18 Kasım 2015 Çarşamba

Boks Temalı En İyi 10 Film

"Boks, insanı insana döve döve anlatma sanatıdır.
Boks’ sporu dışarıdan bakıldığında her ne kadar medeniyet dışı gibi görünse de, içinde barındırdığı evrimsel ve toplumsal kavramlar ile aslında insani spordur. İnsan, evrim halkasındaki en medeni canlı olmasına karşın, doğa yasaları gereği hâlâ vahşi, hayvani dürtüler barındırmaktadır. Tüm sporların çıkış amacı olan galip gelme isteği de,aslında evrimsel açıdan hayatta kalma güdüsünün bir uzantısıdır. Hâl böyle olunca, bir topu bir kaleye sokma mücadelesindeki yapaylıktan ziyade iki canlının birbirini alt etme mücadelesi, yaşama en yakın mücadeledir. Her iki sporcunun doğadaki iki yırtıcı gibi birbirine galip gelmeye çalışırken, gong çaldığında birbirlerini kutlayacak kadar medeni olma zorunluluğu da spor kavramının olmazsa olmazlarından. Onur Ünlü’nün İtirazım Var (2014) filminin bir sahnesinde geçen “Boks, insanı insana döve döve anlatma sanatıdır.” sözü, içinde barındırdığı şiddet ve sanat çatışmasıyla, boksun paradoksunu çok güzel anlatıyordu.

Boks filmlerinin bir başka güzel yönü de, içerdiği yoğun dramlardır. Bir insanın gönüllü olarak yumruk yemesi için kaybedecek bir şeyi olmaması gerekir. Hâl böyle olunca, hemen hemen tüm boksörlerin fakir kesimden çıkması oldukça doğaldır. Tüm bu yoksulluk ve yoksunluktan beslenen yaşam kavgası, sporun heyecanı ile birleşince, bir filmi izlenilebilir kılan tüm özellikler bir araya gelmiş oluyor.
  1. Raging Bull (Yön: Martin Scorsese, 1980)  Boks filmleri kategorisinin ötesinde, sinema tarihinin en iyi filmleri listelerinde üst sıralarda yer alan Raging BullMartin Scorsese – Robert De Niro ortaklığının en başarılı yapımlarından birisidir. Empire dergisine göre tüm zamanların en iyi 11. filmi olarak gösterilir. Robert De Niro’nun kariyerindeki mihenk taşlarından olup, Taxi Driver (1976) ve The Deer Hunter (1978) ile alamadığı en iyi erkek oyuncu Oscarını 3. adaylığında bu filmle alır. Joe Pesci’nin performansı da her ne kadar Oscar ile ödüllendirilmese de, takdire şayandır. Martin Scorsese, diğer boks filmlerinin aksine dövüşü ve mücadeleyi yüceltmektense, yoğun şiddet içerikli bir anlatımla insanın ilkel güdülerinin altını çizmeye çalışmıştır. Robert De Niro’nun Joe Pesci ile kavga sahnesinde kendini kaptırıp Pesci’nin kaburgasını kırması ise, tam da Scorsese’nin istediği gibi ilkel güdülerin, De Niro’nun performansına fazlasıyla yansımasının kanıtı niteliğindedir.
  2. Rocky (Yön: John G. Avildsen, 1976) Her ne kadar ilk filminden son filmine, Amerikan propagandasını oldukça yoğun bir şekilde işleyen bir seri olmasına rağmen, şahsen sinema tarihinde en çok sevdiğim seridir. Her başarılı serinin kaderi olan, son filmlere doğru sinema kalitesinin düşmesi, Rocky için de geçerli olup yine de film, seri anlamında konu bütünlüğünü koruyabilmiş nadir yapımlardandır.
    İlk iki filmi konu devamı açısından bir bütünmüş gibi düşünürsek, Rocky Balboa’nın (Sylvester Stallone) yoktan var olan kariyeri, Amerikan rüyasının sinemadaki en belirgin örneklerindendir. Oysaki ilk filmi tek başına düşündüğümüzde, klasik Hollywood şablonuna uymayan mutsuz sonu Samuel Beckett’in “Hep denedin, hep yenildin. Olsun. Gene dene, gene yenil. Daha iyi yenil. sözünü haklı çıkarırcasına gururlu bir mağlubiyetin resmidir. Sanki Mona Lisa tablosu gibi, ilk film tek başına buruk bir hüzün, diğer filmler ise tatlı bir gülümseme yaratır izleyende.
    Rocky Balboa’nın yoktan var olan kariyerine paralel olarak Sylvester Stallone’ın da kendi sanat kariyerinin mihenk taşı olmasıyla film, her iki açıdan da var olma mücadelesinin çok güzel bir örneği. Ayrıca Bill Conti imzalı enfes müziklerin, filmin görselliğine katkısı da yadsınamaz bir gerçektir.
  3. Million Dollar Baby (Yön: Clint Eastwood, 2004) Usta oyuncu ve yönetmen Clint Eastwood’un 2004 yapımı, Morgan Freeman ve Hilary Swank’in üstün performansları ile dram dozu yüksek bir film. 2005 yılı Akademi Ödüllerinde en iyi film dahil 4 Oscarı kazanan film, hayatında hiç kadın boksör çalıştırmamış yaşlı antrenör Frankie’nin (Clint Eastwood), prensiplerinden vazgeçip Maggie’yi (Hilary Swank) çalıştırmasını konu alıyor. Ters köşe finalinde, izleyiciye karnına koca bir yumruk yemiş gibi hissettirmesi boks filmine yaraşır güzellikte.
  4. Cindirella Man (Yön: Ron Howard, 2005) Cindirella Man, Büyük Buhran olarak adlandırılan 1929 yılındaki ekonomik ve toplumsal kriz sırasında ailesini ayakta tutmak için var gücüyle savaşan ünlü boksör James J. Braddock’un (Russell Crowe) gerçek yaşam öyküsüne dayanıyor. İçinde barındırdığı yoksulluk dramının oluşturduğu yaşam savaşıyla ringdeki mücadelenin paralelliğini en iyi işleyen filmlerden biridir.
  5. The Fighter (Yön: David O. Russell, 2010) Gerçek bir olaydan esinlenilerek çekilen film, iki kardeşin parçalanan aile hayatlarını düzeltmeye çalışmalarını konu alıyor. Christian Bale’in yine rolü için fedakâr fiziksel değişimiyle hayat verdiği Dicky, bir efsane iken yeteneğini boşa harcayarak gözden düşmüş eski bir boksördür. Filmin adının boksör değil de Dövüşçü olması – aynı adlı eski bir filmi göz ardı ederek- diğer boks filmlerindeki gibi boksörlerin sadece ringde değil, hayatın her alanında savaştıklarının, dövüştüklerinin güzel bir nüansı.
  6. Ali (Yön: Michael Mann, 2001) Boks tarihinden öte dünya spor tarihinin gelmiş geçmiş en başarılı sporcularından biri sayılan Muhammed Ali’ye dair şu ana kadar yapılmış en derli toplu film Ali. Muhammed Ali’yi diğer sporculardan ayıran aykırı karakteri ve toplumsal duruşu, yaşadığı dönemde bile kendisini film yıldızı konumuna taşımıştı. Michael Mann’ın yönetmen koltuğunda olduğu Ali, dönemin siyasal konjonktürünü yansıtması bakımında da sağlam altyapısı ile türünün başarılı örneklerindendir. Muhammed Ali’nin hem boks ringinde hem de kamuoyu önündeki mücadelesinin, spor ve siyaset tarihinin en ilginç hikâyelerinden biri olmasının da filmin kurgusuna katkısı büyük.
  7. The Boxer (Yön: Jim Sheridan, 1997) Jim Sheridan ile Daniel Day Lewis’in My Left Foot (1989) ve In The Name of The Father’dan (1993) sonra üçüncü ortaklığıThe Boxer, eski IRA üyesi Danny Flynn’in (Daniel Day Lewis) hikâyesine odaklanıyor. On dört yıllık hapsin ardından Belfast’a dönüp boks salonu açan Danny, sporun birleştirici gücünü kullanarak hayatına yeni bir yön vermek istemektedir. Boks sayesinde yarattığı barış ve huzur ortamı, eski örgütü IRA içindeki barış karşıtı gruba ters gelir ve Danny bu çatışmadan dolayıprensiplerine sahip çıkmakla pes etmek arasında kalır.
  8. The Champ (Yön: Franco Zeffirelli, 1979) Yıllar önce ringlerden uzaklaşmış eski şampiyon Billy (Jon Voight) eşinden ayrılan, içki batağına düşen, önemsiz maçlara çıkarak içki parasını denkleştirmeye çalışan bitik bir adamdırHayatının tek iyi yanı onu hâlâ ‘şampiyon’ olarak gören oğlu T.J’dir (Ricky Schroder). Eski eşinin ansızın ortaya çıkıp oğlunu geri almak istemesiyle Billy, TJ’den ayrılmamak için tekrar ringlere dönecek ve oğlunu kaybetmemek için yine yumruklara hedef olmayı tercih edecektir.
  9. Hurricane (Yön: Norman Jewison, 1999) Denzel Washington’ın ‘Hurricane (Kasırga) lakaplı Rubin Carter’ı canlandırdığı film, boksörün 1966 yılında cinayetten suçlanarak hapse girişini ve hâkim davayı düşürene dek orada geçirdiği yirmi yılı konu alıyor. 
  10. Southpaw (Yön: Norman Jewison, 2015) Listenin en yenisi, yakın zamanda vizyon şansı bulan Southpaw’da (2014) mesleğinin zirvesindeki Billy Hope (Jake Gyllenhaal) ansızın en büyük destekçisi olan eşi Mo’yu (Rachel McAdams) kaybeder ve bir anda kendini parasal ve ruhsal anlamda en dipte bulur. Eşinden sonra kızını da kaybetmemek için tek kurtuluş yolu, en iyi yaptığı şey Boks sayesinde yine eski günlerdeki gibi yükselişe geçmek olacaktır.
*
Share/Save/Bookmark

