25 Ağustos 2015 Salı

Bu bir banka soygunudur

Bu yılki Berlin film festivalinden gümüş ayı dahil 3 ödülle dönen Sebastian Schipper'ın yazıp yönettiği Victoria 140 dakikalık plan sekans şahe,,seri kesinlikle.Laia Costa'nın canlandırdığı Victoria Berlin'e yeni taşınmış kafede çalışarak geçimini sağlayan ülkesinde piyano eğitimi alan ama yeteri kadar iyi olmadığını düşünüp kendini  Berlin'de bulmuş daha doğrusu kendini arayan biri. Gece yarısı bara alınmayan dört Berlinli gençle beraber biz de ekibin bir parçası oluyor ve Berlin'in karanlık yönünü soluksuz bir macera ile tadıyoruz. Filmle ilgili en güzel tanımı filmin yönetmeni Schipper yapmış."Bu bir banka soygunu filmi değildir, bu bir banka soygunudur" Gerçekten de gecenin bir yarısı barda başlayan macera sabahın ilk ışıklarında son bulurken tek bir planda çekilmiş olması da bu savı güçlendiriyor.Gezegen, Boksör, Haylaz, Topuk ve Victoria ile biz de ekibin bir parçası oluyor ve gerilimi iliklerimizde hissediyoruz. Filmin en büyük artısı tek bir planda akıyor olması. Yönetmenlik açısında oldukça zor bir yöntem ama Schipper ve kameraman Sturla Brandth Grovlen bu zorluğun üstesinden geliyor ve yukarıda bahsettiğim gibi 140 dakikalık plan sekans şaheseri ortaya çıkmış oluyor.


Victoria karakterine can veren Laia Costa'ya ayrı bir parantez açmak gerek. Duru güzelliğin yanı sıra karakterine uyguladığı gerçekçi yan Victoria'nın sanki gerçekmişçesine ekrana yansımasını sağlıyor. Yönetmenin bahsettiği gerçek soygun illüzyonunu yaratan plan sekansın akıcılığına ek Laia Costa'nın da gerçekçi oyunculuğu basit bir o kadar da vurucu filmin en büyük iki artısı. Berlin'de ne için bulunduğunu çok da deşmeden sadece orda olmasını bilmemiz dört kafadarla beraber Berlin'de ne yapacaklarını da kestiremememizi sağlıyor böylelikle banka soygunu olacak ama nasıl olacak gerilimini çok iyi yaşatıyor.

Victoria yakın zamanda izlediğim en güzel filmlerden biri diyebilirim. Bunu yaparken de son derece yalın senaryo ve oyunculukla bunu başarması filmi bir tık daha öne taşıyor ve güzelliğine güzellik katıyor. Özellikle perdede izlenilmesini tavsiye ederim, öyleki milyon dolarlık büyük bütçeli blockbuster'ların üstün efekt teknolojisinin yapamadığı aksiyonu ve gerilimi yaratıyor.


*
Share/Save/Bookmark

24 Ağustos 2015 Pazartesi

Kahrolsun Jediism


Diyanet işleri başkanlığının aylık yayınlanan dergisinin son sayısında Marmara Üniversitesi öğretim üyesi Yrd. Doç. Dr. Bilal Yorulmaz kaleme aldığı yazısında çatacak düşman kalmamış olacak ki bu sefer sinemaya savaş açmış. Efsane Star Wars filminde Jedi savaşçılarının dini Jediism'in günümüzde hristiyan toplumlarda taraftar bulup yayılmasını eleştirmiş. Şaka gibi ilk okuduğunda zaytung haberi zannettim. Bilimsel(!) makale bununla sınırlı değil Hababa sınıfına da çatmış. Hababam Sınıfı serisi yüzünden insanların Şaban ismini çocuklarına vermediğini belirtip müslümanlarca kutsal sayılan bir aya ait olan ismin itibarını kaybettiğini söylüyor. Halbuki atladığı bir durum vardı. Bahsettiği aydan bir önceki kutsal aya ait isme sahip olan kişi de şu an ülkenin şirazesini kaydırmış durumda ama demekki bilim adamımızın(!) ilgi alanına girmiyor bu durum. Dergide Türk sinemasına yönelik ise “Cumhuriyet’in ilk yıllarından itibaren dindar karakterler yalancı, düzenbaz, şehvet düşkünü, vatan haini olarak sunulmuştur. Muhsin Ertuğrul’la başlayan bu olumsuz tutum, sonraki dönemlerde de devam etmiştir. Bu filmlerde dindarlar ve din adamları, köydeki ağanın yanında olan, onun halkı ezmesine yardım eden ya da ev sahibi olup kiracısına zulmeden insanlar olarak resmedilirken din, insanları kandırmak için kullanılan bir afyon olarak sunulmuştur” gerçeğini eleştiri yapayım derken çok güzel özetlemiş aslında.

Gerçekten şaka gibi bir ülke.





