20 Mayıs 2016 Cuma

35. İstanbul Film Festivali İzlenimleri: Gülün! Bu Bir Emirdir-Güneşin Altında

Bir şeyi ne kadar uzun süre tekrarlarsanız insanlar ona o kadar fazla inanırlar.
Joseph Goebbels
Nazi Almanya’sının en önemli isimlerinden biri olan Joseph Goebbels’in bu sözünü bilmeyen yoktur sanırım. Faşist yönetimin ikinci adamı Goebbels, Nazi düşüncelerini halka empoze etmek amacıyla şu an emperyalist ülkelerin de sıklıkla kullandığı propaganda sistematiğini yaratan kişidir. 20. yüzyılın en etkili propaganda uzmanı sayılan Goebbels’in yöntemleri hâlâ geçerlidir maalesef. Medyanın hükümet tarafından kontrolü, kitapların yakılması, insanların ön yargılarla donatılması, karşıt düşüncelerin bayağılaştırılması, şu aralar sıkça da duyduğumuz algı operasyonları vs. Tüm bu yöntemler dikta rejimlerinin sıklıkla kullandığı silahlardır ve savaşlardan daha çok etkili olduğunu da söyleyebiliriz.
Bu yıl festival kapsamında NTV Belgesel Kuşağı seçkisinde gösterilen V Paprscich Slunce/Under The Sun (2015) Kuzey Kore’nin yalanlar üstüne kurulu imajını gözler önüne seriyor. Kuzey Kore şu anda dünyadaki sayılı sosyalist ülkelerden biri olarak varlığını sürdürüyor. Her ne kadar anti-komünist hareketin öncülerinden Goebbels’in sözü ile yazıyı açsam da durum sosyalist bir ülke olunca değişmiyor maalesef. Bu iki uç siyasi fikrin kullandığı araç aynı aslında, esas amaç -doğru ve ya yanlış- bir düşünceyi bir başkasına empoze etmek.
Ünlü Rus belgeselci Vitaly Mansky, Under The Sun’da Koreli devlet yetkililerin propaganda filmi çekerken nasıl yalanlara başvurduklarını gözler önüne seriyor. Kahramanımız küçük Zin-mi ve ailesi devlet yetkilileri tarafından yazılmış senaryoya göre “ideal aile” yapısını ve mutlu(!) hayatlarını herkese gösteriyorlar. Şu anki Komünist Kore’nin kurucusu Kim II-Sung’un doğum günü anısına yapılan Çocuk Birliği törenlerini ve kahramanımız Zin-mi’nin mutlu(!) hayatlarından kesitler izliyoruz. Devlet görevlilerinin sıkı kontrolleri ile çekilen filmde yönetmen Mansky’nin, gerçekleri göstermek için sahneler arası kamerasını açık bırakması yetiyor. Gerçeğe dair hiçbir ayrıntıya dokunmuyor. Sadece çekiyor. Mesela yaşlı bir gazinin çocuklara kahramanlık hikâyeleri anlattığı sırada küçük çocuklardan birinin uyuklayarak dinlemesi küçük ama bir o kadar etkili bir sahne. Yine bir başka örnek Zin-mi’nin geleneksel Kore dansını öğrendiği sahnenin ilkinde mutlu gözükürken, ilerleyen sahnelerde baskıdan ağlayacak duruma gelmesi ve yönetmenin yakın planda bunu vurgulaması çok şey anlatıyor. Devlet ideolojisinin yılmaz savunucuları tüm dünyaya ülkelerini güzel göstermek için böylesi bir yapaylıkta halkın mutlu ve huzurlu olduklarını inandırmaya çalışması oldukça üzüntü verici. Kore halkı özelinde bunu bilemeyiz, belki de hayatlarından çok memnundurlar. Sonuçta dışa bağımlı olmayan sayılı ülkelerden biridir Kuzey Kore ama; ama esas üzüntü verici durum, neyin doğru neyin yanlış olduğunun devlet tekelinde olması kesinlikle. “Biz senin için en doğrusu nedir biliriz, sen yeter ki itaat et” mesajının devletin her kademesinde halka empoze edilmesi Nazi Almanya’sını hatırlatıyor. Siyasi düşünce ne olursa olsun, bu tür düşünceler her zaman diktatörlüktür.
İki ülke arasında diplomatik krize yol açan Under The Sun, belgesel sinemanın gücünü göstermesi bakımında oldukça önemli bir yapım.



*
Share/Save/Bookmark

17 Mayıs 2016 Salı

Şekilden Şekle Giren Oyuncular

 








*
Share/Save/Bookmark

15 Mayıs 2016 Pazar

35. İstanbul Film Festivali İzlenimleri: Haklıyız, Kazanacağız - Mavi Bisiklet



Ümit Köreken ve Nursen Çetin Köreken’in ilk filmi, Türk-Alman ortak yapımı Mavi Bisiklet (2016) geçtiğimiz Berlin Film Festivali’nde Kristal Ayı için yarışmıştı. Bu yıl da festival kapsamında Ulusal Yarışma bölümünde Altın Lale için yarışacak. İç Anadolu’da Akşehir’in bir kasabasında, deyimin tam anlamıyla yaşam savaşı veren Ali (Selim Kaya) ve ailesinin büyük mesajlar veren küçük hikâyesine ortak oluyoruz.