17 Kasım 2015 Salı

Bir Delibozuk’un Hayatı: Mistress America

(© Fil’m Hafızası, Güray Karaayak)

Greta Gerwig şu an bağımsız suların en parlayan yıldızı. Frances Ha (2012) ile gönülleri fethetti diyebiliriz. Kentli orta sınıfın nevrotik hâlleri üzerinden mizahını yaratan Woody Allen ekolünün yeni temsilcisi Noah Baumbach’ın Greta Gerwig’le ortaklığı Mistress America (2015) ile devam ediyor. Kapitalist Batı toplumunun bir eli yağda bir eli balda orta sınıfının, tüm bu olanaklara rağmen kendini bulamayışı başlı başına bir dram olsa da, sinema için pek albenisi olmadığından mı bilinmez, dram dozu yüksek örnekleri pek görmüyoruz. Oysa tam tersi, bu “kendini arayış” sürecinde girilen komik durumlar üzerinden yapılmış örneklere sıkça rastlıyoruz. Mistress America da bunun güzel örneklerinden biri.
İlk gösterimini Sundance’da yapan Mistress America’nın iki ana karakterinden biri olan Brooke (Greta Gerwig), New York’un hızına kendini kaptırmış, hayata tutunmaya çalışan, deli dolu birisidir. Tıpkı France Ha’daki gibi patavatsız ama bir o kadar da samimi. Zaten Greta Gerwig’in, France Ha’daki nevrotik kız hâllerini Brook’da da hissedebiliyoruz. Hatta filmin adını “France Ha 2” koysalardı kimse yadırgamazdı galiba. Brooke’un var olma mücadelesinde girdiği durumlar, verdiği tepkiler, hayata bakış açısı Dunning Kruger sendromunun başlangıç seviyesi ama daha çok sendromun göze batmayan hoş bir örneği kıvamında.
Tracy (Lola Kirke) ise üniversiteyi yeni kazanmış, büyük denizde küçük balık misali şehri ve insanları tanımaya çalışmaktadır.Annesi ile Brooke’un babasının evlenme arifesinde olmasından dolayı, biraz da çekinerek Brooke’la iletişim kurar. Brooke ise, köyden gelen uzak akraba misali bir anda karşısına çıkan Tracy’ye kol kanat gerip ablalık yapmaya başlar.Artık karşısında bitmek bilmeyen hayallerini, süsleyerek anlatabileceği biri olacaktır.
Tracy için de bu ilişki, okulun popüler edebiyat kulübü Mobius’a girmek için yazacağı öyküye gerekli olan hayal gücünü sağlayacaktır.İkili arasındaki bu simbiyotik ilişki zamanla garip bir hâl alınca girdikleri durumlar zaman zaman komik ama bir o kadar da acıklı olacaktır.
Mistress America, direkt komedi iddiası olmayıp seyirciyi çokça güldürebilen nadir güzel filmlerden biri. Noah Baumbach ve Greta Gerwig ikilisinin bundan sonra ne yapacağını merakla bekliyoruz.
*
Share/Save/Bookmark

Uyuşturucuya karşı en iyi senaryolar ödüllerindirildi

Yeşilay’ın uyuşturucu madde bağımlılığının zararları hakkında gençler ve ebeveynlerin farkındalık düzeylerini artırmak amacıyla destek verdiği, “İkinci Adım Yok” Kısa Film Senaryo Yarışmasında dereceye giren senaryolar ödüllendirildi.

Sinema ve Televizyon Eserleri Sahipleri Meslek Birliği (SETEM) tarafından düzenlenen yarışmada; “Adam Asmaca” isimli senaryosuyla Berfin Yaşar birinci, “Bir Adımla Gelen Kayıp”la Furkan Dağlı ikinci, “Engebe”ile Korhan Topçu da üçüncü olmuştu.

Senaryolardan birinci olan Adam Asmaca isimli başvuru animasyon olarak oluşturulurken, diğer iki senaryo kısa metrajlı film olarak gerçekleştirildi.
Yeşilay Genel Merkezi’ndeki özel gecede, dereceye giren senaryo sahipleri ödüllerine kavuştu. Başarılı senaryo yazarlarına ödülleri, Yeşilay Genel Başkanı Prof. Dr. Mücahit Öztürk ve SETEM Akademi Başkanı Feza Sınar ve Yeşilay Bilim Kurulu Üyesi, Şehir Üniversitesi Dekanı Prof. Dr. Peyami Çelikcan tarafından verildi.
Yeşilay’ın desteğiyle yayınlanan TRT’nin sevilen dizisi “Son Çıkış” oyuncularının da katıldığı Ödül Töreninde konuşan Prof.Dr. Mücahit Öztürk, şunları söyledi:

“Mali destek programları kapsamında bağımlılığa karşı mücadele eden, bilinç ve farkındalık oluşturan sivil toplum kuruluşlarının, üniversitelerin, kurumların projelerine hibe desteği veriyoruz. İkinci Adım Yok projesi de destek verdiğimiz çok anlamlı projelerimizden biri. Birbirinden değerli senaryolar arasından 3 senaryomuz dereceye girdi ve bunları kısa metrajlı film olarak çektik. Kısa diyoruz ama içeriğinde çok anlamlı, uzun mesajlarımız var. Projede emeği geçenlere, bağımlılıklarla mücadelemizde yükümüzü paylaşanlara teşekkür ediyorum”.

SETEM Akademi Başkanı Feza Sınar da Yeşilay’ın projeyi desteklemesinin çok önemli olduğunu belirterek Yeşilay’a teşekkür etti. Sınar şöyle dedi:

“İletişim araçlarını kullanarak uyuşturucu madde bağımlılığının zararları hakkında gençler ve ebeveynlerin farkındalık düzeylerini artırmayı amaçladık. Umarız bu amacımıza bir nebze de olsa ulaşmışızdır İkinci Adım Yok projemizle. Yeşilay’ın bu projeyi mali olarak desteklemesi, tüm süreçlerinde danışmanlık yapması bizler için çok kıymetliydi. Yarışmaya katılanlara, dereceye giren eser sahiplerine ve film çekiminde yer alan tüm ekip ve oyunculara minnettarız”.

Yarışmada yazdığı senaryo ile birinci olan İletişim Fakültesi öğrencisi Berfin Yaşar’a ödülünü
Yeşilay Genel Başkanı Prof.Dr.Mücahit Öztürk verdi. İkinci seçilen Tıp Fakültesi öğrencisi Furkan Dağlı ise ödülünü SETEM Akademi Başkanı Feza Sınar’dan aldı.

Üçüncülük ödülünü kazanan Korhan Topçu’nun ödülünü ise Yeşilay Bilim Kurulu Üyesi, Şehir Üniversitesi Dekanı Prof. Dr. Peyami Çelikcan verdi. Korhan Topçu , aldığı para ödülünü mültecilere bağış olarak vereceğini söyledi.

Kısa filmlerde gönüllü olarak rol alan Son Çıkış dizi oyuncuları Tolga Canbeyli ve Ümit Yaşar Bekar’a da teşekkür plaketi verildi.

*
Share/Save/Bookmark

16 Kasım 2015 Pazartesi

Tam Bir ‘Ozon’ Filmi: Une Nouvelle Amie


François Ozon, genç kuşak yönetmenler içinde filmleri bağımsız sinema seyircisi tarafından merakla beklenen yönetmenlerin başında gelir. 8 Femmes (2002), La Piscine (2003), Juene & Jolie (2013) gibi geniş hayran kitlesi kazanmış filmlerin arasında kendi kişisel Ozon listemde, Dans la Maison (2012) en üstte yer alır. Sinema tarihinin gelmiş geçmiş en büyük yönetmenlerinden Pier Paolo Pasolini’nin Teorema‘sına (1968) atıfta bulunarak çektiği Dans la Maison, steril hayatlar yaşayan şehirli insanların ahlaksal çıkmazlarını çok güzel anlatır. Dans la Maison’da ve diğer filmlerinde de François Ozon filmlerinin alamet-i farikası olan varoluşsal burjuva kaygıları, bastırılmış yoğun cinsellik ve şiddet eğilimleri, filmlerinin hep ana eksenini oluşturmuştur. Tıpkı Pasolini gibi Ozon’un da en büyük derdinin burjuvazi olduğu kesin.

François Ozon gibi büyük yönetmenlerin çekeceği her film öncesi, sinefillerde ister istemez büyük bir beklenti doğması doğaldır. Bu, her yönetmen için istenen ideal bir durum olsa da kimi zaman aşırıya kaçıp dezavantaja dönüşebilir. Oluşan yüksek beklenti seyircinin filmi doğru analiz edememesine neden olabilir çoğu zaman. İtiraf etmek gerekirse Une Nouvelle Amie (2014) için bende de büyük bir beklenti oluşmuş ve filmin sonunda bu beklentilerimin karşılanmadığı hissiyatına kapılmıştım. Ama zamanla filmi sindirip iyice anlamaya başlayınca haksızlık ettiğimi düşündüm. Belki bir Ozon başyapıtı olmasa bile filmografisinde üst sıralarda yer alması gereken bir film olduğunu düşünüyorum şimdi.
François Ozon’un diğer yapıtlarındaki gibi bu filmde de odak noktası, steril şehirli burjuva hayatının klişelerle çizilmiş karakterleri ve topluma dayatılan aile-cinsiyet tanımları. Filmde iki çocukluk arkadaşı Claire (Anaïs Demoustier) ve Laura (Isild Le Besco) birbirleri için dosttan öte kardeş gibilerdir. Laura’nın zamansız ölümünden sonra Claire, geride kalan David ve bebeğine destek olmak için elinden geleni yapmak istemektedir. David ise yaşadığı travmadan dolayı bastırılmış kadın cinselliğini tekrar yaşamaya başlar. Ev içinde kadın kıyafetleri giyip bebeğine annelik yapmaya çalışan David, kendi kadın kimliğini Virginia olarak adlandırır ve Claire’den kendini kabullenmesini ister. Bu durum ilk başlarda Claire’e garip gelir ve toplumun cinsiyet dayatmaları ile arkadaşına duyduğu sevgi arasında kalmasına sebebiyet verir. Ama sonuçta toplum ne derse desin Claire, David’in Virginia’ya dönüşümünde en büyük desteği verir. Bunu yapmaktaki amacı ilk başlarda bencilce bir dürtüyle Laura’nın boşluğunu doldurmak olsa da gittikçe bu durum Claire’in da bastırdığı duygularının ortaya çıkmasına neden olur.
David’in alter egosu, Virginia’ya dönüşümünde yatan psikolojik ve sosyolojik etkenleri yeteri kadar irdelememesi, senaryo anlamında filmin eksik yanlarından bazıları. Claire ve David’in, yüksek refah seviyesindeki hayatlarında eğitim ve kültüre kolay ulaşım imkânları varken kendilerini tanımlayamamış olmaları burjuvazinin en büyük çıkmazlarından biri. Çünkü burjuva için öncelik ‘içe yönelişten’ ziyade; son model üstü açık araba, dubleks ev, yeni kıyafetler yani tüketilebilecek olan her şeydir. Tükettikleri ile kendini anlamlandıran bir yapıda kişinin kalıplarını kırması diğer sosyal düzenlere nazaran daha zordur. Çünkü bu tüketim yapısı kendi kurallarını sorgulamamak ve boyun eğmek üzerine konumlandırmıştır.
Başrol oyuncularından Romain Duris hakkında bir şey yazmaya gerek yok sanırım. Gadjo Dilo (1997), L’auberge Espagnole (2002) gibi yakın dönem Avrupa sinemasının kaliteli yapımlarında yıldızı parlayan Duris, bağımsız sinemanın önde gelen oyuncularından biri. Bu filmdeki gibi cesur karakterlerin altından çok kolay kalkabilmesi ve her daim oyunculuk metodunu geliştiriyor olması onu diğerlerinden ayıran en büyük özelliği. David/Virginia ikilemini taklit tuzağına düşmeden performansına yansıtması filmin temelini sağlamlaştırıyor. Toplumsal normlarının sorgulayıcısı konumundaki Claire’in arada kalmışlığının ama yine de sorgulayan tavrının da Ozon’un istediği şekilde seyirciyi düşünmeye ittiği kesin.
Filmin bir diğer karakteri Anaïs Demoustier de çok isabetli bir seçim olmuş. Ozon filmde cinsiyet kalıplarını yıkarken Demoustier seçimi ile de aslında bir nevi güzellik kalıbını yıkmış. Oyuncunun güzellik endüstrisinin bizlere empoze ettiği ‘Barbie’ kadın imajına hiç uymayan doğal güzelliği hikâyenin gerçeklik algısına katkı sağlarken, Claire’in bastırılmış gizli lezbiyenliği ile erkek egemen anlayışa zıt güzelliği uygun bir paralellik oluşturmuş.
Une Nouvelle Amie aile-toplum-cinsiyet kavramları üzerinden sınıf eleştirisi yaparken sağlam alt metninden güç alarak kendini izletiyor. Bu zorlu alt metin, yer yer senaryo anlamında tıkanıklığa yol açsa da güçlü oyunculuklar sayesinde akış problemini hissettirmiyor. Sonuç olarak Une Nouvelle Amie, François Ozon başyapıtı olmasa bile tipik bir Ozon filmi olarak düşünülebilir.
*
Share/Save/Bookmark

Angelina Jolie'den Hayatın Kıyısında


HAYATIN KIYISINDA
Yapım Bilgisi
“Hayatın Kıyısında, kaybetme, aşkın sabrı, iyileşme ve kabullenme üzerine bir hikaye.”
—Angelina Jolie Pitt

Oscar ödüllü ANGELINA JOLIE PITT tarafından yazılan, yönetilen ve yapımı gerçekleştirilen Hayatın Kıyısında, Jolie’nin yönetmen olarak üçüncü, geçen yılki Boyuneğmez filminden sonraki ilk sinema filmi. Dram filminin oyuncuları BRAD PITT ve Jolie Pitt’e , MÉLANIE LAURENT (Inglourious BasterdsNow You See Me), MELVIL POUPAUD (Laurence AnywaysThe Lady in the Portrait) ile üç César ödüllü NIELS ARESTRUP (The Diving Bell and the ButterflyThe French Minister) ve iki César ödüllü RICHARD BOHRINGER’ın (The Cook, the Thief, His Wife & Her LoverLe grand chemin) yer aldığı uluslararası bir ekip destek veriyor.
Hayatın Kıyısında, 1970’lerin Fransa’sında sakin ve pitoresk bir sahil yerine gelen ve evlilikleri krizde olan Roland (Pitt) adlı Amerikalı bir yazarla karısı Vanessa’yı (Jolie Pitt) konu alıyor. Gezginlerle, yeni evli çift Lea (Laurent) ve François’la (Poupaud) ve köyün sakinlerinden Michel (Arestrup) ve Patrice (Bohringer) ile zaman geçiren çift kendi hayatlarındaki çözülmeyen sorunlarda anlaşmaya varmaya başlarlar.
Hayatın Kıyısında, tarzı ve insan deneyimi temalarının işlenişi konularında, konsantre ve özlü anlatım tarzıyla, az miktardaki diyalogları ve huzursuz atmosferiyle 60’ların ve 70’lerin Avrupa sineması ile tiyatrosundan ilham almış.
Jolie Pitt’e kamera arkasında filmi çekmek için Cine Reflect Işıklandırma Sistemi’ni kullanan görüntü yönetmeni Christian Berger (The White Ribbon, The Notebook), yapım tasarımcı Jon Hutman (Unbroken, It’s Complicated), editörler Patricia Rommel (The Lives of Others, In The Land of Blood and Honey) ile MARTIN PENSA (Dallas Buyers Club, Wild) ve kostüm tasarımcı Ellen Mirojnick (Wall Street: Money Never Sleeps, TV’den The Knick) eşlik ediyor. Yapım hizmetinde kendisine Pitt eşlik ederken, Chris Brigham (Inception), Holly Goline-Sadowski (Unbroken) ve Michael Vieira (Unbroken) sorumlu yapımcılar olarak görev alıyor.
YAPIM HAKKINDA
Hayatın Kıyısında Başlıyor
Angelina Jolie Pitt, ilk sinema filmi yönetmenlik denemesi Kan ve Aşk’tan önce ve Universal’in epik 2. Dünya Savaşı filmi Boyuneğmez’den çok önce, Hayatın Kıyısında’nın senaryosunu acı ve aşkı keşfetme üzerine yazmış.
Jolie Pitt, motivasyonunu şöyle anlatıyor; “Hayatın Kıyısında’yı bazı insanların kedere nasıl hiç maruz kalmadığını, bazı insanların buna nasıl alışmaya müsaade ettiğini ve bazılarının da üstesinden gelmek için nasıl yollar bulduğunu incelemek istediğimi düşünerek yazdım. Bu filmdeki herkes bu konuya yaklaşımın farklı bir yönünü temsil ediyor.” Bununla birlikte başlangıçta başrollerden birini canlandırma planlaması yokmuş. “Senaryoyu film yönetmeye başlamadan önce yazdım. Bu yüzden Brad’le ikimizin birlikte yapacağımız bir iş olarak düşünmemiştim. Bir şey yazdığınızda genellikle neden yazdığınızın farkında olmazsınız. İçine girinceye ve bir tepkiniz oluşuncaya dek bir şeyin sizi etkilediğini veya rahatsız ettiğini fark etmiyorsunuz. Bunu gerçekten yapacağımız veya rol alacağımızı hiç beklemiyordum. Bu yüzden belli bir özgürlük anlayışıyla yazdım.”
Jolie Pitt, insan varlığının akışkanlığıyla büyülendiğini ve senaryosuna ilham verdiğini söylüyor;” Hiçbir zaman sadece hayatın trajedisi veya mizahı veya saf neşesi yok. Uç noktaları var. İlişkilerin de bu uç noktaları var. Bir yerde ağlıyor olabilirsiniz, 20 dakika sonra garip bir şeye gülüyor olabilirsiniz. Bu film bunun uç bir versiyonu. İnsanların bağ kurabildiği ise bazen öldürmek istediğiniz bir insana çılgınca aşık olabileceğiniz. Onlarla havai, komik ve aynı zamanda üzgün ve mutsuz olabilirsiniz. Bu ilişkinin dalgalarıdır. İşler tümüyle mantıklı gelmez ve örtüşmez. Bu da bir yazar olarak özgürlüğe zorlar.”
Sanatçı olarak odak noktası kamera arkasında çalışmaya dönerken Jolie Pitt’in dikkati de yine senaryosuna yönelmiş. Şunları söylüyor; “Hayatın Kıyısında, ticari bir film olma amacını gütmüyor. Sanatçılar olarak hepimizin deneyimlemesi, araştırması ve hassas ve özel bir şey yaratması için bir fırsattı. Ticari bir film yapamamanın özgür bir yanı var. Daha cesur olup deney yapabiliyorsunuz. Duygusal açıdan daha çok meydan okuyucu ve yaratıcı. Sanatçı olarak bir şeyleri denemek ve bazen güvenli tercihlerden kaçınmak istersiniz. Farklı, belki de daha meydan okuyucu bir sinema deneyimi yaşamak isteyenler tarafından beğenileceğini umuyoruz.”
Hayatın Kıyısında filminde hem yapım görevlerinde hem de ekran önünde Jolie Pitt’e kocası Brad Pitt eşlik ediyor. Hikaye ve deneyimleri konusunda şunları söylüyor; “Anlatımının yoğun olmaması ve zarif olması açısından Angie çok Avrupai bir film yazdı. Oyuncu olarak işimiz daha kişisel yapmak. Bu kadar kişisel yapmak için bir anda bulanıklaşıyor. Böyle bir geçmişimiz ve karşılıklı saygımız var. Aynı zamanda birbirimizden ve ailemizden beklentilerimiz de böyle. Üstlendiğim en zorlayıcı işlerden biriydi. Ama aynı zamanda bunda çok büyük bir özgürlük vardı. Çünkü deneyleyebiliyor ve canlandırabiliyoruz. Garip bir şekilde daha önce bulunduğum setlerden daha güvenli bir ortam vardı ve biz de bu yüzden özgür bıraktık.”
Bu hikayede merkezde altı karakter yer alıyor. Pitt, altı oyuncuyu bize tanıtıyor; “Hayatlarının farklı dönemlerindeki birden çok çifti konu alan bir hikaye. Lea ve François var. Yeni evli ve gelecek potansiyelinden heyecan duyan bir çift. Bir tür arkadaşlık ilişkisinde olan, deneyimleriyle sertleşip nasırlaşan, yumuşayıp genişleyen bir çift. Sonra bizim karakterlerimiz Roland ve Vanessa var. Bu aşamada yenilik eskimişlik ve her şey yüzeye çıkmış. Bununla ya bir çığır açıp o noktadan sonra büyüyecekler veya farklı yönlere gidecekler.”
Jolie Pitt ve Pitt’in beyaz perdede canlandırmaya karar verdikleri son çift. Aşkın ikinci döneminin zorluklarını ve çiftlerin sonsuza dek verilen bir sözle başlayan getirdiği ve bir sonraki adımda nereye gideceğini bilinmeyen bir ilişkiye hayatın getirdiği beklenmeyen patlamalarla nasıl başa çıktıklarını inceleyecekler
Yönetmen, bu karakterlerin geliştirilmesindeki cazibeyi şöyle anlatıyor; “Vanessa ile Roland’ın şartlarında çoğu kişi muhtemelen boşanırdı. Ama kendini adadığın birine söz verme fikri var. Bazen evlilik kolay değildir ama o sözü verdiğinizi, bir geçmişiniz olduğunu ve o kişiyle neden birlikte olduğunuzu bilirsiniz. Rahat bir yanı vardır. Filmimizde Roland’ın yaptığı gibi, bir kişinin diğerinden daha çok verdiği ve canlı tutmak için bir kişinin gerektiği genelde doğrudur.”


Her iki yapımcı da bu yapımın kendilerine sevgilerini ve oyunculuk sanatlarını yeniden keşfetme fırsatı sunduğunu kabule diyorlar. Jolie Pitt şunları söylüyor; “Oyuncu olarak yaratma ve canlandırma, saygısız ve uygunsuz olma ve biraz fazla gürültülü olma ve cesur tercihler yapma konusunda özgür olduğumu hissetmeyeli uzun zaman oldu. Cesur olup araştıracağım ve belli bir şekilde satılması gereken bir şeye uymak zorunda kalmadığım bir şey istedim.”

*
Share/Save/Bookmark

15 Kasım 2015 Pazar

52. Altın portakal adayları belli oldu


52. Uluslararası Antalya Film Festivali Ulusal Yarışma Bölümü’nde yer alacak 12 film belli oldu. Altın Portakal için yarışacak filmler arasında farklı coğrafyalar ve etkileyici öykülere sahip filmler dikkat çekiyor.

Antalya Büyükşehir Belediyesi tarafından düzenlenen 52. Uluslararası Antalya Film Festivali’nde geri sayım resmen başladı. Festivalin Ulusal Yarışma bölümünde yer alan 12 film belli oldu. Sinemamızın usta isimlerinin yanı sıra ilk filmine imza atan genç sinemacıların da yer aldığı Ulusal Yarışma’da 12 film; toplamda 14 kategoride sahiplerini bulacak Altın Portakal ödülleri için yarışacak.

52. Uluslararası Antalya Film Festivali Ulusal Yarışma Filmleri:

ARAMA MOTURU (Yön: Atalay Taşdiken) Dünya Prömiyeri
ARTIK HAYALLERİM VAR (Yön: Nefin Dinç)Belgesel
ÇIRAK (Yön: Emre Konuk) İlk Film, Dünya Prömiyeri
KALANDAR SOĞUĞU (Yön: Mustafa Kara) Türkiye Prömiyeri
KÜMES (Yön: Ufuk Bayraktar) İlk Film
MİSAFİR (Yön: Mehmet Eryılmaz)
MUNA (Yön: Serdar Gözelekli)
PİA (Yön: Erdal Rahmi Hanay) Dünya Prömiyeri
RÜZGARIN HATIRALARI (Yön: Özcan Alper) Türkiye Prömiyeri
SAKLI (Yön: Selim Evci)
SARMAŞIK (Yön: Tolga Karaçelik)
TAKIM: MAHALLE AŞKINA (Yön: Emre Şahin)

*
Share/Save/Bookmark

Sessiz sinema modern kadının doğuşuna ışık tutuyor

2. Uluslararası İstanbul Sessiz Sinema Günleri, 3-6 Aralık Tarihlerinde ‘Modern Kadının Doğuşu’ Temasıyla Gerçekleşiyor

Sessiz sinemanın eşsiz örneklerini geniş kitlelere tanıtan Uluslararası İstanbul Sessiz Sinema Günleri’nin ikincisi, 3-6 Aralık 2015’te gerçekleşiyor. Kino İstanbul tarafından organize edilen, İstanbul Modern, Pera Müzesi ve Fransız Kültür Merkezi’nin ev sahipliğinde gerçekleşen festival, sinemanın öncü örneklerini canlı müzik eşliğinde bir araya getiriyor. Yerli ve yabancı akademisyenler, araştırmacılar, küratörler tarafından her filme özel sunumların yapılacağı gösterimler, sinemaseverleri bekliyor.

İtalya’nın ünlü sinemateği Cineteca di Bologna ve Hollanda'nın saygın sinema müzesi Eye Filmmuseum'un kurumsal ortağı olduğu festivalin bu yılki teması, ‘Modern Kadının Doğuşu’olarak belirlendi. Kültür ve Turizm Bakanlığı’nın katkısıyla gerçekleşen festivalde, büyük kısmı ilk kez seyirci karşısına çıkacak Osmanlı dönemi görüntülerinden Diva filmlerine, Chaplin ve Keaton klasiklerinden Alman dışavurumculuğuna, kadın yönetmenlerin filmlerinden ‘renkli sessizler’e kadar birçok bölüm yer alıyor. Festival bu yıl ayrıca, dünyanın ilk film şirketi Gaumont’un 120. yıldönümünü ve Buster Keaton’un doğumunun 120. yılını, özel gösterimlerle gündeme getiriyor.

Filmler restorasyonda!
İlk filmin çekildiği 1895 yılından 1930’a kadar olan döneme damgasını vuran sessiz filmlerle, sinemanın keşif sürecinin heyecanını günümüze taşıyoruz. Filmlerin seyirciler tarafından neredeyse bir büyü gibi deneyimlenmiş olduğu bu öncü dönem, minimal ve zamansız karakteriyle bugüne dek ilham kaynağı olmayı sürdürdü. Günümüzde dijital olarak arşivlenen sessiz filmlerin koruma ve restorasyonuna dikkat çekmeyi misyon edinen Uluslararası İstanbul Sessiz Sinema Günleri, bu alandan uzmanları da ağırlayacak.
Sinema ve müziğin eşsiz birlikteliğinden doğan; yalnızca o ana adanmış performanslardan oluşan festivalin biletlerine Biletix’ten ulaşılabilecek.

Ve Hareketli Görüntü Modern Kadına Hayat Verdi…
Festival bu yıl Osmanlı’dan Amerika’ya, Avrupa’dan Ortadoğu’ya farklı coğrafyalarda, 20.yy başında modern kadının doğuşu kavramını tartışmaya açıyor. Festival bünyesinde gerçekleşecek film gösterimleri, panel ve sunumlarla, modern kadının kamusal ve özel alandaki yansımasının sinemada ilk kez nasıl belgelendiğine şahit olacağız. Bu bölümde, toplum içinde ve kendi bireyselliği bağlamında sıçrama yapmış, arzularına sahip çıktığı ölçüde arzu uyandıran salon kadınlarının tutkulu dünyasını da, kadının kamusal alandaki varlığı için sokakta mücadele vermiş kadınların belgesellerini de izleyeceğiz.
Amerika Birleşik Devletleri’nin ilk kadın yönetmeni olarak anılan, değindiği toplumsal konularla kendisinden çokça söz ettirmiş Lois Weber’in ‘Shoes /Ayakkabılar’ı, bölümün klasiklerinden biri. Sinema tarihinin en önemli avangard kadın yönetmenlerinden, sürrealist sinemanın kurucularından Germaine Dulac da, iki filmiyle programda: İlk sürrealist filmi, geleneksel kadın rollerini sorguladığı ‘La Coquille Et Le Clergyman / Denizkabuğu ve Papaz’ ve mutsuz bir evliliğe tanıklık eden ‘La souriante Madame Beudet / Gülen Kadın Beudet’.

Yine bu tema kapsamında, güzel, alımlı, gizemli kadın rolleriyle özdeşleşen ve yönetmenin aktrise yaptığı bir güzelleme niteliği taşıyan Diva Filmleri, festival programında yer alıyor. Sessiz sinemada Diva deyince akla gelen ilk isimlerden, güçlü oyunculuğu ve karakteristik güzelliğiyle anılan Lyda Borelli’nin ruhunu şeytana satan bir kadını canlandırdığı ‘Rapsodia Satanica / Şeytani Rapsodi’, gerçek bir başyapıt olarak öne çıkıyor. Küt saç kesimli ikonik imgesi ve bireysel özgürlüğe yaptığı vurguyla modern kadının rol modeli Louis Brooks’un sinema tarihinde çığır açan ‘Prix de Beauté / Güzellik Yarışması’ filmi, sıradan bir kadının güzellik yarışmasına katılıp birinci olması sonucu yaşadığı çalkantılar hakkında. Festival bu yıl ayrıca, kadın haklarının doğuşuna da tanıklık ediyor ve 20.yy başında, kadın hakları için savaşan, açlık grevine giren, eylemler yapan Süfrajetler’e değinen veya onlardan esinlenen kısa film ve belgeselleri seyirciyle buluşturuyor. Bu kısa film seçkileri ‘Kadın Komedyenler’, ‘Kadınlar İş Başında’ ve ‘Maceraperest Kadınlar’ başlıklarıyla gösteriliyor.

Modern Kadının Doğuşu Temalı Panel
2 Aralık Çarşamba günü, hizmete girişi tam da sinemanın doğduğu döneme denk düşen Pera Palace Hotel Jumeirah’nın ev sahipliğinde, Sinema Yazarları Derneği (SİYAD)işbirliğiyle, yerli-yabancı uzmanların katılacağı bir panel düzenleniyor. Panelde, modern kadının doğuşu teması hem sinemanın çizdiği çerçeve dahilinde hem de toplumsal olguların ışığında masaya yatırılacak.

Mizahın Sinemadaki Öncüleri Braas Çatısı Altında
Festival bu yıl sessiz sinemanın çığır açan iki ismi için özel bir bölüm hazırladı. Braas Çatı Sistemleri’nin bölüm sponsorluğunda hazırlanan ‘Sinemanın Öncülerine Saygı’,
Charlie Chaplin ve Buster Keaton’ı anıyor. Charlie Chaplin’in ‘Şarlo’ karakterinin 100. yılı anısına hazırlanan ve geçen yılki programımızda da yer alan seçkiden gösterimler, bu yıl farklı filmlerle sürüyor. Chaplin’in sinemaya adım attığı Keystone Stüdyosu yıllarından yapılan bu seçkide Chaplin, yoğun duygusal dışavurumuyla hem gündelik hayatın hallerini hicvediyor hem de insani olanın sınırlarını sorguluyor. Buster Keaton’ın ‘One Week / Bir Hafta’sı ise, yeni evli bir çiftin bir haftada portatif bir evi inşa etme çabalarının komik anlatısı. Keaton, Chaplin’in aksine daima kayıtsız kalan yüz ifadesi ve soyut düşünme biçimiyle, her şeyden çok, ironik olanın peşinde.

Pera Müzesi’nin 10. Yılına Özel ‘Renkli Sessizler’
Sessiz sinema yalnızca siyah-beyaz görüntülerden oluşmuyordu, Boyama ve tonlama teknikleriyle yeniden işlenen pelikülden, birçoğu yine monokrom olmak üzere, renkli filmler de elde edilmişti. ‘Renkli Sessizler’, bu çalışmaların çarpıcı örneklerini sunan bir seçki. Pera Müzesi’nin değerli işbirliğiyle gerçekleşen gala gösterimine, Gevende grubu canlı müziğiyle eşlik edecek. Elif Rongen-Kaynakçı’nın küratörlüğünde gerçekleşen bölüm çerçevesinde, ‘Fantasia Of Color In Early Cinema’ isimli kitabın tanıtımı da gerçekleştirilecek. Martin Scorsese’nin önyazısını yazdığı kitap, renklerin sessiz sinema dünyasındaki serüvenini anlatan, kapsamlı bir kaynak.

Osmanlı Görüntüleri
Geçen yıl Türkiye lansmanı yine Uluslararası İstanbul Sessiz Sinema Günleri’nde yapılan, tüm dünyada birçok arşivden derlenen ve Osmanlı İmparatorluğu topraklarında çekilmiş görüntüleri içeren ‘Osmanlı Görüntüleri’, bu yıl yeni filmlerle seyirciye ulaşıyor. Tarihin bir döneminde Osmanlı İmparatorluğu’nun parçası olmuş şehirler, Osmanlı mirasını yansıtan görüntüleriyle, bu bölüm altında bir araya geliyor. 100. yıllarında Çanakkale Savaşı ve Ermeni Tehciri, programın vurgu yaptığı konular arasında. Seyirciler bunun yanı sıra, Rodos, Trablus, Sivastopol ve elbette imparatorluğun güzel başkenti İstanbul’dan şaşırtıcı görüntülerle karşılaşacak. Gösterimleri birer panel takip edecek.

‘Zamanın Ruhu’
I. Dünya Savaşı sonrasında, Almanya sinemanın kalbiydi. Birçok yetenekli yönetmen, oyuncu, kameraman, kostümcü ve set amiri, bu dönemde yüzünü Almanya’ya çevirmişti. Geçen yıl dışavurumcu sinemanın baş tacı ‘Dr. Caligari’nin Muayenehanesi’ ile yer verdiğimiz Alman sessiz sinemasının en çarpıcı örneklerini sunmaya, bu yıl da devam ediyoruz. Goethe Enstitüsü’nün desteğiyle gerçekleşen ve ‘Zeitgesit / Zamanın Ruhu’ başlığını taşıyan bölümde beş film gösterilecek:
Uluslararası İstanbul Sessiz Sinema Günleri ve Gezici Festival ortaklığında ‘Variete’Ankara’da ve İstanbul’da seyirciyle buluşuyor. Film, Emil Jannings’in muhteşem oyunculuğuyla, bir aşk üçgeninde sıkışan bir akrobatın ruhsal iniş çıkışlarını anlatıyor. Karakterlerin arasındaki hassas dengeler, trapez sahnelerinin gerginliği ile etkisini katlıyor. Başarısıyla Paramount Pictures’a terfi eden Jannings, 1929’da ‘En İyi Oyuncu’ Oscar’ına layık görülmüştü. Film, Wilheim Murnau Stiftung tarafından yapılan son restorasyonu ile seyirciyle buluşacak. Curt ve Robert Siodmak kardeşlerin günümüz sinema diline çokça yaklaştıkları, insanları tamamen günlük yaşamın doğallığı içinde ele aldıkları ‘Bir Pazar Günü / Menschen Am Sonntag’, Eye Filmmuseum’un gerçekleştirdiği restorasyonla programda. Beş arkadaşı bir pazar gününde gözlemleyen filmde kadın-erkek ilişkileri ve arkadaşların karşılıklı kırgınlıkları gündeme gelirken, dönemin vakit geçirme alışkanlıkları da perdeye yansıyor. ‘Bir Pazar Günü’, iki dünya savaşı arası toplumuna içeriden bir bakış getiriyor. Festival, bu yıl ikinci ortaklığınıPembe Hayat KuirFest ile yapıyor ve Richard Oswald’ın uzun yıllar kayıp filminin fargmanlar halindeki yeni restorasyonunu gösteriyor. Oswald’ın 1919 yılında çektiği ‘Diğerlerinden Farklı / Anders als die Andern’, dönemin koşulları içinde eşcinsel bir ilişkinin varoluş şekillerini inceliyor. Yasaklanan ve kaybolan film, fragmanlar halinde günümüze ulaşmayı başarmış. Münih Film Müzesi’nin restorasyonunu gerçekleştirdiği filmin başrolünde, sinema tarihine Dr. Caligari’nin uyurgezeri Sezar olarak geçen Conrad Veidt var. Berlin’in sinema camiasının dışında, Münih’te çekilen ve Gotthold Ephraim Lessing’in 18. yüzyıl sonlarında yazdığı bir oyundan uyarlanan ‘Bilge Nathan / Nathan der Weise’, Manfred Noa’nın başyapıtlarından biri. Yine Münih Film Müzesi’nin günümüze ulaştırdığı eser, dinler arası hoşgörü ve diyaloğa çağrı yapıyor. 12. yüzyılda, III. Haçlı Seferleri sırasında Kudüs’te geçen hikaye, ilk kez oyun olarak sahnede seyirciyle buluştuğunda kilise tarafından hoş karşılanmamış; filme dönüştüğünde yükselmekte olan Nazilerce Münih’teki gösterimi engellenmişti. Nazilerin 1930’larda tüm kopyalarını yok etmeye çalıştığı film, onyıllar sonra bir Rus arşivinde ortaya çıkarak yeniden hayat buldu.
Alman dışavurumcu filmlerine bu sene yine bu akımın mihenk taşlarından biriyle devam ediyoriuz. Goethe’nin ölümsüz eserinden uyarlanan Faust, gençlik ve gerçeklik vaadiyleruhunu Mephisto’nun ellerine teslim eden Faust’un manevi çöküşünün görkemli resmi. Yoğun atmosferi ve zamansız hikayesiyle etkisini hâlâ sürdüren film, döneminde yenilikçi özel efektleriyle de iz bırakmıştı.

