niyetli olmuş ama yaşamına ve kariyerine bir zamanlar duyduğu tutkuyu kaybetmiş. Yanlış yola sapıp hatalı kararlar almış ve Henry'yle karşılaşana kadar kendisini nasıl toplayacağını bilememiş." Sharon ve Henry arasındaki ilişki, filmde anlatıldığı kadarıyla kriz hâlindeki iki kişi karşılaştığında nasıl olursa öyle. Bir hastasına bu kadar vurdumduymaz bir teşhis koyarak korkunç ve sorumsuzca bir hata yaptığını fark eden Sharon, Henry'yi bulup hayatını kurtarmak için bir yolculuğa çıkıyor. Kunis: "Bu deneyim sırasında, kulağa ne kadar ucuz gelse de Henry onu kurtarıyor ve kendisinin daha değerli olduğunu ona fark ettiriyor. Çünkü bence canlandırdığım karakterin senaryo boyunca bocaladığı sorun, daha iyisini hak ettiğine inanmaması. Henry'yi fiziksel olarak kurtarmaya çalışması, onun da Sharon'ı gerçek mutluluk yoluna sokması hikayeye çok güzel bir bakış açısı katıyor." Henry Sharon'ın yanından ayrıldıktan sonra ilk iş olarak, Peter Dinklage'ın canlandırdığı erkek kardeşi Aaron'la birlikte işlettiği hukuk firmasına gider. Önceleri Henry'nin aniden hayatı sorgulamaya başlamasıyla kafası karışan Aaron, ağabeyinin bu tuhaf davranışını Sharon Henry gittikten hemen sonra oraya gelene dek göz ardı eder. Sharon ona Henry'nin durumunu söyleyince Aaron'ın ağzı açık kalır ve geç olmadan Henry'yi bulma konusunda Sharon'la güçlerini birleştirir. Dinklage: "Aaron ağabeyinin onun için ne kadar önemli olduğunu, onu kaybetme ihtimali baş gösterdiğinde fark ediyor. Onu kanıksamış ve bence bu, hepimizin yaptığı bir şey. Birbirimize gerektiği gibi bağlanmıyoruz. Ağabeyinin yolculuğu, kendi hayatında neyi değiştirmek istediğini merak etmesini sağlıyor." Robinson: "İlk başlarda filmi Toronto'da çekmemiz önerilmişti. "Toronto'yu seviyorum. Harika bir şehir ama Brooklyn'in eşsiz bir yer olduğunu biliyordum. Mimarisi, Arnavut kaldırımlı taşları, yeni binaları, şehir yaşamı, sokaktaki insanların Hasidim'den rapçilere, Jamaikalı Rastafaryanlardan gençlere ve yaşlılara kadar uzanan çeşitliliğini başka bir yerde taklit edebileceğimi sanmam. Beni, filmi Brooklyn'de çekmeye iten de buydu. Filmdeki her sahnenin içinde Brooklyn'in hayatı var."

Film, seyircilere herkesin hayatında hatalar yaptığı, herkesin pişmanlıkları olduğunu ve herkesin kendi ölümlülüğünün farkında olduğu anlayışıyla evrensel bir seviyeden ulaşıyor. Pişmanlık karanlığında yaşamaktansa film kişisel bir telafinin hikayesini anlatıyor. Mitchell: "Bence herkes geriye dönüp hayatı üzerine düşünme fikriyle bağ kurabilir." Cooper: "Ve herkes hoşnutsuz, mutsuz olma ve değişmeye çalışma hissini anlayabilir. Bence insanlar bu karakterlerde kendilerinden gölgeler görüyorlar. Tıpkı hayattaki gibi, bazen acı çekerken gülmekten kendinizi alamıyorsunuz.
Umarım seyirciler filmi izlediğinde gülerler ve etkilenirler. Bu, bir şeyde mizah bulup sonunda etkilenmek demek."
Williams, seyircilerin filmi katartik bulmasını umuyor. Kunis de benzer şekilde seyircilerin filmden ilham almış ve mutlu bir şekilde çıkmasını umuyor. Kunis: "Umarım hayatlarını değiştirme ve onları daha iyi kişiler hâline getirecek kararlar alma isteğiyle çıkarlar."



*
Share/Save/Bookmark

ŞEKER PORTAKALI 23 Mayıs'ta Vizyona Giriyor

  • Vizyon Tarihi:23 Mayıs 2014
  • Yönetmen: Marcos Bernstein
  • Oyuncular: :  Joao Guilherme de Avila, José de Abreu
  • Yapımcı: Katia Machado
  • Senaryo: Marcos Bernstein, Melanie Dimantas
  • Görüntü Yönetmeni:Gustavo Hadba
  • Kurgu:Marcelo Moraes
  • Müzik: Armand Amar
  • Yapım Yılı: 2012
  • Ülke: Brezilya
  • Süre:99 dk.
  • Dağıtım: M3
  • İthalat: Calinos Films

Tüm dünyada 16 dile çevrilerek 19 ülkede milyonlar satan, 20. yüzyılın başyapıtlarından biri olarak kabul edilen Şeker Portakalıromanından uyarlanan MY SWEET ORANGE TREE / ŞEKER PORTAKALI, sevgiyi kendisi bulmak zorunda kalan ve günün birinde acıyı keşfeden küçük bir çocuğun öyküsünü anlatıyor. Film 23 Mayıs'ta vizyona giriyor.
Filmin konusu:
Brezilyalı yazar José Mauro De Vasconcelos'un çocukluğundan derin izler taşıyan hikayede, çok yoksul bir ailenin oğlu olan Zezé, hayatın karşısına çıkardığı sarsıntı ve zorlukları hayal gücünün yardımıyla, yazarak aşabileceğini keşfeder. Yeni taşındıkları evlerindeki portakal ağacı ise, artık en iyi arkadaşı olmuştur.



*
Share/Save/Bookmark

21 Mayıs 2014 Çarşamba

Christian Marclay’in 24 Saatlik Sinematik Başyapıtı Salt Beyoğlu'nda

Christian Marclay’in 24 Saatlik Sinematik Başyapıtı

The Clock 9 Mayıs’ta SALT Beyoğlu’nda açıldı.



SALT’ta Sergi: The Clock
Christian Marclay






9-25 Mayıs
SALT Beyoğlu, Açık Sinema





Sanatçı Christian Marclay’in 2010 tarihli sıradışı video işi The Clock [Saat], 9-25 Mayıs tarihlerinde
SALT Beyoğlu’nda 24 saat boyunca izlenebilecek.

Marclay, The Clock’ta sinema tarihinden zamanın akışına vurgu yapan binlerce sekans kullanır. Kol saati, saat kulesi, çalar saat, hatta guguklu saat görüntüleri orijinal içeriklerinden çıkarılıp kronolojik olarak 24 saatlik gerçek zamanlı bir kurgu şeklinde yeniden düzenlenmiştir. Çok sayıda sinemasal dönem, kurgu, stil ve türün sıralandığı The Clock, birbirinden farklı bu film kesitlerini, zamanın durmak bilmez ilerleyişinin işin hikâyesine dönüştüğü anlamlı bir bütün hâlinde bir araya getirir.

Yerel saate göre işleyen The Clock, bir görüntü deposu olarak her bir dakikayı, ağır dramdan Hollywood türü gerilime, alelade bir iş gününden büyük bir aşka çeşitli sahnelerle göz önüne serer. Ayrıca, gerçek bir saat gibi işleyerek izleyicilere o an günün hangi saatinde olduklarını gösterir. The Clock, dakika dakika sonsuz bir çelişkiyi; zamana kimsenin hükmedemeyeceğini anımsatır.

Üç yıllık yoğun bir araştırma ve çalışmanın ürünü olan iş, “zamanımızın başyapıtı” (The Guardian) ve “tek kelimeyle vurucu” (The Huffington Post) olarak nitelendirildi; 54. Venedik Bienali’nde Altın Aslan ödülüne layık görüldü.

The Clock bugüne dek Londra, New York, Kudüs, Ottawa, Seul, Venedik, Moskova, Toronto ve Los Angeles gibi kentlerde sergilendi. İlk gösterimi Ekim 2010’da Londra’da White Cube’de gerçekleştirilen iş, Ocak 2011’de New York’ta Paula Cooper’da yer aldı. O tarihten bu yana, 2011’de Illuminations sergisi kapsamında 54. Venedik Bienali ile British Art Show: 7 kapsamında Hayward Gallery, Los Angeles County Museum’da (LACMA); 2012’de New York’ta Lincoln Art Center’da; 2013’te San Francisco Museum of Modern Art (SFMOMA) ile New York’ta Museum of Modern Art’ta (MoMA) ve son olarak Guggenheim Bilbao’da (18 Mayıs’a kadar) gösterildi.


Christian Marclay’in işleri, son 30 yıl içerisinde dünya çapında birçok kurumda sergilendi. 2003’te Los Angeles’ta UCLA Hammer Museum tarafından gerçekleştirilen retrospektif sergisi, Kuzey Amerika’da başka kültür kurumlarının yanı sıra Fransa, İsviçre ve Birleşik Krallık’a taşındı. Sanatçının video işlerine odaklanan ve 2007’de Paris’teki Cité de la Musique tarafından hazırlanan Replay adlı gezici sergi, 2008’de Montreal’da DHC/ART’ta açıldı. 2010’da Whitney Museum of American Art, Marclay’in “grafik notaları”nın farklı performanslarla müzisyenlerin yorumuna açıldığı Christian Marclay: Festival adlı kişisel bir sergi düzenledi.

9-25 Mayıs tarihlerindeki The Clock gösterimi boyunca SALT Beyoğlu’nun giriş katı 24 saat açık olacak. The Clock, gösterim için mekânsal açıdan yeniden düzenlenen Açık Sinema’da yer alıyor. SALT Beyoğlu, Pazar 18.00’den Salı 12.00’ye kadar kapalıdır.


The Clock, Christian Marclay.
Paula Cooper Gallery (New York) ve White Cube (Londra) izniyle



*
Share/Save/Bookmark

19 Mayıs 2014 Pazartesi

Gündeme dair; Bu filmi daha önce görmüştük

Malumunuz ülke olarak oldukça acılı dönemden geçiyoruz. Kelimelerin anlamsız geldiği bu noktada ölenleri geri getirmeyeceğini bilmenin üzüntüsüyle sadece ileride bunları yaşamamak adına bir iki kelam etmek gerek. Aslında bu yaşananlar ilk değildi. Hem maden faciası olarak hem de muktedirlerin sistematik katliamları olarak. Uzun uzadıya anlatmak için ne bu sayfa yeter ne de zaman. Soma üzerine yazılanları okurken bir yorum dikkatimi çekti. Aslında son zamanlarda bütün yaşadıklarımızı özetliyordu. "Bu artık devletsiz bir milletin çetelerle mücadelesidir." gerçekten de öyleydi. Artık tek umudumuz başımızdakinin tarihteki muadillerinin sonları gibi yaptığı işin fıtratında olan sonu yaşamasıdır.