Babasının şaibeli ölümü sonrası annesi ve küçük yaştaki kardeşi ile ortada kalan Ali, okulunda başarılı bir öğrencidir. Annesi, borçla aldığı iplik dokuma makinesiyle örgü kazak, atkı yapıp pazarda satmaktadır. Ali ise ev ekonomisine destek olmak amacıyla okuldan arta kalan zamanlarında lastik tamircisinin yanında harçlığını çıkarmaktadır. Tüm bu yokluklar arasında en büyük hayali, mavi bir bisiklet alabilmektir. Bunun için de aldığı bahşişleri biriktirmeye başlar. Okuldaki öğrencilerin oylarıyla başkan seçilen, sınıf arkadaşı Elif’e karşı da platonik bir sevgi beslemektedir. Okula yeni gelen Hasan’ın, Elif’in yerine başkan atanmasını içine sindiremeyen iki kafadar Ali ve Yusuf (Eray Kılınçarslan) okul müdürüne karşı bir direnişe geçerler.

Ali ile Yusuf’un giriştikleri bu direniş her ne kadar Elif üzerinden sevgi amacıyla çıkmış gibi gözükse de bu durumun, Anadolu insanının haksızlık karşısındaki duruşunu temsil ettiğini de göz artı etmemek gerek. Öğrencilerin oylarıyla seçilene karşı, müdürün kendince birini ataması, ister küçük bir okulda olsun ister ülke siyasetinde olsun, her zaman bir direnişle karşılaşır. İlk başlarda babacan tavırlarıyla öğrencilere ve Ali’nin ailesine yakınlık kuran öğretmenin, direnişin gittikçe dallanıp budaklanmasıyla objektifliğini kaybedip elinde bulundurduğu otoritesini nasıl kendine yonttuğunu görebiliriz. Bu bakımdan öğretmen figürü siyasi ve toplumsal anlamda kasabalılık kavramı içinde önemli bir karakter olarak karşımıza çıkar. Ali ve Yusuf, seçilmişe karşı atanmışa ilk tepki olarak düşüncelerini yazıya dökerler. Direniş literatüründe yazılama denilen tepkinin en naif, en çocukça örneğini gösterirler. El emeği göz nuru afişleri ile tepkilerini okul dışına yayarlar. Tek başlarına engel olamayacaklarını anladıklarında ise ikinci iş olarak kamuoyu oluşturmaya çalışırlar. İkinci el aldıkları telefonla tanıdık tanımadık herkese mesaj atarak haklı direnişlerini geniş(!) kitlelere yaymaya çalışırlar. Bu çabaları, Ali’nin lastiğini değiştirdiği gazeteci tarafından destek görür ve olay gittikçe kontrolleri dışına çıkar.

Kâhya’nın torunu Hasan’ın Ankara’dan gelip Elif’in yerine atanması, hem geldiği yer ironisi bakımından hem de ait olduğu sınıfın özelliğini devam ettirmesi bakımından oldukça önemli. Sınıfsal baskıcılığını zorbalıkla sağlama almaya çalışan Hasan, okulun kabadayı çocuklarını da yanına alıp Ali ve Yusuf’u sindirmeye çalışır. Diğer çocukları ezmekten hoşlanan bu kabadayılar ise koruduğu kişiden çok, güce tapanların bir uzantısı gibidir. Amiyane tabirle kraldan çok kralcı tayfası gibidirler.
Toplum dinamiklerimizle ilgili eleştiri yapılırken genellikle en çok düşülen hata kasabalılıkla-köylülük tanımları arasındaki kargaşadır. Özellikle kâhya karakteri üzerinden tasvir edilen kasabalı kurnazlığı, öğretmen ile birlikte üzerinde düşünülmesi gereken diğer bir önemli noktadır. Kâhya, Ali’nin babasının ölümü ile ilgili tek şahit olmasının yanı sıra olaya ‘olmuş bitmiş, kapatalım gitsin’ sığlığında yaklaşarak onursuz ve pragmatik bir tavır sergilemektedir.
Küçük bir kasaba özelinde tüm karakterleriyle toplumsal bir prototip çizen Mavi Bisiklet’te, İç Anadolu’nun gri atmosferinde bir yandan yaşama savaşı veren diğer yandan da haksızlıklarla mücadele eden; ama hayal kurmayı da ihmal etmeyen küçük insanların büyük hikâyesini izliyoruz. Yağan kara rağmen içinizi ısıtacak güzellikte bir film.

*
Share/Save/Bookmark

4 Mayıs 2016 Çarşamba

Hasta Siempré Comandante; Susturulamayan Che Şarkısı





“Çiçeklerimizi koparabilirler ama baharın gelişini engelleyemezler.”
Leila Khalid

Politik sinemanın öncü isimlerinden Yunan asıllı Fransız Costas-Gavras’ın 1972 yapılımı État De Siège filmi gösterildiği dönemin oldukça dikkat çeken yapımlarından biriydi. Bu filmden ve yazımıza konu olan sahnesinden önce Costas-Gavras’ın sinema dilinden biraz bahsetmek gerek. Çoğunlukla anti-komünizm çetelerini, derin devlet yapılanmalarını, siyasi suikastları konu edinen Gavras’a dünya çapında ününü 1969 yapımı ‘Z’ filmi kazandırmıştı. Hikâyenin açıkça Yunanistan’da geçtiği belirtilmese de, filmin başında "Gerçek olaylarla, sağ ya da ölü olsun gerçek kişilerle olan benzerlikler tesadüfi değildir. Her şey kasıtlıdır." sözüyle ülkesinde 1967-74 arasında hüküm süren askeri diktayı açıkça hedef aldığı kesindi. Bu filmiyle Gavras;  Cannes’da jüri özel ödülü ve Oscar ödüllerinde yabancı dilde en iyi film ödülünü almıştı.

