8 Haziran 2012 Cuma
7 Haziran 2012 Perşembe
6 Haziran 2012 Çarşamba
Yeşilçam Akademisine kavuştu
Çok geç kalınmıştı.Gerçi yıllar yılı sürekli bölünen,sekteye uğrayan,darbeler alan,sermaye yapısı değişen bir sektör olduğu için toparlanması bu kadar uzun sürdü sanırım.Geç olsun güç olmasın derler,umarım bundan sonra daha efektif bir biçimde sektörü daha ileriye taşırlar..
- En iyi film: Bir Zamanlar Anadolu’da
- En iyi yönetmen: Nuri Bilge Ceylan
- En iyi senaryo: Bir Zamanlar Anadolu’da (Ebru Ceylan, Nuri Bilge Ceylan, Ercan Kesal)
- En iyi kadın oyuncu: Rüçhan Çalışkur (Türkan)
- En iyi erkek oyuncu: Taner Birsel (Bir Zamanlar Anadolu’da)
- En iyi yardımcı kadın oyuncu: İdil Fırat (Nar)
- En iyi yardımcı erkek oyuncu: Fırat Tanış (Bir Zamanlar Anadolu’da)
- En iyi şarkı: Selim Demirdelen ve Jehan Barbur (Nar filmi jenerik “Nar Taneleri”)
- En iyi film müziği: Aşk Tesadüfleri Sever
- En iyi görüntü yönetmeni: Gökhan Tiryaki – Bir Zamanlar Anadolu’da
- En iyi sanat yönetmeni: Elif Taşçıoğlu – Gölgeler ve Suretler
- En iyi kısa film: Magnus Nottingham (Ayçe Kartal)
- En iyi belgesel: Sarı Keçeliler (Yüksel Aksu)
- En iyi kostüm tasarımı: Gölgeler ve Suretler
- En iyi makyaj: Bir Zamanlar Anadolu’da
- En iyi saç tasarımı: Celal Tan ve Ailesinin Aşırı Acıklı Öyküsü
- En iyi kurgu: Bir Zamanlar Anadolu’da
- En iyi ses tasarımı: Bir Zamanlar Anadolu’da
- En iyi dijital efekt: Aşk Tesadüfleri Sever
Destekleyen meslek birlikleri;
BİROY(Sinema Oyuncuları Meslek Birliği), BSB (Belgesel Sinemacılar Meslek Birliği), ÇASOD (Çağdaş Sinema Oyuncuları Derneği), FİYAB (Film Yapımcıları Meslek Birliği), SETEM (Sinema ve Televizyon Eseri Sahipleri Meslek Birliği), SESAM (Türkiye Sinema Eseri Sahipleri Meslek Birliği), SE-YAP (Sinema Eseri Yapımcıları Meslek Birliği), SİNEBİR (Sinema Eseri Sahipleri Meslek Birliği), TESİYAP (Televizyon ve Sinema Yapımcıları Meslek Birliği), SİNESEN (Sinema Emekçileri Sendikası), Oyuncular Sendikası, FİLM-YÖN (Film Yönetmenleri Derneği), SENDER (Senaryo Yazarları Derneği), SODER (Sinema Oyuncuları Derneği
*Yeşilçam Akademisine kavuştu
5 Haziran 2012 Salı
4 Haziran 2012 Pazartesi
Hugo
Usta yönetmen Martin Scorsese’nin Brian Selznick’in The Invention of Hugo Cabret isimli ünlü çocuk romanından hareketle günümüzün modasına uyarak 3 boyutlu çektiği filmi Hugo, Ben Kinsley’den Christopher Lee’ye,Jude Law’dan Sacha Baron Cohen’e sağlam kadrosuyla sinema tarihinde ilk bilimkurgu filmlerini çeken George Melies’in hayatını konu ediniyor.Martin Scorsese’yi kelimelerle anlatmak yetmez.Taxi Driver,Goodfellas,Raging Bull,Casino,The Departed gibi daha nice nice amerikan sinemasının kilometre taşlarını oluşturmuş efsane bir yönetmendir kendisi. Son zamanların modası 3 boyutlu çekim tekniğine fazla kayıtsız kalamayarak görsel yönü oldukça ağır basan ama hikaye yönü de bir o kadar sağlam bir yapımla karşımıza çıkıyor.
