13 Ocak 2013 Pazar

Pi'nin Yaşamı; İnanıyorum o halde varım




İş dünyasında asansör konuşmaları diye terim vardır. Bir fikir sahibinin üst düzey yöneticiye ofisine çıkıncaya kadar asansörde fikrini anlatmasına dayalı bir nevi tanıtım konuşmasıdır. Eğer fikir saniyeler içinde bir kaç cümleyle anlatılabilecek kadar basitse her zaman iş yapar temeline dayanır.Aynı durum sinema sektöründe de vardır. Eğer bir film kendini bir cümleyle anlatır ve merak uyandırabilirse diğer rakipleri önünde yarışa deyim yerindeyse 1-0 önde başlar.Life of Pi’nin de başarısı ilk burada başlıyor. “Genç bir adam ve bir kaplan okyanusun tam ortasında bir filikada 227 gün boyunca hayatta kalmaya çalışırlar.”Bu kadar net ve bir o kadar da merak uyandırıcı bir cümle.


”Life of Pi” Yann Martel’in 2002 yılında Man Booker roman ödülünü almış aynı adlı romanından uyarlanan son olarak 11 oskar adaylığı kapan Ang Lee’nin son filmi. Öncelikle filme girmeden Ang Lee’ye bir parantez açmak gerek.Uzakdoğu sinemasınından Hollywood’a transfer olan Ang Lee filmografisine bakıldığında çok yönlü bir yönetmen olduğu hemen anlaşılır. Kaplan ve Ejderha, Brokeback Mountain, Hulk gibi filmlerin aynı yönetmenden çıkmış olması bunun bir kanıtı değil midir? Tarz ve senaryo anlamından birbirinden farklı hikayeleri perdeye başarıyla aktarabilen bir yönetmen olması dolayısıyla hem ana akım sinemada hem de bağımsız sanat filmi çevresinde hatırı sayılır bir yeri vardır.Bütün bu ününe ek olarak önceleri çekilmesi imkansız olarak nitelendirdiği romanı alnının akıyla perdeye yansıtması da ününü ve başarısını perçinliyor.



Filme gelecek olursak yukarıda da belirttiğim gibi bir cümlede insandaki bütün merakı uyandırabilecek kapasitede bir konu. Biraz açacak olursak ilk olarak kahramanımız Piscine Molitor Patel’i tanıyoruz.Cennetten bir parça misali sonsuz güzellikteki bir zamanlar Fransa’ya bağlı olan güney Hindistan’daki Pondicherry kentinde babasının sahibi olduğu hayvanat bahçesinde hayvanlarla iç içe yaşayan Pi, ergenlik çağına girdiğinde inanç karmaşasına dalar ve tanrı arayışına girer. Biraz maymun iştahlılık yaparak belki de, üç semavi dinin yanı sıra Budizme merak salar ve kendine has ortaya karışık bir inanç türetir. Bu durum filmin ana konusunu oluşturan mücadele sürecininde temelini oluşturur.

Gel zaman git zaman Pi’nin ailesinin işleri istedikleri gibi gitmez ve hayvanat bahçesini elde çıkarmak zorunda kalırlar. Yeni bir yaşam kurmak üzere bütün hayvanları ile birlikte Kanada’ya gemi yolculuğuna çıkarlar. Tabi kader ağlarını örer ve kaplanla bir başına kalacağı malum kaza yaşanır ve tüm ailesini kaybeder.