État de Siège’de ise Gavras, kamerasını Uruguay’a çeviriyor. 1969 yılı Uruguay’ında geçen filmde, ülke yarı-askeri dikta ile yönetilmektedir. Devrimci gerillalar CIA’nin Uruguay’daki en üst düzey adamı Philip Mike Santore’yi (Yves Montand) kaçırırlar. Santore Uruguay’a sözde Uluslararası Kalkınma Örgütü vasıtasıyla gelmiştir. Oysa ülkede bulunmasının esas amacı asker ve polise komünizmle mücadelede istihbarat ve iletişim danışmanlığı vermektir. Daha amiyane tabirle ‘ülkenin huzurunu bozmak isteyen dış mihrak’ tır. Daha önceki görev yerlerindeki gibi sosyalist örgütleri sindirmek için gizli pasifikasyondan sorumludur.

Amerika Birleşik Devletleri, II. Dünya Savaşı sonrası Avrupa’daki Hitler faşizminin geçmesiyle yeni tehlikeyi “komünizm” olarak belirlemiş ve dünyaya yayılan komünizmle mücadele etmek için hemen hemen her ülkede aynı stratejileri uygulamaya başlamıştır. İlk olarak Hollywood’un da desteğiyle komünizm paranoyası oluşturulmuştur. “Komünistler kötüdür, biz ise iyiyiz.” alt metni bütün filmlere işlenir. Kitle iletişim organları vasıtasıyla empoze edilen düşünceyi korumak adına ikinci aşama ise, sosyalist düşünceye sahip kişileri pasifize etmektir. Emek bilinci oluşmuş işçi ve öğrenci kesim genellikle ilk hedef olur. Demokratik yöntemlerin yetersiz ve etkisiz kaldığını düşündüklerinden gizli devlet örgütlenmeleri ile yasadışı -çoğunlukla insanlık dışı- eylemlere imza atarak bu kitleleri sindirmeye çalışırlar. Bunu yaparken de en büyük araç sistematik işkencedir. Filmde de bol miktarda, insanın kanını çekercesine gerçeğe yakın işkence sahneleri yer alır.


Yukarıda da bahsettiğim gibi anti-komünist hareket ilk olarak işçi ve öğrenci sınıfını hedef almaktaydı. Filmde de bahsedeceğimiz sahne; Santore’yi bulmak için operasyonlarını arttıran polisin üniversiteyi aramak istemesiyle başlar. İlk başta öğrenciler direniş gösterseler de polis kuvvetlerinin uyguladığı orantısız güç ile mücadele etmek zorunda kalırlar. Orantısız gücün ise en büyük karşı silahı her zaman için orantısız zekâ olmuştur. (bknz. Gezi Direnişi). 70’li yılların başında, henüz t-shirt modeli olmamış ve anlamını yitirmemiş Che’ye ithafen yapılmış Hasta Siempre (Sonsuza Kadar) şarkısı hoparlörlerden duyulmaya başlanır. Tüm polisler öğrencilerle uğraşmayı bırakıp bu sakıncalı(!) müziği kapatmaya çalışırlar. Her bir hoparlör indirilip parçalandıktan sonra bir başka taraftan aynı şarkı duyulmaya devam eder. Polis kuvvetlerinin oradan oraya koşturması, içinde bulundukları acınası durumun vücut bulmuş hâli olarak ekrana yansır. Pavlov’un deneyi gibi. Koşullandırılmış ve mantıksızlaştırılmış kıtalar, Pavlov’un köpeği misali duydukları bu sese karşı hayvansal güdüyle yönelirler. Leila Khalid’in güzel bir sözü vardır. “Çiçeklerimizi koparabilirler ama baharın gelişini engelleyemezler.” Bu sahnede de aynı alt metin geçerlidir. Hoparlörleri tek tek kırabilirler ama şarkının adı gibi, Che’nin şarkısının sonsuza kadar dinlenileceği kesindir.

Filmde geçen farklı yöntemlerdeki işkence sahnelerinin, dünyanın çeşitli ülkelerinde de birebir uygulandığı, bilinen bir gerçektir. Bu özelliği nedeniyle de filmin bir nevi yarı-belgesel özelliği taşıdığını gönül rahatlığıyla söyleyebiliriz. Asya ile Avrupa arasında stratejik önemi olan ülkemizde de bu tip uygulamaların birebir karşılıklarını bulmak mümkün. 60’lı yılların sonunda kitlesel direniş hareketlerinin hız kazandığı bir ortamda ABD’nin eski Ankara büyükelçisi Robert Komer’in anti-komünist harekete etkisi büyük olmuştu. Vietnam savaşında da aynı şekilde etkisi bulunmuştu. Filmdeki gerillaların yaptığı gibi ülkemizdeki 68 kuşağı, bu emperyalist düzeni sezmiş ve buna dur demek için Komer’in ODTÜ’yü ziyareti sırasında arabasını ateşe vermişti. Sonrasında yaşanan, yakın dönem Türkiye siyasi hayatının dönüm noktalarından olan özgürlük hareketinin de ateşini fitillemişlerdi.
*
Share/Save/Bookmark