3 boyutlu film yapacağı söylentileri ilk duyulmaya başlandığında sinema kamuoyu baya bir afallamıştı.Zira simatografisine bakacak olursak görüntü kalitesinden çok hikayenin sağlamlığı üstüne kurulmuş filmleri daha ağır basar ve türler arası dalgalanmalara yer vermeyen bir yönetmendir kendisi.3 boyut teknolojisi de henüz gelişme aşamasında olduğundan ve sadece görsel efektlere dayanan ucuz filmlerin moda olduğu bir devirde ustanın da bu hataya düşebilme ihtimalini düşünüyordu herkes. Brian Selznick’in Hugo Cabret romanından esinlenerek oluşturulmuş senaryoyla hikaye kısmını sağlama alarak yola koyulması görsel yönü şişirilmiş 3 boyutlu filmle karşı karşıya kalmayacağımızın bir kanıtıydı aslında.1896-1910 yılları arasında geliştirdiği efektlerle bilimkurgu sinemasının temellerini atan George Melies’e de ilk 3 boyutlu denemesinde bir saygı duruşunda bulunuyor olması da sonra derece anlamlı.
Filme gelecek olursak öncelikle hikayeyi ikiye ayırmak gerekiyor.İlk kısmında aşkın şehri Paris’in kar altındaki mükemmel atmosferinde karşımıza çıkan küçük kahramanımız Hugo tren istasyonunda saklanarak saatlerin bakımını yapmaktadır.Bir yandan da babasının ölümünden sonra ondan kalan bir mesaj olduğuna inandığı Automaton denilen mekanik bir robotu tamir etmektedir.Bir gün tamir için gerekli aletleri aşırdığı oyuncuk dükkanının sahibi onu yakalar ve automaton’un geçmişiyle ilgili masalsı bir yolculuğa çıkarız.
İşte bundan sonrasında automaton’un geçmişini araştıran Hugo ve arkadaşı Isabelle hikayede ikinci plana geriliyorlar ve başrolünde George Melies’in olduğu ikinci bölüm başlamış oluyor.Filmin bu bölümünde de sinemanın ilk yıllarına uzanarak belgeselvari bir gezintiye çıkıyoruz.Sinema tarihindeki bir çok önemli ana tekrardan tanıklık ediyoruz.Mesela Lumiere Kardeşlerin çabaları olsun,ilk sinema filmine insanların tepkileri olsun,zamanın görsel efektlerinin yapılışları olsun son derece keyifli anları izliyoruz.Tabi fon olarak da Scorsese’nin masalsı dünyası eşlik ediyor bize.Filmin bu bölümünü kısaca özetlemek istersek “hayalgücünün gayrı resmi tarihi” diyebiliriz.
Bilimle sanatın ortak tarihine de göz atmış bulunuyoruz bir anlamda.Şimdiki varolan duruma nerden gelindiği,ne emeklerin verildiği,ne acıların çekildiğini görüyoruz.Aslında Scorsese burda çok güzel bir mesaj veriyor bize.Şimdilerde herkesin ağzı açık seyrettiği,izlerken tüylerini diken diken eden o görsel gücün, ilk sinema emekçilerin koyduğu ilk tuğladan bu yana sabırla ve acıyla örülmüş bir duvarın son tuğlası olduğunu görmemiz gerektiğini söylüyor.Yani Scorsese amca diyor ki en gelişmiş teknolojiyle en basit teknolojiyi anlatıyorum ama gün gelecek bu son moda teknoloji de eskiyecek ve o zaman kim bilir nasıl görsel bir güce ulaşacağız.