Bir kaplan ve bir insanın bir filikada yaşam mücadelesi vermesi aslında başlı başına evrimsel bir konu. İnsanı hayvandan ayıran medeniyet adı altında bizlere dayatılan bir yaşam biçimine oldukça şaşırtıcı gelebilecek bir konu.Zaten merakı da buradan türetiliyor. İnsan kendine sormalı insan doğadan ne zaman ayrıldı, neden kendini bu kadar soyutladı?Bu sorulara cevap verebildiğimiz zaman aslında bir kaplanla aynı filikada bulunmak bu kadar da şaşırtıcı olmayacaktır.
Filmin ana konusu bu evrimsel çatışma gibi gözükse de benim esas olarak algıladığım alt metni hayvan-insan çekişmesi ve ya  av-avcı çekişmesi değil tamamen bir inanç meselesi. Pi’nin ilk başlarda ergenlik çağında inançlara merak sarması ve kendini bu konuda eğitmesi sonradan oldukça işine yarayacak bir nevi zırh olacaktır.Çünkü okyanusun ortasında esas verdiği savaş bir kaplana karşı değil yalnızlık-adalet ve acı üzerine olacaktır. Burada biraz konuyu açmak gerek. Dünyadaki tüm inanç sistemlerinin ortak özelliği acı’yı anlamlandırma üzerine olmasıdır. Semavi dinlerin ve ya uzak doğu mistisizminin de ana teması budur aslında. İnsanlık tarihi boyunca adalet-acı-mutluluk gibi kavramlar üzerinde çok düşünülmüş ve dinsel olarak ya da felsefik olarak bolca cevap sunulmuştur.Gerçi bu filmde tema felsefik bir zemin üzerine değil tamamen dinsel bir altyapı üzerinde inşa edilmiş. Zaten arka plan olarak binlerce tanrının var olduğu Hindistan’ın seçilmesi inanç mevzusu açısından bilinçli bir seçim olduğu kesinlikle kanıtıdır.
İnanç üstüne Barack obama’nın bile düşünceleri bu yöndedir. Kendisi romanın yazarı Martel’e hitaben yazdığı mektupta romanı “tanrının varlığının zarif bir ispatı olarak” nitelendirir.Romanı ve ya filmi bu açıdan izleyip veya okursanız daha derin anlamlar yakalamış olursunuz. 



Pi’yi anlattıktan sonra diğer esas kahramanı Richard Parker’ı da anlatmaküdan geçmek olmaz. Teknolojinin son geldiği noktanın güzel bir örneği. Tamamen bilgisayar ortamında CGI teknolojisinin bütün nimetlerinden yararlanılıp yaratılan kaplan Richard Parker hiç bir sahnede filmin gerçekçiliğine balta vurmuyor oluşu filmin bir çok artısından biri. Karakter olarak vahşiliğinden ödün verilmeden aktarılması ise başka bir artısı
Kaplan’ın adının Richard Parker olarak seçilmesi ise ayrı bir gönderme.Edgar Allen Poe’nın tek romanı Arthur Gordon Pym’in öyküsündeki asi denizci Richard Parker’ın payı büyüktür.Bir gemi kazasından sonra geriye kalan dört kişi arasında kura çekip birinin yenmesini ve böylelikle hayatta kalmalarını öneren karakterdi Richard Parker. Genel olarak hayvan ekseninde çekilen filmlerde hayvanların insanı yönleri ön plana çıkartılıp drama ve ya komedi olay örgüsü yaratılırdı. Misal Flipper,Lassie gibi. Burada tamamen farklı vahşi bir hayvanın tüm gerçekçi kimliğiyle karşımızda görüyoruz. Tabi burada yönetmen Ang Lee’nin katkısı yadsınamaz. Hoollywood klişelerine ihtiyaç duyacak kadar düşmeyen bir yönetmen oluşu filmi “bir insan ve bir hayvanın şaşırtıcı arkadaşlığı”eksenine çekmiyor. Cıvık bir hollywoodvari arkadaşlık mesajı altına sığınmadan birbirlerini tanımalarına odaklanması filmin gerilimini ve temposunu hiç düşmüyor. Süre olarak uzun gibi gözüksede bu sayede filmi bir nefeste izliyebiliyoruz.

Sonuç olarak son yıllarda izlediğim en iyi filmler biri “Life of Pi”. Oskar yarışında da hayli iddialı. Bu başarısını eminin birkaç heykelcikle süsleyecektir.


*
Share/Save/Bookmark

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder