3 Ocak 2013 Perşembe

Acıklı bir sektör Hikayesi


Malum dizi sektörü artık tam bir çılgınlık içinde ne yaptığını bilmeden patlayacağı günü bekliyor. Bu gidişten zarar gören dizi emekçileri yakın zamanda 'Yerli dizi yersiz uzun' sloganıyla seslerini yükseltmeye başlamışlardı.Tam da televizyonlarda büyük umutlarla başlayan dizilerin patır patır döküldüğü bir anda bu işin deyim yerindeyse kalbinden bir emekçi Senaryo Yazarları Derneği Genel Sekreteri Meriç Demiray'ın 'Acıklı bir sektör hikayesi' başlığıyla kaleme aldığı sektör analizi içerdiği tespitlerle dizi çılgınlığı tüm çıplaklığıyla gözler önüne seriyor.Radikal'de rastlayıp okuduğum bu yazıyı buraya da taşımak istedim. Herkesin mutlaka okuması gerekli.


"Dizi sektörünün üzerinde kara bir bulut dolaşıyor. Yeni diziler reyting alamıyor, eskiler seyircilerini kaybediyor. Yapımcılar tüm cesaret ve inisiyatiflerini kaybetmiş, “format” peşinde. Sorun ne? Ne oldu? Sektörümüz elindeki çil çil altınları etrafa saçan Kıvanç Tatlıtuğ’ken, pantolonundaki yamayı gizlemeye çalışan Sami Hazinses’e nasıl döndü? Nerede hata yapıldı? Suçlu kim? Ve tabii çözüm ne? Bunu anlamak için hikayenin en başına gitmek gerekiyor. “Çocuklar” ve “parlak yıldızlar” olduğumuz zamanlara. 

Buralar dutluktu evladım 
2001-2002 civarıydı. Türkiye ciddi bir ekonomik kriz içindeydi. Diziler maliyet sebebiyle yerlerini yarışmalara bırakmış, hayatımızın kahramanları Güner Ümitler ve yaklaşık bir buçuk saat süren haber bültenleriyle Reha Muhtarlar olmuştu. Mehmet Ali Erbil’in ortamlarda “esişini”, onun yüzünden birbirine giren güzel kızları ve niyeyse şarkı söylemeye çalışan futbolcuları takip ediyorduk. 
Yeni dönemin kapısını açan ‘Asmalı Konak’ dizisinin yayına girmesi oldu. İş mütevazı bir oyuncu kadrosu ve ekiple kotarılmıştı (Nurgül Yeşilçay, Özcan Deniz ve Çağan Irmak “yıldız” kategorisinde değildi o zamanlar). Dizi, sinemacıların deyimiyle kapı baca yıktı. ‘Süper Baba’, ‘Yılan Hikayesi’ dönemlerinin ardından “dizi” denilen şeyin bayağı izlenebilecek ve epey para kazandırabilecek bir şey olabileceğini “tekrar” hatırlattı. Onu ‘Çocuklar Duymasın’ın müthiş başarısı takip etti. Bu iki dizi yaklaşık 30 reyting alıyordu. Onları 20 reytingle ‘Zerda’, 16 reytingle ‘Gülbeyaz’ ve 17 reytingle ‘Kınalı Kar’ takip etti. 

Bu dönemi takip eden birkaç senenin yerli dizi tarihinde bir altın dönem olduğu rahatlıkla söylenebilir. Yeni hikaye anlatıcıları, yönetmenler, oyuncular ve ekipler keşfedildi. Diziler ticari ve kültürel bir ihraç malı niteliği kazandı. Televizyon internetin hızlı gelişimine rağmen bir ilgi merkezi halini aldı. Kıyasıya bir rekabet oluştu. 

9-10 reytingli (6-7 milyon izleyici) dizilerin yetersiz reyting gerekçesiyle yayından kaldırıldığı bir dönemdi bu. 

Kötü kovboyun gelişi 
Tam bu sırada sektörümüz muazzam bir “keşif”te bulundu. Bu diziler sonlarına doğru daha çok reyting alıyordu. Çünkü drama doğası gereği sona doğru gerilim kazanır. Bu bilgiyle yapımcılar dizileri 5’er dakika 5’er dakika uzatmaya başladılar. Bunun “kısa vadede” iki avantajı vardı. Hem sondaki yüksek reytingden daha çok faydalanıyordunuz, hem de eğer prime time 1’deyseniz prime time 2’deki rakibinizi geceyarısına iterek bertaraf edebiliyordunuz. 

Başta masum “kuş adımları”yla başlayan bu süreç, sonra yırtıcı bir hastalığa dönüştü ve tüm sektörü sardı. Diziler önce 60-70, şimdiyse 120 dakikaya kadar çıktı. Sonunda “Prime time 2” diye bir şey kalmadı. Kanallar geceyi tek diziyle geçirmeye başladılar. Talep azalınca arz çöktü, sektörün yarısı hızla gelişen bir süreçte işsiz kaldı. Deneyimli, kalifiye elemanlar uzun çalışma saatleri nedeniyle setleri terk etti. Senaryo yazarlığı, “boş kağıdı bir hafta içinde mümkün mertebe doldurma” işine dönüştü. Tatları olan, tarzları olan yazarlar “çalışmaya devam etse de” kaybedildi. 