Ayrıca ustanın bir sahnede fotoğrafçı olarak gözükmesi oldukça keyifli bir ayrıntı.
*Hugo
3 Haziran 2012 Pazar
Bu filme "bağlanmak yok"
Her oyuncunun kariyerinde bunun gibi filmler yer almıştır.Daha çok genç kuşağı hedef alan bu tarz filmler yukarıda bahsettiğimiz gibi başarısı kanıtlanmış formül temelinde seyretmektedir ve bu filmde de aynı seyir devam etmektedir.Genç doktor adayı Emma(Natalie Portman) erken yaşta babasını kaybederek her ne kadar göstermese de derinden bir acı yaşıyor ve çocukluk arkadaşı Adam(Ashton Kutcher) ise kendisine abayı yakmış durumdadır.Ama ciddi ilişkilerden korkan Emma aralarındaki ilişkiyi sadece fiziksel bir ortaklığa indirip fazla ilerlemesini istememektedir.Esas kız taş,esas oğlan da karizma olunca aralarındaki bu fiziksel birliktelik amiyane tabirle “fuck buddy”lik müessesesi filmin seyir zevki yüksek tarafını oluşturuyor.Emma aslında herhangi bir sevgi durumundan rahatsız zira ne kadar çok severse o kadar üzüleceğini düşünüyor.Adam ise o da aynı durumda,ünlü babasının çocukca davranışları yüzünden o da ilişkiler konusunda hala çocukca davranıyor.Her iki taraf da ciddilik konusunda amatör olduklarından kendilerini için en iyi olanın bedensel bir birlikteliğin olduğunda karar kılıyorlar.Gerçi seks partneri olarak Natalie Portman’ın olması erkek seyirciler için komediden ziyade dram yaşattığı kesin.Aynı şey kadın seyirciler için de geçerli sanırım.Neyse gel zaman git zaman kahramanlarımız için işler istedikleri gibi ilerlemiyor ve aralarında aşk kıvılcımları çakmaya başlıyor.

Bir romantik komedinin amacı olarak iyi bir seyirlik sunsa da çoğu zaman tempo sorunu yaşamıyor da değil.Özellikle senaryo anlamında hiç mi hiç doyurucu değil.Sadece belden aşağı esprilere dayanan mizahı bir noktadan sonra sıkıyor.Göz zevkimizi doyuran Natalie Portman’ın varlığı ise ayrı bir muamma.V for vendetta olsun,Star Wars olun,Leon olsun,son dönemde oscar kazandıran Black Swan olsun son derece başarılı yapımlarda yer alan Portman için bu filmde oynamanın ne anlamı var bilmiyorum.Tek aklıma gelen heralde o dönemde yeni bir ev ya da araba almış olmalı ki onun taksidini ödemek için bu yapımda yer alıyordur.Şaka bir yana böyle bir filmde yer alarak vaktini harcamasına içim elvermiyor hele kariyeri anlamında daha ciddi projelerde yer almak varken.Ashton Kutcher için ise söylenecek birşey yok.Zira genç kızların sevgilisi olarak zaten bu tür filmlerin gediklisi kendisi.Bu filmde de kendi standartında bir performans sunuyor.
Sonuç olarak hem romantik kısmında hem de komedi kısmında ciddi problemlere sahip olsa da izleseniz birşey kaybetmeyeceğiniz türden bir film.Yani kısacası güzeli seyretmek sevap ise bolca sevaba gireceğiniz kesin.
*
Bu filme "bağlanmak yok"
Tarantino iş başında
Her işi merakla beklenen Tarantino’nun 25 aralıkta vizyona girecek filmi Django Unchained filminden ilk kareler yayınlandı.Jamie Foxx, Christoph Waltz, Kerry Washington ve Leonardo DiCaprio gibi yıldızların yer alacağı film Vahşi Batı’da Django isminde siyahi bir kölenin,bir Alman ödül avcısıyla beraber karısını kötü toprak sahibinden kurtarma öyküsünü anlatıyor.
*Tarantino iş başında
30 Mayıs 2012 Çarşamba
Felekten Bir Gece Daha
Hangover 2’nin başına gelenler de bundan ibaret.Daha vizyona çıkmadan bile insanların kafasında ilki kadar komik olmayacak bu yüzden kendimizi buna hazırlamalıyız tarzı bir düşünce oluşuyor.Kısmen doğru kısmen de yanlış bir ifade bu.Öncelikle bir filmi iyi ve ya kötü olsun herhangi bir önyargı ile izlemek son derece yanlış. Perdede yansıyanı en yalın şekliyle değerlendirebilmek açısından bütün önyargılardan kurtulmak gerekiyor. Doğru tarafı ise yukarıda bahsettiğim gibi yapımcıların para hırsıyla aceleci davranmaları ve devam filmlerine yeteri kadar ilgi göstermemeleri.Hangover 2 de de bütün bunlara rastlamak mümkün.Belki ilki kadar olmasa bile iyi komedi filmi sayılabilecek unsurlar taşıdığından başarılı olduğunu söyleyebiliriz ama dediğimiz gibi üstünde daha çok çalışılsaydı daha iyi bir fılm olabilirdi diyebileceğimiz bir potansiyele sahipti.
Filmin artıları, öncelikle oyuncu kadrosu.İlk filmde de en büyük artı olan kahramanlarımızın arasındaki kimya ikinci filmde de korunuyor.Hele Zac Galifinakis faktörü var ki filmi alıp götürüyor.Bırakın konuşmasını mimiklerinin bile yeterli olduğunu düşünürsek her ne kadar bu filmde fazla ön planda olmasa da şişman İsa’mız yine uslu durmuyor ve bütün olayların başlatan oluyor.Ayrıca Mr.Chow (Ken Jeong) kenardan gelip maçı kurtaran golcü misali ilk filmdeki bombalardan biri olmuştu,burda da onu görmek son derece keyifliydi.Hikayede bir girip bir çıkması ile temponun düştüğü anlarda gülme katsayımız birden artıyor.Aslında Zack Galifinakis ile sadece üstlerine kurulu bir film yapılsa keşke diye hayıflanmadığımız olmadı değil.Böylelikle sinema dünyası yeni bir fenomen ikili kazanmış olurdu.
Gelelim filmin aksayan yönlerine.Yukarıda da bahsettiğimiz gibi yapım kısmında aceleci davranıldığı için senaryoda mantıksal hatalar bariz bir şekilde gözümüze çarpıyor.Tamam her ne kadar absürd bir hikaye de olsa,mantık aramanın çok da gerekli olmadığını söyleyebiliriz ama kopan parmak olayında bu kadar da bariz bir geçiştirme yapılması ve sonunun baştan savma bağlanması filmin en büyük handikapı.Ayrıca ilk filmin tutmasına neden olan olay örgüsünün birebir aynısının Bangkok versiyonuna çevrilmesi seyircileri kandırmaktan başka bir anlama gelmiyor.İlk filmde bu formül tutmuş olabilir ama biraz daha yaratıcı davranılıp ilk filmden bağımsız bir mizah yaratılsa daha iyi olurdu.Umarım bu formülün suyunu çıkarmazlar ve olası üçüncü filmi heba etmezler.
Sonuç olarak bir komedi filminin asıl yapılış ama güldürmekten başka birşey değildir.Ne kadar sinemasal anlamda bakarsak bakalım,iyi kötü yanlarını bulmaya çalışalım esas olarak şunu sormamız gerekiyor.Bu film güldürüyor mu? Bana kalırsa bolca güldürüyor.