21. Sadri Alışık Ödülleri Sahiplerini Buldu


Sinema Ödülleri

Komedi Dalında

◊ Erkek oyuncu: Cem Yılmaz (İftarlık Gazoz)
◊ Kadın oyuncu: Algı Eke (Guruldayan Kalpler)
◊ Yardımcı erkek oyuncu: Zafer Algöz (Ali Baba ve 7 Cüceler)
◊ Yardımcı kadın oyuncu: Esra Dermancıoğlu (Hayalet Dayı)

Dram Dalında

◊ Erkek oyuncu: Nadir Sarıbacak (Sarmaşık)
◊ Kadın oyuncu: Ece Dizdar (Çekmeceler)
◊ Yardımcı erkek oyuncu: Kadir Çermik (Sarmaşık)
◊ Yardımcı kadın oyuncu: Tilbe Saran (Çekmeceler)
◊ Ayhan Işık özel ödülü: Ekin Koç (Senden Bana Kalan)
◊ Ekrem Bora umut veren oyuncu ödülü: Berat Efe Parlak (İftarlık Gazoz) ve Ece Yüksel (Nefesim Kesilene Kadar)
◊ Onur ödülü: Türker İnanoğlu
◊ Seçici kurul özel ödülü: Mustang filminin genç oyuncuları (Doğa Zeynep Doğuşlu, Elit İşcan, Güneş Nezihe Şensoy, İlayda Akdoğan)

Tiyatro ödülleri

Dram Dalında


◊ Erkek oyuncu: Cüneyt Yalaz (Kim Var Orada)
◊ Kadın oyuncu: Melike Güner (Medet)
◊ Yardımcı erkek oyuncu: İlker Yasin Keskin (Kim Var Orada)
◊ Yardımcı kadın oyuncu: Tuğçe Altuğ (Kabileler)

Komedi ve Müzikal Dalında


◊ Erkek oyuncu: Kerem Kobanbay (Üç Nokta)
◊ Kadın oyuncu: Ayça Varlıer (Fosforlu)
◊ Yardımcı erkek oyuncu: Levent Öktem (12. Gece)
◊ Yardımcı kadın oyuncu: Selin Zafertepe (Haldun Taner Kabare ‘Dün Bugün’)
◊ Onur ödülü: Ferhan Şensoy
◊ Çolpan İlhan sanata değer katan kadınlar özel ödülü: Necla Uygur
◊ Anadolu Efes özel ödülü: Tiyatro D 22
◊ Üstün Akmen Özel ödülü: Yiğit Kocabıyık
◊ Umut veren genç oyuncu ödülü: Alan Ciwan
◊ Seçici kurul özel ödülü: Hatice Aslan, İrem Sak, Pınar Çağlar Gençtürk (Hepimizin Güzel Öyküsü)
◊ HDI Sigorta özel ödülü: Açlık
*
Share/Save/Bookmark

3 Mayıs 2016 Salı

Changing Perspectives Kısa Film Festivali Programı Açıklandı

Katadrom Kültür Sanat ve Sosyal Politikalar Derneği tarafından organize edilen ve Kültür ve Turizm Bakanlığı tarafından desteklenen 05 – 08 Mayıs 2016 tarihlerinde dördüncü kez düzenlenecek Uluslararası Changing Perspectives Kısa film Festivali programı açıklandı.

Elliye yakın ülkeden yüzü aşkın filmin yer aldığı festival programı; bu yılın teması olan fiziksel ve düşünsel sınırlara, mülteci ve göçmen sorununa odaklanan Sınır, kültürel görüş ve yaşam farklılıkların ortaya konduğu Kültürel Bakış ,değişimin kendisine, düşüncesine ve pratiklerine yoğunlaşan Değişim Deneyimi, korku filmlerinden oluşan Ürkünç, komedi filmlerinin yer aldığı Gülünç, kadın öykülerini ve deneyimlerini anlatan Mor Portreler, ve çocuklara dair filmlerin yer aldığıKaleydoskop gibi bölümlerinden oluşuyor.  https://www.facebook.com/events/1042652335800966/ 
TAKE ME TO JERMANY Fotoğraf Sergisi
Almanya asıllı fotoğraf sanatçısı Charlotte Schmitz’in göç yolculuğundaki mültecilerin kendi his ve düşüncelerini üzerine yazdıkları polaroid fotoğraflarından oluşan TAKE ME TO JERMANY fotoğraf sergisi 5 – 15 Mayıs 2016 tarihleri arasında SUPA Suriye Pasajı Salonda ziyarete açık olacak.
https://www.facebook.com/events/1716354965300331

Atölyeler
Kadir Has Üniversitesi Sosyal Psikoloji Bölümünden Yrd. Doç. Gülseli Baysu ve Leuven Üniversitesi’nde doktora adayı Canan Coşkan’la Kültürel Sınırlar ve Psikolojik Engeller,  MAVIBLAU yazarları Marie Hartlieb ve Tuba Yalçınkaya’yla Sınırlar Göç ve Medya Atölyesi’ninde yer aldığı dört farklı atölye festival katılımcılarıyla buluşacak.
https://www.facebook.com/events/1755995401298143/
https://www.facebook.com/events/173508953042828/

Yeşilçam Sineması Film Günleri
Festival kapsamında bu yıl ilk kez Yerli Film Günleri düzenleniyor. 9 – 12 Mayıs 2016 tarihleri arasında “Kar Korsanları”, “Çekmeceler”, “Neden Tarkovski Olamıyorum” ve “Çekmeköy Underground”ın da aralarında yer aldığı yerli sinemanın son dönem filmlerinden dokuz film İngilizce altyazılı olarak Yeşilçam Sinemasında gösterilecek. Gösterimler  sonrasında film yönetmenleriyle söyleşiler gerçekleştirilecek.
https://www.facebook.com/events/506661159542254/