Gaumont’nun 120. Yılında ‘Vampirler’
Dünyanın ilk ve hâlâ yaşayan en eski film şirketi Gaumont’nun 120. ve filmin ise 100. yılı şerefine bu yıl restore edilen ‘Vampirler’, Fransız Kültür Merkezi’nin katkılarıyla, Türkiye’de ilk kez on bölümünün tamamıyla seyirci karşısına çıkıyor. Gamount’nun aynı zamanda sanatsal yönetmenliğini yürüten Louis Feuillade’ın 1915-1916 yıllarında çektiği polisiye dizi film, I. Dünya Savaşı’nın yükseliş döneminde Fransız burjuvasının yaşamına ‘görünmez, elle tutulmaz’ bir tehdit ve terör olarak sızan, gecelerin siyah ninja giysili kriminal çetesi ‘Vampirler’ ile onların izini süren bir muhabirin serüveni. İçerdiği şiddet unsurları ile döneminin sınırlarını zorlayan filmde Feuillade gerçek Paris mekanlarını kullanmış ve belgesel ile fanteziyi birleştirerek gizli kimlikler, saklı geçitler, zehirli yüzükler, şeytani planlarla dolu, gizemli bir şehir atmosferi kurmuştu. ‘Vampirler’, zamanında üzerinde durulmamış bir film olsa da, Feuillade’ın gerçeküstü tarzının izlerine, ilerleyen yıllarda Fritz Lang, Luis Buñuel ve Alfred Hitchcock gibi ustaların sinemasında rastlanacaktı. Ayrıca Gaumont’da restorasyondan sorumlu Agnes Bertola ve restorasyonu üstlenen Eclair Laboratuvarı’ndan Audrey Birrien, filmin restorasyon serüveni üzerine kısa bir panel gerçekleştirecekler.

Suyun Geçtiği Şehirler
Amsterdam Belediyesi’nin desteğiyle bu yıl, ‘Suyun Geçtiği Şehirler’ başlığı altında özel bir bölüm hazırlandı. Amsterdam’dan başlayarak Venedik’e, oradan Köstence’ye ve sonra İstanbul’a, suyun görüntülere karışıp akıp gittiği çok özel bir seçki perdeye yansıyor. Sinemanın ilk senelerinden itibaren, en hantal kameralar bile bir kayığa bindirilerek suyun üstünde kayarken çekilen görüntüler bugün bile izleyiciyi büyülemeye devam ediyor.

Sessiz Filmlere Capcanlı Müzikler
Sessiz sinemanın vazgeçilmez tamamlayıcısı olan canlı müzik performansları, bu yıl da festivalin başlıca unsurlarından biri. Uzun süredir birçok uluslararası sessiz sinema festivalinde önemli filmlere piyanosuyla eşlik eden Stephen Horne, bu spesifik alanın erbabı olarak festivalin ‘yıldızı’. Horne ile ayrılmaz bir ikili oluşturan vurmalı çalgılar ustası Frank Bockiusda, festivalin ağırlayacağı müzisyenler arasında. Balkan ezgilerini Anadolu müziğiyle harmanlayan Kolektif İstanbul’un has adamı Richard Laniepce, filmlerin dünyasına saksafon ve diğer üflemeli çalgılarla nüfuz edecek. Her gösterim için ayrı bir hazırlık yapan Laniepce’ye, tarihi bir org da eşlik edecek. Geçen yılki işbirliğimiz en coşkulu gösterimlerden birkaçına vesile olan Uninvited Jazz Band, sokağın ruhunu yine tatlı bir ahenkle, neşe ve enerjiyle sinema salonuna taşımaya hazırlanıyor. Osmanlı Görüntüleri, akademisyen ve besteci Çiğdem Borucu’nun piyanosuna eşlik eden klasik Türk musikisi enstrümanlarıyla gösterimi keyfe dönüştürüyor. Ayrıca Burgaz’dan Heybeliada’ya grubunun, dönem ezgilerine uygun performansı da seyircilere güzel bir zaman sunuyor. Türkiye’nin yakın müzik tarihinde kurduğu gruplar Ayşe Tütüncü salonu notalarıyla dolduruyor. Türkiye’nin kendi alanında en dikkat çeken isimlerinden Cihan Gülbudak, hiçbir temas olmadan çalınan teremin enstrümanı ve ona eşlik edecek arp ile izleyenleri başka dünyalara götürüyor. Türkiye’de alternatif müziğin en güçlü isimlerinden Gökçe Akçelik kendine has yorumuyla filme eşlik ediyor. Türkiye’de ve Avrupa’da yaylı çalgılardaki ustalığıyla tanınan Ruben Tenenbaum ve çello alanındaki genç yeteneklerden Burak Ayrancı diğer isimlerden.

 www.sessizsinemagunleri.com
facebook.com/sessizsinemagunleri
twitter.com/Ist_SsszSinema
instagram.com/sessiz_sinema_gunleri

*
Share/Save/Bookmark

Sinema bir mucizedir 6.yaşında


Dile kolay 6 yıl. Daha nice sinema dolu yıllara mucizem. Sinemasız kalmayın


*
Share/Save/Bookmark