Evet dediğimiz gibi bu yaşadıklarımız ilk değildi. Sinema gibi sonsuz görsel ansiklopedimizde yaşadıklarımızın bire bir aynısı örneklere sahibiz. Maden faciası sonrası hemen hemen herkesin aklına gelen iki filmden biraz bahsedelim. İlki sinema tarihimizden 1978 yapımı Yavuz Özkan yönetmenliğinde Cüneyt Arkın ve Tarık Akan'ın başrollerinde dönemin Antalya altın portakal film festivalinde en iyi film,en iyi erkek,kadın ve yardımcı kadın oyuncu ödüllerini alan Maden filmi. 80 darbesine doğru siyasal tarihimizdeki 60 demokrasisi denilen o en çalkantılı ve bence o dönemi yaşamadım ama şimdiye kıyasla en onurlu yıllarında, Türk sinemacıları sinema sanatının var olma amacını yerine getirerek toplumsal olaylara kayıtsız kalmadan toplumsal belleğimize bu filmi kazandırdı. Film; kötü koşullar altında çalışan maden işçilerini bilinçlendirerek patronlara karşı birlik olmayı çabalayan devrimci İlyas'ı (Cüneyt Arkın) anlatır.O sıralarda göçük altında kalan işçilerin etkisiyle diğer işçilerde yavaş yavaş sendika bilinci oluşmaya başlar. Bunun üzerine işçilerinin biraz da olsun dikkatini dağıtmak için madenin sahibi kapitalizmin en büyük silahı yani eğlenceyi kullanarak şehre lunapark getirtir. İlyas ve Nurettin(Tarık Akan) bilinçlendirme faaliyetlerini yürütürken çalışma koşullarını düzeltmek için imza kampanyası düzenlerler. Tabi bu durum patron sahiplerinin işine gelmez ve İlyas'a suikast düzenleme noktasına kadar gelirler. Bundan sonra işçilerin dayanışması iyice artar ve İlyas'ın göçük altında kalmasıyla zirveye ulaşır,sonuç olarak greve giderler. O döneme göre oldukça sıradan gelebilecek ama şimdi düşününce neredeyse ütopik görünen bu hikaye döneminde takdir toplamış ve alkışlanmıştı. Sanki gelecekten bir filmden bahsediyormuşuz gibi şuanki bize ne kadar uzak görünüyor bu hikaye. Patrona karşı çıkma,mücadele,grev ve kazanma. Tekrar tekrar izlenilesi ve ders alınası bir başyapıt.



Diğer akla gelen film ise Emile Zola'nın aynı adlı romanından beyazperdeye aktarılmış Germinal. Zola'nın ölümünden sonra Germinal, tartışmasız onun en iyi eseri olarak atfedilmiştir. Cenazesinde işçiler toplanmış ve Germinal! Germinal! diye bağırdıkları rivayet edilir. O zamandan itibaren kitap işçilerin çalışma şartlarını sembolize eder duruma gelmiş ve madenci sınıfı kültüründe önemli bir kilometre taşı olmuştur.1993 yapımı Gerard Depardieu ve Renaud'un başrollerinde oynadığı versiyonu tıpkı Maden gibi tekrar tekrar izlenilesi, Zola'nın başyapıtı da şiddetle okunasıdır.


Merak edip izlemek isteyenler için de buyrunuz.


Maden - Tarık Akan & Cüneyt Arkın (1978 - 90dk) | Alkışlarla Yaşıyorum *
Share/Save/Bookmark

13 Mayıs 2014 Salı

Son üç gün sinemalarda


Bu kalbinizi durduracak aksiyon filminde, Kevin Costner’ı uluslararası bir casus rolünde izliyoruz.
Costner’ın canlandırdığı Ethan, ailesini işinin gerektirdiği tehlikelerden korumak isterken, onlarla arasına
mesafe koymuştur, ama artık bu işleri bırakıp uzak kaldığı eşi ve kızıyla arasını düzeltmek istemektedir.
Ancak önce son bir görevi tamamlaması gerekir, ancak bunu yaparken bir yandan karısı şehir
dışındayken on yıldır ilk defa kızına bakmak, bir yandan da dünyanın en azılı teröristini yakalayıp avlamak
zorundadır. Son 3 Gün’ün başrollerinde Kevin Costner’ın yanı sıra, Hailee Steinfeld, Johnny Depp’in yeni
sevgilisi Amber Heard ve Connie Nielsen de rol alıyor. Filmin senaristi Luc Besson ve Adi Hasak,
yönetmeni ise McG.

PRODÜKSİYON NOTLARI
Yönetmen McG’nin aksiyon ve gerilimi muhteşem bir biçimde harmanladığı Son 3 Gün filminde, Ethan
Renner kurnaz, tehlikeli, yarı emekli bir ajandır. Hayatı boyunca kötü adamları ortadan kaldırmakla, kızı
ve karısından daha fazla ilgilenmiştir. Amber Heard tarafından canlandırılan esrarengiz Vivi ona
reddedemeyeceği bir teklif yapar, bunun üzerine Ethan hem kızıyla ilgilenmek, hem de dünyayı
Avrupa’nın en tehlikeli teröristinden korumak zorunda kalır. Daha önceki filmleri Charlie’s Angels ve This
Means War’da olduğu gibi yönetmen McG uluslararası casusların kişisel dünyasına dalıyor, bu defa
Paris’te ailesiyle tekrar bir bağ kurmaya çalışan tecrübeli bir ajanın gözünden. Film kahraman ajanların
aile ve iş hayatlarının ardındaki gerçeklere de ışık tutuyor. Ethan işiyle ilgili ne yapacağını çok iyi
bilmesine rağmen söz konusu ergen kızı olunca ne yapacağını bilemiyor. Bir yandan büyük bir felaketi
engellerken, diğer yandan kızının saç kriziyle uğraşması gerekiyor. Bu sahneler de filme mizah katıyor.
Filmin bir başka enteresan tarafı Paris’te geçmesi, ne de olsa senaryosu efsanevi Fransız yönetmen /
yapımcı Luc Besson’un elinden çıkmış. Filmin Paris’te çekilmesi filme bambaşka bir tat katmış. Pinema
Filmcilik’in dağıtımıyla, 2 Mayıs 2014’te vizyonda.

Kevin Costner 
Kevin Michael Costner, 18 Ocak 1955 tarihinde Kaliforniya’da doğdu. Sharon 
Rae ve William Costner çiftinin oğlu olarak doğmuştur. 1978 yılında “California
State University” işletme fakültesinde pazarlama ve finans üzerine lisans
okudu. Oyunculuk yapmaya henüz küçük yaşlarda istekli olan Costner,
kiliselerde şarkı söyleyerek, kamyon ve otobüs şoförlüğü yaparak ve bunun
dışında bir çok iş de yaparak para kazanmaya çalıştı. 1981'de yönetmenleğini
Jim Wilson'ın yaptığı "Stacy's Knights" filmi ile ilk kez sinemaya adım attı.
Empire tarafından tüm zamanların gelmiş geçmiş en iyi 100 aktörü arasında 27.
seçildi. "The Big Chill", "Testament", "Fandanga", “Amerikan Flyers", "The Untouchables", "No Way
Out" gibi bir çok filmde yer aldı. “Dances With Wolves”, “Bodyguard” gibi filmler ise Kevin Costner'ın
oyunculuk alanında önemli filmleri oldu. Hatta Amerikan yerlileriyle karşılaşan bir süvariyi
canlandırdığı "Dances With Wolves" filmi 12 dalda Oscar'a aday oldu ve tam 7 dalda oscar aldı.

Amber Laura Heard 
22 Nisan 1986 Teksas doğumlu, Amber Laura Heard sinema kariyerine ek olarak
aynı zamanda mankenlik de yapmaktadır. Film kariyerine 2004 yılında Never
Back Down/Asla Pes Etme filmiyle adım attı. Zombieland, The Joneses/Örnek
Aile ve And Soon the Darkness , John Carpenter'ın yönetmenliğini yaptığı The
Ward/Koğuş Nicolas Cage ile Drive Angry/İntikam Yolu, Johnny Depp ile The
Rum Diary /Tutku Günlükleri gibi filmlerde rol almıştır. Maxim dergisinin en seksi
100 kadın yarışmasında 21.sırada yer alıyor.

*
Share/Save/Bookmark

12 Mayıs 2014 Pazartesi

Yasak bölge yakında sinemalarda

Yasak Bölge
(Brick Mansions)

Gösterim Tarihi: 16 Mayıs 2014
Dağıtım: UIP Filmcilik
İthalat: TMC Film
Yönetmen: Camille Delamarre
Yapımcı: Luc Besson
Oyuncular: Paul Walker, David Belle, RZA

PRODÜKSİYON HAKKINDA
Distopik Detroit’te, bir zamanlar yuva olan terk edilmiş evler, şimdi şehrin en azılı suçlarının barınağı olmuş. Bunlar Brick Mansions (Tuğla Evler) olarak bilinen amansız, mahşeri ev projeleridir. Her yere yayılmış suçu kontrol altına alamayan yetkililer Tuğla Evlerle duvar örerek, şehrin geri kalanını kanun tanımaz, gaddar, dejenere suçlulardan koruyacaklarını düşünüyorlardı.
Tuğla Evlerde, sadece en güçlü olan hayatta kalır. Bu kurtlar sofrasında, RZA’nın canlandırdığı acımasız, kibar ve ölümcül uyuşturucu kralı Tremaine, yiyecek zincirinin en tepesinde bulunuyor. Kısa bir süre önce gerçekleştirdiği soygunlardan biri onu Paul Walker’ın canlandırdığı sivil polis memuru Damien Collier’in ilgi odağı haline getirdi. Aslında Tremaine ve Damien’in bir geçmişi var ve adalet ile intikam arasındaki çizgi jilet inceliğinde. Damien için, her gün yolsuzluğa karşı yeni bir savaştır ve ilk bakışta açıkça görülmese de, Tuğla Evlerin son iyi sakinlerinden biri olan, David Belle’in canlandırdığı Lino ile alışılmadık bir müttefik bulur. Tuğla Evlerin asla kestirilemeyen ve tehlikeli beton ormanında sıkışıp kalan Lino her gün dürüst bir hayat yaşama savaşı vermektedir. Tek kelimeyle acımasız olan Lino, daha iyi bir toplum için savaşmaktadır.
Damien ve Lino’ nun ilk görüşmelerinden sonra, farklılıkları galip gelir ve müttefik olma düşüncesi neredeyse imkansız gibi görünür. Ta ki ortak bir düşmanları olduğunu fark edene kadar... Bu düşman Tremaine’dir.
İkili tamamen farklı dünyalardan gelmektedir, öyle ki yolların daha önce kesişmiş olması imkansızdır. Ancak Tremaine’in Lino’nun kız arkadaşını kaçırmasıyla ikisini birlikte çalışmaya zorunlu bırakan adrenalin yüklü olaylar zinciri başlar. Damien hiç istemese de bu korkusuz, akrobatik eski hükümlünün yardımını kabul eder ve ikisi birlikte tüm şehri yakıp yıkacak şeytani bir planı durdurmaya girişir. Bu süreçte, ilk başta farkına varamadıkları daha fazla ortak noktaları olduğunu keşfederler. İsteksizce birbirlerine karşı duydukları saygı, Tuğla Evlerin içinde ve dışında olup bitenlerin göründüğü gibi olmadığını fark etmeye başlamalarıyla dostluğa dönüşür.
Brick Mansions Fransa’da çok sevilen District B-13 ve District 13: Ultimatum filmlerinden uyarlandı. Heyecan verici Parkur numaraları bu filmleri çoğu aksiyon filminden ayrı bir yere koyar, özellikle disiplinin eş kurucularından biri olan David Belle filmlerde rol aldığı için. Parkur, ya da engelleri aşmak için sadece insan bedenini kullanarak bir ortam içinden mümkün olduğunca süratli ve etkin şekilde geçme sanatı, bir dizi fiziksel iş olarak daha çok bir zeka oyunudur. Bu konseptin District B-13 ve District 13: Ultimatum filmlerini yazıp yöneten ve Taken ve The Transporter gibi insanı hop oturtup hop kaldırtan filmlerle inanılmaz başarılara imza atan Luc Besson için ne kadar heyecan verici ve zorlayıcı bir bileşim olduğu ortaya çıktı. Hikayenin İngilizce yeniden anlatımının zamanı geldiğinde, Besson Camille Delamarre’a ulaştı.
Kariyerine editör olarak başlayan ve Brick Mansions ile ilk yönetmenlik deneyimini yaşayan Delamarre ilk filmlerin hayranıydı ve hitap ettiği kitlenin tüm dünya olduğunu dile getirmekteydi.
“District B-13 ve District 13: Ultimatum tüm dünyada büyük başarı kazandı. Bu filmler hakkında ABD, Kanada veya Fransa’da pek çok kişiyle konuştum, filmler çok güzel geribildirimler aldı ve çok rağbet gördü. Yani bir Amerika uyarlamasını yapmamız şaşırtıcı değil,” şeklinde konuştu.
Delamarre filmi geliştirmenin başlangıç safhalarında Besson’la yakın işbirliği içinde çalıştı ve usta film yapımcısının ona güvenine ve kılavuzluğundan büyük feyzler aldı.
Delamarre, “Luc’la çalışmak büyük keyifti. Ona çok büyük saygı duyuyorum ve ondan çok fazla şey öğrendim. Ön prodüksiyon aşamasında birlikte senaryoyu gözden geçirdiğimiz iki gün geçirdik. Bana filmi ilk yazdığı zamanki vizyonunu ve ne beklediğini anlattı. Hikayenin belli kısımlarını daha da geliştirdik; fikirlerim konusunda da çok teşvik ediciydi. Onunla bu kadar yakından çalışmak benim için inanılmaz bir fırsattı” diye anlatıyor.
Esasında, bu ilişki tüm prodüksiyon boyunca sürdü. Filmde yapımcı olarak Besson’ın adının geçmesi, ilk kamera arkası deneyimini yaşayan Delamarre’i içini rahatlatmıştı. “Tüm süreçte son derece destekleyiciydi, ki bu benim için adeta sihirli bir iksirdi. Prodüksiyon tarafında, soracağım her soruyu yanıtlamak veya her sorunu çözmek için oradaydı” diye ekliyor.


OYUNCULAR HAKKINDA

Birçok yardımcı roldeki performansıyla tartışmasız mükemmel bir ekran yüzü olmasının yanı sıra izleyicilerin ve sektörün önde gelenlerinin dikkatlerini çeken PAUL WALKER (Damien Collier) esas çıkışını 2001 yılının hit filmi Hızlı ve Öfkeli’de canlandırdığı sivil polis Brian O’Conner rolüyle yaptı. O günden bu yana, Walker çeşitli gişe filmleri, dram rolleri ve yapımcı kimlikleriyle başrole giden yolunu sağlamlaştırdı.
2013 yazında Walker Vin Diesel ile kamera karşısına geçtiği Fast Six filmi ile bir kez daha Sivil Polis Brian O’Conner olarak beyaz perdedeki yerini aldı. Şimdiden Hollywood’un kârlı film serilerinden biri olarak kabul edilen filmin beşincisi, gerek ülkesinde 86,2 milyon $ kazanç getirerek 2011’in en büyük sinema açılışına da imza attı, film dünya çapında da benzer bir başarı elde etti. Film aynı zamanda Universal için de en yüksek haftasonu açılışına imza attı (ve böylece Jurassic Park’ın rekorunu kırdı). Walker 2013 yılı Kasım sonunda bir araba kazasında trajik bir şekilde hayatını kaybettiğinde, Hızlı serisinin sonuncusu Hızlı ve Öfkeli 7’yi çekiyordu. Hızlı ve Öfkeli 7 2015 yılında vizyona girecek.

Normandiya doğumlu DAVID BELL (Lino Dupree) atlet, dağcı ve dövüş sanatları heveslisi olarak büyüdü. Her ikisi de Fransız askeri itfaiyesinde profesyonel kurtarma görevlisi olan babası ve dedesi onun spora olan tutkusuna ilham verdi. David kara kuşak kazandığı kung fu eğitimi alarak çevikliğini ve fiziksel kabiliyetlerini mükemmel hale getirmeyi öğrendi. David’in spordaki hedefi her daim ‘ötesine gitmek’tir.
David Yamakasi olarak tanınan küçük bir grubun liderliğini yapmanın yanı sıra, bir hareket sanatı ve her « izleyici » nin uzmanlaşmak için şehir içindeki bir binayı bir engel materyali olarak kullandığı bir disiplin olan Parkurun eş kurucusu oldu. Babasının normal çalışma rutininden ilham aldığı Parkur, içinde sıçramanın, tırmanmanın ve koşmanın zorlayıcı bir bileşimini barındıran bir ‘sokak sanatı’ formu olarak kabul edilmektedir.
Müzik videolarında, kısa filmlerde, TV filmlerinde ve uluslararası reklamlarda oynadığı çeşitli rollerden sonra, Luc Besson Yamakasi (2001) filmi için David’le sözleşme yaptı. David eski grubuyla yaşadığı karmaşıklıklar nedeniyle projede yer alamasa da, Luc’la başlayan yeni ilişkisi yeni yeni filizlenmeye başlayan kariyeri için çok önemli bir atılım oldu.
David’in sinemadaki asıl patlaması Franck Nicotra’nın Engremage (2001) filmi oldu ve bunu Brian De Palma’nın Femme Fatale, Olivier Dahan’ın Intervention Divine dElia Suleiman (2002) ve aktör Cyril Rafaelli ile tanıştığı Les Rivieres Pourpres 2 (2004) izledi, bu filmde tanıştığı Rafaelli daha sonra yapımcılığını Luc Besson’un yaptığı Luc Morel’in tartışmalı Banlieue 13 (2004) filminde partneri olacaktı.
Filmin başarısı ve David’in önemli rolü onun Fransız ve uluslararası izleyicilerin karşısına çıkmasını sağladı.
Bu başarıyı, Louis Leternier’in Le Transporteur 2 filmindeki yardımcı rolü ve Matthieu Kassovitz’in fütürist gerilim filmi Babylon A.D.’ye (2007) dahil olması izledi; David bu filmdeki Parkur sahnelerinin koreograflığını da üstlendi. David ve atletik kabiliyetleri, Youtube’da 50 milyonun üzerinde tık aldı. Sam Raimi ile Örümcek Adam serisinin üçüncü filminde dövüş sahnelerinde Örümcek Adam kostümünü giymek üzere sözleşme imzaladı. Ancak Patrick Alessandrin’in Banlieue 13: Ultimatum (2009) serisindeki rolü ile zamanlama sorunları nedeniyle süper kahraman rolünü oynayamadı.
Bu sırada yapımcı Jerry Bruckheimer da onunla sözleşme yaptı. David ile çekimleri İngiltere Pinewood Stüdyolarında yapılan, Mike Newell’in Prince of Persia (2010) filmi için Parkur’da Jake Gyllenhall’a eğitim vermek üzere, eğitimin Banlieue 13: Ultimatum çekimleriyle çakışmaması koşuluyla- anlaşma yapıldı. David dövüş koreografisinin büyük kısmını geliştirdi ve ayrıca özellikle Parkurun atletik gereklilikleri için oluşturulan dekorların hazırlanma aşamalarına da katıldı.
Bir sonraki yıl, David, Zoe Saldana ile Olivier Megaton’un Colombiana (2011) ve başrollerini Robert De Niro, Michele Pfeiffer ve Tommy Lee Jones’un paylaştığı Luc Besson’un The Family (2013) filmleri için kamera karşısına geçti.


GOUCHY BOY (K2) Jon Voight’tan (Second String) John Hurt’e (New Blood) Hollywood’un efsaneleri ile kamera karşısına geçti. Gouchy Boy, David Cronenberg'ün Cannes adayı filmi Cosmopolis’te Robert Pattinson ile bir limuzini paylaştı ve Maximum Conviction’da Steven Segal ile başabaş bir mücadeleye girişti. Gouchy Boy'un kamera karşısına geçtiği filmler arasında John Moore'un Max Payne ve yönetmenliğini Tony Goldwyn’in The Last Kiss’i de bulunuyor. Ayrıca TV dizisi “XIII”te de Val Kilmer’ın yardımcısını canlandırdı.
Oyunculuk, başarılı bir albüm sanatçısı olan Gouchy Boy’un kanına müzikal kariyerinin başlarına girmişti ve o gün bugündür de bu kariyerini sürdürüyor. Bir genç olarak bu dramatik dönüş Gouchy Boy’u oyunculuk sanatına yöneltmeseydi, sonraki yaptıkları çok farklı olabilirdi. Gouchy Boy esas çıkışını başrolünü Mario Van Peebles’ın oynadığı Highlander: The Final Dimension ile yaptı; bu film Gouchy Boy’a Montreal, Quebec’in belalı ortamında çetelerin cirit attığı bir yaşamdan çıkış yolu sağladı.

Kolombiya doğumlu CATALINA’nın (Lola) kariyeri, Luc Besson’un yazıp yönettiği Gerard Krawczyk’in Fransa’da gişe rekorları kıran filmi Taxi 4 ile başladı. 2008 yılında kadın başrol oyuncusu olarak Olivier Van Hoofstadt’ın Go Fast filminde Roschdy Zem’le birlikte kamera karşısına geçti; bu filmde iki taraflı çalışan casus rolünü oynadı. Daha sonra Pascal Bourdiaux’un Mac ve Herve Renoh’un Coursier filmlerinde rol aldı ve her iki film de Fransa’da ve dünyada büyük bir ticari başarı elde etti. 2011 yılında, Frederic Jardin’in Sleepless Night filminde Tomer Sisley ile kamera karşısına geçti.



Uzun yıllar CAMILLE DELAMARRE (Yönetmen) uzun metrajlı filmlerde, müzik videolarında ve reklamlarda editör olarak çalıştı. Son uzun metrajlı filmlerinden bazıları Taken 2, Transporter 3 ve Colombiana.  Brick Mansions onun ilk uzun metraj yönetmenlik denemesi.
LUC BESSON filmin senaryosunu Bibi Naceri ile birlikte  Banlieue 13 filminden yola çıkarak yazdı. Luc Besson sinema kariyerine 1977 yılında, Fransa’da ve ABD’de birçok projede yardımcı yönetmenlik yaparak başladı ve zaman içinde kendini uluslararası alanda etki yaratan çok az sayıdaki Fransız yönetmen ve yapımcısından biri olarak konumlandırdı.
2000 yılında, 53. Cannes Film Festivali’nde Jüri Başkanı oldu ve böylece festival tarihinin en genç jüri başkanı unvanını aldı.
Sonraki beş yılın büyük bölümünü prodüksiyona ayırdı. On yıl önce EuropaCorp’u kurduğundan bu yana, stüdyo Avrupa film sektörünün en büyük stüdyolarından biri oldu.
2005 yılında, Angel-A ve ertesi sene yazdığı kitaptan uyarladığı ilk animasyon filmi Arthur and the Invisible ile yönetmenliğe geri döndü. Bu animasyonu iki animasyon filmi daha izledi: Arthur and the Revenge of Maltazard (2009) ve Arthur 3: The War of the Two Worlds.
Yakında başrolünde Scarlett Johansson’un oynadığı bir sonraki filmi Lucy’nin prodüksiyonuna başlayacak.
Yönettiği filmlerin yanı sıra, Luc Besson uzun metrajlı filmler için yirminin üzerinde senaryo yazdı. Bunlar arasında Taxi serisi ve en son bugünden itibariyle Amerika’da tüm Fransız filmleri arasında en büyük gişeyi yapma iddiasını taşıyan Taken 2 var.


*
Share/Save/Bookmark

4 Mayıs 2014 Pazar

Eski zaman olur ki

Süt kardeşler filmi oyuncuları okuma provasında.


*
Share/Save/Bookmark

İtirazım var asabiyim ben



Onur Ünlü'nün; son istanbul film festivalinden en iyi erkek oyunu, en iyi yönetmen ödülleri ile döndüğü, yine kendi sinema anlayışını saniye saniye ilmek ilmek işlediği bence sinematografisindeki en iyi filmi olmaya aday son filmi "İTİRAZIM VAR". 10 filmlik seri olarak çekmeyi planladığı 'milli cinayet koleksiyonu'nun üçüncü filmi olan İTİRAZIM VAR'ın kökleri ilk olarak 2010 yılında Sırrı Süreyya Önder ile Onur ünlü tarafından atılmış.Daha sonrasında Sırrı Süreyya'nın siyasete tam zamanlı atılması ve yerel seçimlerin de etkisiyle Onur ünlü düneme tek başına geçiyor ve hem senaryosunu yazıp hem de yönetiyor. Onur Ünlü'yü uzun uzun anlatmak yersiz, artık herkesin tanıdığı , Türk sinemasında kendi dilini yaratabilmiş nadir yönetmenlerden biri. Özellikle hiçbir kalıba sığmayan haşarı bir çocuk edasıyla ne göstermek istiyorsa çekinmeden perdeye taşıyan Onur Ünlü bence şu an gişe sinemacıları dışında sağlam sanat yapabilen en verimli yönetmen. Bir önceki filmi Sen Aydınlatırsın Gece'yi ile katıldığı festivallerden ödülle dönmesine karşın yine kendinden beklenecek bir davranışla ticari gösterime sokmayan Ünlü, hem perdede hem de gerçek hayatta yaratmış olduğu protest tarzını korumuş oldu.

 Leyla ile Mecnun fenomeni yaratmasından ötürü geniş halk kesiminin daha çok dizi yönetmeni olarak tanıması sinema anlayışına pek ters gelse de, farketmez zira Leyla ile Mecnun ki artık iyiden iyiye Türk dizi tarihinin en iyileri arasında anılan ve kült statüsünü bileğinin hakkıyla kazanmış bir yapımdı. Hele hele mizahın esas amacı olarak muktedirlere onların ne mal olduğunu göstermesi ile Hacıvat Karagöz'ün de başına geldiği varsayılan sona götürmüş ve arkasında baya bir patırtıyla ekra

nlara veda etmişti. Dizinin üstüne daha çok dizinin kaymağının yemek için bir nevi Leyla the band grubuna Pr çalışması denilebilecek Ben de özledim dizisi geldi ama hiç bir zaman L&M'un yerini tutmadı tabi.


Filmden bahsetmeden önce birazcık L&M ekibinden bahsetmek gerek. Zira Onur Ünlü'yü bilen bilir, bu diziye indirgemek yanlış olur ama Serkan Keskin olsun Osman Sonant olsun Ali atay olsun yıllardır dizi-film-tiyatro camiasında boy göstermelerine karşın geniş halk kesimlerince tanınmalarını L&M ile yapmışlar ve son yılların en verimli ekibi ortaya çıkmış oldu. Bu on parmağında on marifet genç oyuncuları ve başlarında ki yaşlı kurt Ünlü ile çekecekleri daha nice film-dizi şimdiden takipçilerinin iştahını kabartıyor.
 Filmden bahsedelim biraz. Camisinde işlenen cinayet sonrası adaletin ağır işlemesinden dolayı kendi adaletini yaratmaya çalışan, imam kalıplarının hepsini yıkarcasına tamamen anarşist bir imam potresiyle karşımızda Selman Bulut beliriyor. İncirlikte tabur imamlığı yapmış, eski boksör, antropoloji mastırlı, satranç oynayan,konsere çıkacak kadar çok iyi bağlama  çalan yani kafamızda klişeleşmiş imam yapısının tamamen dışında ayrıksı bir karakter. Hal böyle olunca içinden çıkılması güç durumlar Selman Bulut'un karakteristiğinden dolayı daha bir sarpa sarıyor.Kendi deyimiyle Muaviyenin imamı değil. Kendi camisinde yaşanan cinayet sonrası oldukça girift bir hikayenin içine dalan Selman Bulut en ufak detaylardan bile sonuça gidebilecek kadar aslında sherlockvari bir çalışma yürütüyor.Öyleki hikaye içinde hikaye içinde hikaye ekrana oldukça fazla detay çıkarması bir noktada insanı sıkabiliyor. iki saatlik süresi de bazen hikayeyi takip etme anlamında sabrı zorlayabiliyor. Ama genel olarak bakıldığında filmin belkide tek olumsuz yanı. Onun dışında konu edindiği bütün tabularıyla, Serkan Keskin başta olmak üzere bütün oyuncularıyla, müzikleriyle, mekanlarıyla her saniyesi dolu dolu bir film.


Selman Bulut üstüne biraz düşünülmeli. Aslında belki ekranda gördüğümüz şekilde muktedirlerin inanışlarına bağlı kalmadan sadece Allah'ına ve aklın üstünlüğüne kendini adamış bir imam ilk başta düşünüldüğünde normal sayılmalıydı. Ama ülkemizdeki Diyanet ekseninde yaratılan devlet dininin getirdiği bir sonuç olarak bunların dışında daha çok memur görevi gören imamlar yüzünden Selman Bulut da bahsettiğimiz her ayrıntı bize o kadar yabancı geliyor ki, bu durum başlı başına zaten bir film-kitap-tez konusu. Bundan önce The İmam filmiyle biraz da olsa ayrıksı imam portresi çizilmeye çalışılmıştı ama genel anlamda etkisiyliğiyle pek de gündeme gelmemişti. İtirazım var ile daha vizyona çıkmadan 18 yaş yasağı ile gündeme bomba gibi düşmüş ve bütün yaratacağı tartışma ortamını başlatmış bulundular. Bu ülkede yüzyıllardır tabu olarak görülen dinin eleştirilimemesi durumu halen devam etmekte. İtirazım var bu kısır döngüye ne kadar hizmet edeer bilinmez ama sinemasal anlamda son dönemlerin en iyilerinden belki hatta en iyisi denilebilecek bir yapım İTİRAZIM VAR. 18 yaş yasağı ile aslından bazıların rahatına çomak sokmuş olduğunu çok iyi anlıyoruz.Öyleki perdede görülen hiçbir şey akşamları ana haber bültenlerinde görülenlerden fazla değil.Eger buna verilen yasak dogru kabul edilirse  o haber bültenleri en az 35 yaş sınırı olmalı çok net.


İtirazım var yediden yetmişe herkesin görmesi gereken ve üstüne düşünmesi gereken bir film. İyi filmler için denilir "başladığı zaman değil bittiği zaman başlayan filmler diye". İste İtirazım var da böyle bir film, ekran kararıp ışıklar açıldığı zaman insanın kafasında tekrar başlamalı. Bu izlediğim neydi, ne anlatıyordu soruları yanıp sönmeli. Bu soruları sorduruyorsa film, sinemanın sanatsal amacına ulaşmıştır demektir. Belki düşünmenize yarar filmde geçen oldukça düşündüren aforizmalar da şöyle;


--komşusu açken tok yatmamak için zengin mahallesinde oturmak
--insan sadece suçluyken kaçmaz. bazen suçlandığın için de kaçarsın. ama bir kere kaçmaya başladıysan, bir şeyleri de muhakkak kaçırırsın elinden.: bazen gençliğini kaçırırsın, bazen geleceğini, bazen de aklını
oysa hakikat akılla ya da başka bir şeyle kavranılmaz; hakikatin ancak parçası olunur. bunun için kurtul: geçmişinden... geleceğinden... aklından... kainatta ne varsa şu anda oluyor görmüyor musun? sadece burada, sadece şimdi. gözlerini kapa, kalbini aç, aklını da bırak gitsin... akıl dediğin şey, kafanda koca bir ağırlıktan başka ne ki?
--verdiğiniz şey canınızı yakmadıkca vermiş sayılmazsınız
--Gece aç yatıp, sabah kılıç kuşanmayanın aklından şaşarım
--Hükümette tanığım olsa, kredi almaktan neden utanayım
--Bu fıkıh Ali’yi hançerleyenlerin fıkıhıdır
--Boks insanı insana döve döve anlatma sanatıdır
--Günahla irtibatı kesilen insan kemale eremez
-- Supermen: keşke herkes senin gibi olsa imam, o zaman hiç günah işlenmezdi.
     Selman bulut: yanlış, o zaman insanlık bu hale gelmezdi. günah işlenmese medeniyet ilerlemezdi.



*
Share/Save/Bookmark

Güzellik 85 yaşında

Bence sinema dünyasının en güzel kadını Audrey Hepburn. Zerafetiyle devrindeki kadınları derinden etkilemiş sinema figürü. Bunun kendisini anmamızın sebebi google'un kendisini doodle olarak anasayfasına taşıması. Doğumunun 85. yılı vesilesiyle yine kendisine yakıcak zariflikte güzel bir doodle hazırlamışlar. 


*
Share/Save/Bookmark