Film gösterimlerine 5 Mayıs 2016 Perşembe günü başlayacak 4. Uluslararası Changing Perspectives Kısa Film Festivali Yeşilçam Sineması ve SALT Galata’dadört gün boyunca İstanbul’daki yerli ve yabancı sinemaseverlere hafızalarda yer edinecek bir festival deneyimi sunacak.
5 Mayıs 2016 Perşembe günü saat 19.00’da SUPA Suriye Pasajı Salondagerçekleşecek açılışla Take Me To Jermany fotoğraf sergisi 15 Mayıs 2016 tarihine kadar ziyarete açık olacak.
Tüm  kısa film gösterimlerinin ücretsiz yapılacağı festivalin programınahttp://icpsff.com adresinden ulaşabilirsiniz.

Festival Programı Bölümleri
Sınır
“Anlatmayı kolaylaştırmak için çizilen sınırlar, anlamayı imkansız hale getirdi.”

Kurmaca ve belgesel olmak üzere 13 filmin yer aldığı bölümde, Belçikalı yönetmen Laura Vandewynckel ‘in 2015 yılında Cannes ve Toronto Film Festivali programında yer alan Cennet  filminin yanı sıra Suriyeli göçmenlerin Suriye ‘den Türkiye’ye geçiş yolculuklarında cep telefonlarıyla çektikleri Parça tesirli, Dikenli Tel ve Mücadelenin Mozaikleri  filmleri izleyici karşısına çıkacak.

Değişim Deneyimi
“Gitmek, gelmek. Tekrar gitmek, tekrar gelmek.”

Alman yönetmen Marvin Meiendresch’in Dr Frei’ın katı tedavisi altındaki izole edilmiş bir hastanın, odasından kaçmak için şansını denediği anda kendi kendine giriştiği içsel bir sorgulamayı konu alan “Tedavi” filmi bu bölümde yer alan filmlerden bir tanesi. Tedavi 2016 yılında Londra Bilim Kurgu ve Fantastik Filmler Festivali, 32. Saraybosna Kış Festivali ve Philadelphia Bağımsız Film Festivalinde gösterildi.  Değişim Deneyimi bölümünde kurmaca ve belgesel türlerinde sekiz film yer alıyor.

Mor Portreler
“Kızıl ve mavi arasında mor ve daha fazla güç vardır
.
Belgesel ve kurmaca film seçkilerinden oluşan bölümde altı kısa film izleyiciyle buluşacak. Mor Portler bölümünde izleyici karşısına çıkacak filmlerden biri Amerikan yönetmen Paolo Monico’nun beklenmedik bir ziyaretle eski eşinin ölümü hakkında yeni gelişmeler yaşanan dul bir kadının hikayesinin anlatıldığı “Anne” filmi. Film Uluslararası Rhode Island Film Festivali, Los Angeles Uluslararası Kısa Film Festivali ve Heartland Film Festival’inde gösterildi.

Gülünç
“Hayat bazen ciddi şekilde gülünç olabiliyor.”

Rusya, Meksika, Kolombiya, İran, Fransa, İsviçre, İspanya ve Avustralya’dan on kurmaca filmin yer aldığı bölümde Fransız yönetmenler  Corentin Romagny ve Pierrick Chopin ‘in Los Angeles Cinefest, Roma Yaratıcılık Festivali, Altın Güneş Film Festivali’nde gösterilen filmi “Büyük Anne Ne Yapıyorsun Orada” izleyiciyle buluşacak.

Viraj
“Hayat bir bütün gibi gelir insana…Tek bir deneyim durağanlığımızı alt-üst edinceye kadar. Ondan sonra hiçbir şey eskisi gibi olmaz.”
Dokuz Kurmaca ve bir belgesel filmin yer aldığı bölümde; 68. Cannes Film Festivali, 64. Melbourne Uluslararası Film Festivali ve 40. Atlanta Film Festivalinde gösterilen Yang QIU’nun yönettiği “Güneşin Altında” filmi izleyici karşısına çıkacak.

Kaleydoskop
“Çocuklar dünyayı farklı gözlerle görür. Sadece yere daha yakın oldukları için değil, gözleri daha büyük olduğu için.”

Arjantinli yönetmen Cecilia Kang’ın 65.  Berlin Film Festivali Generation bölümünde yer alan filmi “Video Oyunları”yla birlikte yedi film bu bölümde izleyiciyle buluşacak. Hindistanlı yönetmen Hardik Mehta’nın El Cezire Uluslararası Belgesel Film Festivali, Mumbai Uluslararası Film Festivali ve Budapeşte Uluslararası Belgesel Film Festivali’nde En İyi Kısa Belgesel ödüllerinin sahibi olan filmi “Uçurtmacı” bu bölümde yer alan filmlerden bir diğeri.

Kültürel Bakış
“Küreselleşen bir dünyada kültürler birbirine yaklaşır. Ama yerel kültürlerin en belirgin özellikleri sonsuza kadar korunur.”
2015 yılında Toronto Film Festivalinde gösterilen Irak ve Almanya ortak yapımı Osama Rasheed’ın yönettiği “Toplum” filminin yanı sıra kurmaca ve belgesel türünde sekiz film bu bölümde yer alıyor. Amerikalı yönetmen Jonathan Stein’ın iki kardeşin perspektifinden ebola salgınının sosyal ve kültürel etkilerini araştırdığı filmi “Köyün Dışında” bu bölümde izleyici karşısına çıkacak filmlerden bir diğeri. Köyün Dışında 10. Show Me Shorts Film Festivali ve 27. Foyle Film Festivali’nde En İyi Kısa ödülünün sahibi oldu.

Çok Yakın Çok Uzak
“Geçmiş olan çoktan bitmiş görünür. Ama hayatın bir noktasında, eski günler bize döner ve geçmişi şimdiye getirir.”
Kurmaca ve Belgesel on bir filmin yer aldığı bölümde, Avusturyalı yönetmen Chris Raiber’ın 65. Berlin Uluslararası Film Festivali’nde gösterimi yapılan ve hastanede koma halindeki Nelly’nin sanrılarını konu alan ve adını başrolden alan filmi “Nelly” izleyici ile buluşacak. Fransız yönetmen Julie Blasenhauer ‘in 7. New York Bağımsız Film Festivali’nde gösterilen filmi “Özür Dilerim” bölümde yer alan filmlerden bir diğeri.

Melez Algı
 İlk bakışta uyumsuz görünüyor olabilirler. Ama yeni kombinasyonlara hazır olun. ”
Kurmaca türünde on filmin yer aldığı bölümde Rus yönetmen Konstantin Bronzit’in Melbourne Uluslararası Film Festivali ve Krakow Film Festivali’nde gösterilen filmi  “Kozmozsuz Asla”nın yanı sıra Alman yönetmen Clemens Roth’un 40. Toronto Uluslararası Film Festivali’nde gösterilen filmi Arı Çocuk ve Çiçek Kızın Aşkı” izleyici karşısına çıkacak.

Ürkünç
 Korku dediğiniz şeyin nereden geldiğini bilmezsiniz ama yakalandığınız anda oyunun bir parçası haline gelirsiniz. ”
Altı kurmaca filmin izleyiciyle buluşacağı bölümde İngiliz yönetmen Richard Heap’ın yönettiği, karanlık ve çarpık bir baba/oğul ilişkisini izleyen düşmanlığı konu alan ve Teksas Uluslararası Korku Filmleri Festivali’nde En İyi Kısa Film ödülünün sahibi olan filmi “Sarmal” yer alıyor.

*
Share/Save/Bookmark

2 Mayıs 2016 Pazartesi

14. Uluslararası Çevre Kısa Film Festivali Başlıyor

Türkiye’nin ilk çevre temalı kısa film etkinliği olan 14. Uluslararası Çevre Kısa Film Festivali, İstanbul gösterimleri 2 Mayıs 2016 da Bakırköy'de başlıyor.

Bakırköy Belediyesi, BASAD (Bakırköylü Sanatçılar Derneği) ve Çevre Film işbirliği, Kültür Bakanlığı Sinema Genel Müdürlüğü, Sanatsal Etkinlikler Komisyonu ve Üniversitelerin katkıları ile gerçekleştirilecek festival kapsamında; Ulusal Çevre Kısa Film Yarışması, özel gösterimler, sergiler, müzik dinletileri ve dans gösterileri bulunuyor.

FİLM GÖSTERİMLERİ

Toplam 7 ülkeden 120 çevre temalı kısa filmin yer alacağı gösterimlerin ana merkezi Bakırköy olup, filmler 2 Mayıstan başlayarak BASAD Cep Sinemasında ücretsiz olarak izleyici ile buluşacak.
Ayrıca, festivale bu yıl katılan Maltepe Üniversitesi, Erciyes Üniversitesi, İstanbul Kültür Üniversitesi, Yeniyüzyıl Üniversitesi ve Beykent Üniversitesi'nde de öğrencilere yönelik gösterimler gerçekleştiriliyor.

ÖZEL GÖSTERİM / SÖYLEŞİ

12 Mayıs 2016 saat: 19:30 Bakırköylü Sanatçılar Derneği Cep Sineması’ nda “Arkalarından Gelen Şehir İstanbul” isimli belgeselin özel gösterimi ve ardından yönetmeni Ayla TORUN ile söyleşi yapılacaktır.
Festival gösterim ve etkinlik programlarına www.cevrefilm.org adresinden ulaşılabilir.

İLKLERİN FESTİVALİ
Türkiye'nin ilk çevre temalı kısa film etkinliği olan festival kapsamında yine ilkler gerçekleştirilmektedir.
Bunlardan biri, geçen yıl başlatılan "Halk Jürisi" ödülleridir.  Ulusal Yarışma bölümünde, seçici kurul dışında, ayrıca, çeşitli yaş ve meslek gruplarından oluşan 50 kişilik bir halk jürisi değerlendirmesi bu yıl da sürdürülüyor. Ön elemesiz bu değerlendirme katılımcılar açısından çok önemlidir.
İkinci bir ilk ise, bu yıl Bakırköylü Sanatçılar Derneği Ressamlar Grubu tarafından gerçekleştirilecek olan "Ressam Gözüyle Dünya Sinemasından" konulu, Ressam Fatma Akyüz koordinesinde gerçekleştirilecek özgün çalışmaların, yalnız Türk  Sineması'na değil, Dünya Sineması'na da katkıda bulunacağı değerlendirilmektedir.
Yine geçtiğimiz yıl ödül töreninde gerçekleştirilen ve çok beğeni alan Bakırköylü Sanatçılar Derneği Türk Sanat Müziği Korosunun Şef Dicle Derman Yönetimindeki "Yeşilçam Filmlerinden Şarkılar" konseri de yeniden festival kapsamındadır.