*
Share/Save/Bookmark

Modernitenin aç kalpleri



 İtalyan yönetmen Savario Constanza'nın son filmi Hungry Hearts(Aç Kalpler) geçtiğimiz yıl İstanbul film festivalinde aile bağları bölümünde gösterilmiş ve büyük beğeni kazanmıştı. Yakın zamanda başka sinema vasıtasıyla vizyon şansı bulan film; günümüzün neye inanacağını şaşırmış şehirli kesimini etkisi altına alan biyolojik ve organik arınma/vegan anlayışın paralelinde obsesif boyutta bebeğine de bu anlayışı uygulamaya çalışan Mina ve aşkıyla mantığı arasında sıkışmış Jude'ın hikayesine odaklanıyor.

New york'da İtalyan asıllı Mina ve şehrin yerlisi Jude arasında başlayan garip ilişkinin seyri düğün ve hamilelik aşamalarının hızlı ve sorunsuz ilermesinin ardından çocuklarının doğmasıyla beraber karakterlerin de derinleşmesiyle gerilimli bir hal alıyor. Kahramanlarımız arasındaki gerilimin asıl kırılma noktası ise Mina'nın rastgele falcıya gidip, falcının doğacak çocuğunun İndigo çocuk olarak doğacağını iddia etmesiyle hamileliğe ve bebeğine bakış açısı değişmeye ve mantık dışı eylemlere yönelmesine neden oluyor.Yeri gelmişken indigo çocuk teoreminden de bahsetmek gerek. ABD’li yazar Nancy Anne Tappe’nin 70’lerde ortaya attığı, dünyaya belli bir misyon için gönderilmiş, farklı özelliklere sahip ve dünyaya dair bazı şeyleri değiştirmesi beklenen bebeklerden bahseden, sosyal olduğu kadar kurgusal bir teorem. Mina da bu teoremden hareketle dış dünyayı tamamen bebeği için kirli kabul edip kendi kafasında kurduğu yetiştirme anlayışında modern dünyanın temsil ettiği tüm öğretilere karşı gelip farklı bir yol izliyor. Ama bu farklı yol, filmin en başında kurulan romantik komedi havası gittikçe grileşip yer yer siyaha kadar ilerleyen bir gerilimde ilerliyor. Filmin ilk sahnesi ikilinin kazara tanışma faslı son zamanlarda izlediğim en iyi açılış sekanslarından biri olabilir. Klostorofobik bir mekanda başlayan film ilerisi için de ikilinin yaşacaklarına dair metaforik de bir anlam içeriyor.

Filmden ayrı şu  son zamanlardaki organik arınma zımbırtısına da ayrı bir parantez açmak istiyorum. Binlerce yıllık insanlık tarihindeki hemen hemen her din-öğreti vs bütün anlayışlar aslında yeni şeyler söylemeyip var olan olguları günün koşullarına uydurup  ısıtıp insanların önüne koyar. Yakın zamanda şehirli hayatının vazgeçilmezi arasına giren zehirlerden arınma (Detox) bilinçli şekilde hayatlara sokulan zehirlerin sanki kendi isteğimizle sokulmamış gibi şimdi çıkartılıyor olması tipik burjuva ikiyüzlülüğünden başka bir şey değil maalesef. Doğada normal şartlarda bir kaç hafta büyüyüp olgunlaşan tavuğu sırf daha fazla ve daha ucuza tüketmek adına birkaç günde yapay maddelerle büyütülmesini talep eden sanki bizler değilmişiz gibi şimdi de bunu çıkartmaya çalışıyoruz. Site/apartman çocukları diye tabir edilen herşeyden izole yetiştirilmiş bir nesil şimdilerde anne baba olduklarından sanki hayat hep böyleymiş gibi kendini ve çocuklarını arınmaya kaptırmış durumda.  Günümüzün ekranlarının vazgeçilmezi saati 800 TL olan profesörden bozma medya cambazlarnın dediğinin aksine dedelerimiz ninelerimiz sabah akşam ekmek yiyerek  şuanki gençliğimizle yarışacak derece dinç bir hayat sürüyorlardı. Hayatınızdan stresi çıkarın diyip çıkaramayacağımızı bildiklerinden hiç olmazsa ekmeği çıkarın diyerek denge kurmaya çalışıyorlar. Böylelikle söylenenlerin hiçbir bilimsel dayanağı kalmıyor maalesef. Yine de her ne kadar bunları söylesek de, bu yeni çağın saçmalarından kaçmaya çalışsak da eleştirdiğimiz düzenin maalesef dişlisiyiz ve köye gidip yerleşme ütopyası dışında pek de çok kaçış yolu ürettiğimiz yok.
Filme dönecek olursak Jude'ın içinde bulunduğu durum tam da bu. Tüm bu modern saçmalıkları bir yandan destekleyip bir yandan da mantığı arasında sıkışmış gözüküyor. Hele bu arada kalmışlığın bir tarafı mantıksızlığını mantıkmış gibi sunan çok sevdiği eşi Mina, diğer tarafı bebeği olunca sürtüşmeler kaçınılmaz oluyor. Özellikle aşk ve mantık arasında kalışı ve bazı durumlara yeteri kadar etkisini koyamaması ya da olması gerekenden fazlasını koyması ikili arasındaki zaten ince iplikle tutturulmuş güven mekanizmasına oldukça zarar veriyor.
Film boyunca düşmeyen gerilimi sağlayan başarılı oyunculuklarıyla modern zamanın öğretilerini sorgulamaya iten güçlü senaryosuyla izlemeye değer bir film.

*
Share/Save/Bookmark