*
Felekten Bir Gece Daha
28 Mayıs 2012 Pazartesi
Iron Maiden is my religion
Peki bu Iron Maiden neden dünyanın en büyük grubudur diye soracak olursanız işte belgeselden birkaç not; Iron maiden öyle büyük bir gruptur ki; sırf konseri en ön sıradan dinlemek için fanlarının 10 gün öncesinden aç susuz bir şekilde stadın önünde kamp kurduğu, yeri geldiği zaman uğruna işlerinden istifa bile ettikleri ve ya kız arkadaşından ayrıldığı,hiçbir albümünün piyasaya sürülmediği ve hiçbir video klibinin televizyonlarından yayınlanmadığı bir ülkede 45.000 kişiye kapalı gişe konser verdiği,havaalanında ortalığı savaş alanına çevirmeye müsait azgın fanlarına karşı düzeni sağlamak adına toplanan kontrol polislerinin bile işi gücü bırakıp poster imzalattığı,hiçbir üyesinin vatanı dahi olmayan ülkede biletlerin 2 dakika içerisinde tükenip ardından konan ekstra konserin biletlerinin de 10 dakika içerisinde tükendiği,uçakta telsiz konuşmalarında uçağın irtifasından filan bahsederken karşı taraftan 666 mı?number of the beast yani gibi bir konuşmanın geçebileceği tek gruptur.Bence asıl en ilginci ise dünyanın en katolik ülkelerinden biri sayılan Brezilya'da vaazlarında şarkılarından pasajları okuyacak kadar tutkun bir rahibin kendi vücuduna 178 tane grupla ilgili dövme yaptırması ve çocuğunun ismin bile Steve Harris koyması son derece şaşırtıcı ve gruba karşı duyulan inanılmaz sevginin bir kanıtı.Bu ve bunun gibi daha birçok ayrıntı var belgeselde.Hal böyle olunca gerçekten neden bu kadar büyük bir grup olduklarını anlıyor insan.

Ayrıca grubun bu turu yapmaya nasıl cesaret edebildiklerini de görebiliyoruz.En baştan ekibin kafasındaki en büyük soru işareti oldukça yer tutan sahne ekipmanlarını uçağa sığdırma problemiydi.Bunun için uçağın içini baştan aşağı değiştirmeleri gerekliydi.Ucu ucuna sığdırarak yola çıkmaları bu turun aslında ne kadar uçuk olduğunun bir kanıtıydı.Öte yandan grup elemanları arasındaki birlik ve beraberliğin ne kadar gelişmiş olduğunu da görüyoruz.Geçmişinde grup üyeleri anlamında oldukça fazla giriş çıkışların yaşandığını düşünürsek bu problemlerin nasıl profesyonelce atlatıldığını da görmüş oluyoruz.Ara ara bir grup elemanı hakkında diğerlerinin yorumlarını ekrana getiren Sam Dunn konserlerdeki gibi onları onore atmak adına bir nevi solo atma sırası veriyor gibiydi ve bu anlarda görüyoruz ki herkes birbiri hakkında son derece samimi duygular besliyor.Böylesine büyük bir grubu oluşturan sanatçıların egolarını düşünürsek hala eski tarz rock grupları gibi sadece geyiğine tura çıkmış oldukları izlenimi vermeleri son derece enteresan ve müziği sadece müzik için yaptıkları anlışılıyor. Ayrıca Sam Dunn’dan bahsetmişken Bir Metalcinin Yolculuğu ve Global Metal gibi yakın zamanda hem belgesel sinema adına hem de metal müzik adına güzel eserler veren bu rocker dostumuza ayrı bir parantez açmak gerek.Akademik bir belgeselci havasından çok amatör kimliğini ön planda tutarak filmlerinde samimi bir ortam yaratıyor.
Sonuç olarak belgeselimiz fanlarının “Iron Maiden benim dinimdir” diyebilecek kadar gruba hasta olmalarının nedenini görmek açısından döküman anlamında doyurucu ve hem görsel hem de işitsel bir ziyafet çektirmesi açısından da türünün başarılı örnekleri arasında.
*
Iron Maiden is my religion