Süre uzunluğu dramatik yapıları gevşetti. Uzun sessizlikler, “duran” hikayeler, birbiriyle konuşmayan insanlar izlemeye başladık (ki bu da büyük bir hataydı, televizyon draması, sinemanın aksine neredeyse tamamen konuşma üzerine kuruludur). 

İnsan denilen yaratığın algısı internetle, telefonla şunla bunla gittikçe hızlanırken, diziler yavaşladıkça yavaşladı. Bugün şehirde yaşayan bir insanın 10 dakikasını talep etmek için çok ciddi bir iddianızın olması gerekir. Çünkü o 10 dakika çok değerlidir ve sizinle birlikte o 10 dakikaya talip olan bir sürü şey (iş, aile, dostlar, dinlenme, alternatif eğlenceler, internet gibi) var. Biz tüm geceye yayılmış bir iş izlemelerini bekliyoruz. 

Bir tuhaflık yok mu? 
Var tabii ki. Buradaki tuhaflık öyle böyle bir tuhaflık değil. Mesela, Galatasaray - Fenerbahçe maçlarını çok izlendiği için 90 dakikadan 150 dakikaya çıkarmak kadar tuhaf. Futbolcuların bir “iyi oynama süresi” vardır çünkü. Sizin o kaliteyi, o standardı sunabileceğiniz evrensel bir zaman kısıtlılığı vardır. Maç 90 dakikada iyi oynanır. Sinema filmi 90-100 dakikayı nadiren geçer. Dizi maksimum 60 dakikadır. 150 dakika dizi izlemek kârlı, verimli, doğru bir şey olsaydı, birileri bizden çok önce bunu keşfederdi hiç şüpheniz olmasın. Sektör olarak hiçbir şey değilsek, bunun yanlışlığının toplu bir ispatıyız zaten. “9-10 reytingli işler yayından kaldırılıyordu” demiştik. Şimdi 9-10 reytingli işler zil takıp oynuyor ve gün birincisi oluyor. Alternatif eğlencelerin, tematik kanalların artışının, internetin yükselişinin televizyon izlenirliğine etkisini asla küçümsemiyorum ama bugün “dizi izleyicisi topluluğu”, sosyal hayatta dizi izlemeye alternatif üretemeyen çok kısıtlı bir insan topluluğundan oluşuyor. Ve reklam verene de buradan selam ederim: Bu topluluk onların aradığı orta sınıf, para harcayan topluluk değil. 

Çocuğun adını koyalım: İçinde yaşadığımız durumun tüm dillerde karşılığı “çöküş”tür. Önce ekipler terk etmeye başladı bu bozuk düzeni, şimdi sıra kanal yöneticilerine kadar geldi. Başarısızlık canavarına devamlı bir kurban vermek zorundasınız çünkü. Evlerimizde oturup düşündük, acaba nerede hata yapmıştık? Oysa suçlu sistemin ta kendisiydi. 

Çözümden haber ver! 
Sektörün yapısal sorunlarının yasal çözümü olmadan elbette kalıcı bir çözüm olmayacaktır ama fikrimce bir süre nefes aldıracak geçici bir çözüm, prime time 1 ve 2’nin ve hatta şu an ABD’de olduğu gibi prime time 3’ün hızla geri dönmesi. Yani gecede en az iki dizi yayınlanması. Bu seyiriciyi tekrar “seçici” konumuna getirecek, hikayeleri hızlandıracak, rekabeti artıracak, piyasayı canlandıracak ve en önemlisi “makul sürelerde drama izlemeyi seven” seyirciyi yavaş yavaş geri döndürecektir. 

“İki diziyi kaldıracak bütçeler yok” denebilir: Basit bir bölme işlemi aradığımız bütçeyi bize verecektir. 500 bin liralara “bol yıldızlı diziler” değil, 250 bin liralara az yıldızlı, yıldızsız, hikayesi sağlam, belki konsept, kısa, hızlı diziler. Neredeyse tüm fenomenleri üretenin ikinci seçenek olduğuna dikkatinizi çekerim. 

‘I have a dream’ 
Bir gün birisi çıkacak, kısa diziler yapacak/yaptıracak ve seyirci geri dönene kadar bu kararının arkasında duracak. Sektör de seyirci de eski güzel günlerine geri dönecek. 

yazının linki 
http://www.radikal.com.tr/Radikal.aspx?aType=RadikalDetayV3&ArticleID=1112235&CategoryID=82
Sender Senaryo Yazarları Derneği 
http://www.senaryo.org.tr/
*
Share/Save/Bookmark

2 yorum:

  1. Bu yazıyı paylaşıp bizi aydınlattığınız için teşekkürler. Ben de konsantrasyon problemi yaşadığımı düşünmeye başlamıştım. Çünkü hiçbir diziyi başından sonuna pür dikkat izleyemiyor, elbet bir yerde kopuyordum. Bu durum bir kaç defa tekrarlanınca da o diziden soğuyup, bir süre sonra izleyemez oluyordum.

    YanıtlaSil
  2. Evet artık iyice kabak tadı vermeye başladı diziler. Bu kadar üretimin içinde birkaç tane de olsa güzel örnek arıyor insan ama yok maalesef. Dizi sektörü sinema sektörü için de önemli,birbirlerinden ayrılamaz iki sektördür aslında.Bu gidiş yakın zamanda sinema sektörünü de etkileyecektir. İşte o zaman daha kötü sonuçlar doğurabilir..

    YanıtlaSil