
İKİ ANNE'nin hikayesine dönecek olursak önce sınıfsal bir çerçeve çizmek gerek. Eşsiz güzellikteki okyanus sahilinde bütün dünya nimetlerinden yararlanan iki ailenin içten içe çürümesin hikayesi bu film. Genç yaşta eşini kaybeden Liz’in en yakınları oğlu, lezbiyenlik boyutunda en yakın arkadaşı Poz ve onun oğludur. Gel zaman git zaman işlerindeki ve ailelerindeki düzen onlara sıkıcı gelmiş olacak ki ergenlik cağındaki, denizden ellerinde sörfleriyle çıkan dalgalı saçlı adonisli oğullarına göz kırpmalarına başka bir anlam veremeyiz tabi ki de.
Hatta gelip geçici bir heves olarak nitelendirmeyip yıllara dayanan bir yumağa dönüşmesine bu bağlamda anlam verilemiyor tabiki. Filmi gözlerinden izlediğimiz orta yaşlı kahramanlarımızın bunun nedenleri üstüne fikir yürütmemeleri ve karikatürüze resmedilen ergen oğulların hiçbir şekilde bunun kökenlerine değinmemeleri filmde anlatılan durumu sorgulama imkanı tanımıyor.
Öyle olunca da sadece izleyiciyi tabu damarından vurmaya çalışan ucuz bir film konumuna getiriyor.Ama öyle olmadığı,ucuz gişe numaralarına başvurulmadığını da hissettiriyor film.
Naomi Watts ve Robin Wright’ın yaşlarına oranla cesur sahneleri, görseli yüksek oyunculukları ve karikatürize erkeklerin mankenlere taş çıkaran halleri bu fikri destekliyor maalesef.
Aile kurumunun ve özellikle onun en önemli yapı taşı olarak atfedilen anne kavramı üzerinden bu sınıfısal yapıyı kurmak oldukça iddialı ve cesur bir iş. Bunun altından kalkmak pek de kolay bir iş değil. Ama yönetmen Anne Fontaine kadın kimliğinden oldukça yararlanarak bir takım sinemasal eksiklikler barındırsa da insanın ve toplumun sınırlarını zorlayan kent burjuvazisinin hazin bir portresini çiziyor.
Bu filmden hareketle biraz da tabu kavramı üzerine düşünmek gerek. İlk önce Freudyen bir temelden Oidipus’a değinmektense daha anlaşılabilir bir örnek verebiliriz. Yakın zamanda neredeyse herkesin izlediği Aşkı memnu fenomeni bunun en basit örneği. Her kime sorulursa sorulsun “biz tasvip etmiyoruz, böyle şeyler bize ters” diyenin bile içten içte açıklayamadığı duygularla izlediği bu ‘yasak aşk’ toplumsal bir resim çizmesi bakımından oldukça yakın bir örnek. Magazin programlarından çok üniversitelerdeki sosyoloji kürsüleri bu konuya daha çok değinmiş olsaydı tabu-yasak aşk ve toplumun buna tepkisi üzerine daha anlamlı düşünmüş olurduk.Ama her ne olursa olsun bu kadar tasvip edilmeyen bir durumun bu kadar ilgi çekmesi başlı başına bir konu.
En basitiyle Freud ‘un totem ve tabusunda bahsettiği bu olgu, topluluklardaki birleşmeleri biyolojik bir bağın aksine toplumun ortaya koyduğu totemlerin belirlediği yönündedir. Darwin’in ilkel sürüsü toplulukların “toplum”a evrilmeleri sürecinde kural olarak koydukları totemlerin modern topluma kadar fiziksel olarak değişsede süregelmesi filmde de bahsedilen kent burjuvazisine kadar dayanıyor. Freud’un meşhur kahramanı Odipus ve onun meşhur kompleksi filmin de aslında ana omurgasını oluşturuyor. Tabi biraz farklı bir yörüngede.Baba figürleri olmayan sadece çocuklar ve annelerin olduğu bu dörtlü ilkel kömünde ensest hikayeden korkulmuş olacak ki anne yerine en az anne kadar yakın birinin seçilmesi biyolojik olmasa da Frued’un totemine ithafen ensest bir ilişkidir yaşadıkları."İki Anne" hem sosyolojik hem de toplumsal sınıfların üzerine düşündüren, insanın sınırılarını zorlayan alt metinde görseli de yüksek karelerle destekleyen yakın zamanın başarılı örneklerinden biri.
*

Hiç yorum yok:
Yorum Gönder