ULUSAL ÇEVRE KISA FİLM YARIŞMASI

Seçici Kurul Üyeliklerini , Ediz Hun (Sinema Sanatçısı), Engin Çağlar (Sinema Sanatçısı), Hilmi Nakipoğlu (Fotoğraf Sanatçısı), Prof. Dr. Oğuz Makal (Beykent Üniversitesi GSF Öğretim Üyesi), Sadi Çilingir (Sinema Yazarı), Prof. Dr. Selahattin Yıldız (Maltepe Üniversitesi GSF Dekanı), Vadullah Taş (Araştırmacı-Yazar), Vural Çavuşoğlu (Yapımcı-Yönetmen) nun yaptığı Ulusal Çevre Kısa Film yarışmasına kabul edilen 112 Adet kısa film; kurmaca, belgesel ve canlandırma dallarında ayrı ayrı değerlendirilerek ödüllendirilecek.

Her dalda birincilere 2.000 TL verilecek ödüllerin dışında ilk üç dereceye plaket ve tüm yarışmacılara katılım belgesi verilecektir.

ONUR ÖDÜLLERİ

Festivalin bu yıla özgü çevre ve sinema onur ödülleri ise Yapımcı-Yönetmen Yılmaz Atadeniz ile Yeşilçam sinemasının unutulmaz oyuncularından Engin Çağlar’a verilecektir. Sanatçılara ödülleri 22 Mayıs 2016 tarihindeki ödül töreninde sunulacaktır.

FESTİVAL ÖDÜL TÖRENİ 22 MAYIS’TA

Festivalin Ulusal Çevre Kısa Film Yarışması’nda dereceye girenler ile her yıl sinema sanatçısı be bilim adamlarına verilen çevre ve sinema onur ödülleri, 22 Mayıs 2016 günü saat 19:00’de Yunus Emre Kültür Merkezi’nde düzenlenecek törende verilecektir. Ödül töreni verilecek kokteyl ile sona erecektir.


*
Share/Save/Bookmark

1 Mayıs 2016 Pazar

35. İstanbul Film Festivali İzlenimleri- Çöl, Toz Ve Rock’n’Roll


Canımız ciğerimiz, on bir festivalin sultanı İstanbul Film Festivali nihayet başladı. Havaların yavaşça ısınmaya başladığı, doğadaki renklerin daha bir canlandığı şu günlerde İstanbul da ayrı bir güzel oluyor. Şehrin en güzel zamanları festival zamanları kesinlikle. Film festivalleri olmasa bir Nijer, filmini hangi dağıtıcı, hangi salonda vizyona sokacaktı? O yüzden film festivalleri iyi ki varlar ve sinemaseverlerin kaliteli yapım açlıklarını bir nebze olsun dindirebiliyorlar.
Bu yılki programın Musikişinas bölümünde yer alan Nijer yapımı Akounak Tedalat Taha Tazoughair / Rain The Color Of Blue With a Little Red In It (2015) göze olduğu kadar kulağa da hitap eden güzel bir yapım. Adının Türkçe karşılığı‘İçinde Biraz Kırmızı Olan Mavi Renkte Yağmur’. Tuareg dilinde “mor” kelimesi olmadığı için Prince’in Purple Rain şarkısına bu şekilde bir atıfta bulunulmuş, çok da hoş olmuş. Filmden önce filmin ismine tav oldum diyebilirim. Filmin, senaryoyu da yazan başrol oyuncusu Mdou Moctar’a dair otobiyografik öğeler taşıdığını söyleyebiliriz.
Filmin konusundan kısaca bahsetmek gerekirse, ülkesinin geleneksel müziğine kendi yorumunu katarak farklı bir ‘sound’ yakalayan Mdou Moctar yeni bir kasabaya çalışma ümidiyle gelir. Çöl hayatının imkânsızlıkları içinde hem yaşam mücadelesi verirken hem de sanatını ileri boyuta taşımaya çalışır. Mor motosikleti ve elektrogitarıyla farklı bir tarz çizen Moctar, yabancılığının da getirdiği gizem ile birden kasabanın en merak edilen kişisi olur ve tüm dikkatler üzerine toplanır. Elektrogitarı ile kendi geliştirdiği müzikal yorumlarla sevenleri artar. Tabii duygusal anlamda da kasabanın kızları bu gizemli yabancıya kayıtsız kalmaz.  Ancak tüm bu ilginin yanı sıra kasabanın diğer müzisyenlerinin kendisine karşı antipati beslemeye başlamaları uzun sürmez.
Yeni ortamına uyum sağlamaya çalışan Moctar, bir yandan dış etkenlerle karşılaşırken diğer yandan ailesi tarafından beklediği desteği göremez. Özellikle babası gitar çalanların uyuşturucu ve alkol batağına saplanacağı önyargısıyla kendince oğlunu korumak ister. İster Nijer’de olsun ister dünyanın başka bir coğrafyasında, ebeveynlerin önyargılarla çocuklarına bu tür engeller koyması demek ki kültürler üstü bir durum. Tüm bu engellemelere karşı tutkusundan vazgeçmeyen Moctar, yeni tanıştığı kişilerle müzik yapmaya başlar, evde ise odasında gizli gizli gitar çalmaya devam eder. Tâ ki babasının gitarını bulup yakmasına kadar. Benim gibi Squier sahibi Moctar ile bu sahnede aynı duyguları paylaştığımı söyleyebilirim. Rakip müzisyenlerin psikolojik baskıların artması bir yana yaşadığı bu olay, ruhsal olarak motivasyonunu düşürse de filmin sonuna doğru gerekli olacak sanatsal yaratım için de katalizör görevi görecektir.
Perdeye yansıyan toz yüklü çöl görüntüsünün aksine insanın içini ısıtan, mor renkli elektrogitarla seyircinin gözünü şenlendiren film, esas gücünü insanın kulağının pasını silen müziklerinden alıyor. Özellikle elektrogitar sesine hayran olanların izlemekten çok, dinlemekten keyif alacakları bir yapım. Filmin tadı damağımda kalan diyenler için de güzel bir haber: Filmin başrol oyuncusu Mdou Moctar ve Moctar´ın bağlı olduğu plak şirketi Sahel Sounds´un kurucusu ve film yönetmeni Christopher Kirkley festival kapsamında 9 Nisan´da Salon´da bir konser verecek.
*
Share/Save/Bookmark

O Zaman Dans! Sinemanın En Güzel Dans Sahneleri

1800’lü yılların sonlarına doğru kamera kayıt teknolojisinin daha yeni yeni var olmaya başladığı dönemlerde henüz sinema sanatından söz edilmiyordu. Daha çok günlük sıradan olayların çekildiği dönemde hayvanların hareketleri, trafik ışıkları veya sirk görüntüleri çekiliyordu. Bu dönemde başka filme alınan etkinliklerden biri ise dans gösterileri oluyordu. Mehmet Özveren, Sinemada Dans makalesinde bu konuya şöyle değinir: “1908'de film yapmaya başlayan Amerikalı sahne aktörü D.W. Griffith filmlerinde geleneksel oyunculuk tekniğindeki mim ve dans arasındaki ilişkiyi kullandı. Griffith filmlerinde ritmik düzenlemeyi kontrol etmeye özen gösterdi. Sinema ve dans arasındaki pandomimik, ritmik yakınlığı iyi kullandı… Dansı ‘damıtılmış, katıksız hareket’ olarak tarif eden Elizabeth Kendall seyircide yarattığı etki ile dansın filmlere yenilik getirdiğini söylüyor.” (1) Yıllar geçtikçe dansın sinema ile birlikteliği gittikçe azalmış ve başka sinematografik anlatımlar ağır basar hâle gelmiştir. Böylelikle dans sinema için bir amaç değil, araç olmaya başlamıştır. Aşağıda naçizane bahsetmeye çalıştığım filmlerde geçen dans sahnelerini, hem filme katkıları hem de görsel anlamda içerdiği estetiği baz alarak seçmeye çalıştım. Yine listenin en altında da belirttiğim üzere sinema tarihinde anlatılabilecek o kadar güzel sahneler var ki, sakın bu listede şu niye yok, bu niye yok diye yargılamayın,  maalesef hepsini bu listeye koyacak ne yerimiz var ne de zamanımız mevcut :) Filmler kronolojik olarak sıralanmıştır. Keyifli okumalar
  • Voulez-Vous Danser Avec Moi? (Michel Boisrand - 1959)
Listenin en eskisi 1959 yapıımı Voulez Vous Danser Avec Moi?. Haksız yere cinayetle suçlanan birinin eşi rolündeki efsane oyuncu Brigitte Bardot ile İzmir’de yetişip dünyaya açılan Dario Moreno’nun dans sahnesinin tadı bir başkadır. Brigitte Bardot; özellikle Fransa’da etkin olduğu yıllarda özgür kadının simgesi hâline gelmiş ve Fransız Devrimi’nin de simgesi Marienne figürünün ilk gerçek resmi yüzü olmuştu. Bu taraftan bakıldığında “özgür kadın ve dans” birlikteliğinin ne denli önemli olduğunu bir kez daha görmüş oluruz.

  • Zorba the Greek (Mihalis Kakoyannis - 1964)
Sinema tarihinin en ikonik dans sahnelerinden birine sahiplik yapan 1964 yapımı Zorba filmi, hayattan fazla beklentisi kalmayan Yunan asıllı İngiliz yazar Basil’in (Alan Bates), Alexis Zorba (Anthony Quinn) ile arkadaşlığını konu alır. Özellikle Girit sahilinde Anthony Quinn’in sirtaki öğrettiği sahne, hikâyenin de önüne geçerek, filmi izlemeyenlerin bile bildiği bir sahne olmuştur.


  • Bande à Part (Jean-Luc Godard - 1964)
Fransız Yeni Dalga akımının klasiklerinden Jean-Luc Godard’ın en meşhur filmlerinden biri Bande à Part. Bir kadın-iki erkek arasında oluşan aşk üçgeninde Arthur (Claude Brasseur), Odile (Anna Karina) ve Franz’ın (Sami Frey) arasında geçen şiirsel diyaloglar ile yine ikonlaşmış Louvre Müzesi’nde koştukları efsane sahnelerinin yanında, birlikte dans ettikleri sahne de oldukça güzeldir.


  • Godfather (Francis Ford Coppola - 1972)
Film Godfather olunca dans sahnesi de ağırbaşlı olacaktı doğal olarak. Don Vito Carloene’nin (Marlon Brando) kızının düğününde Connie’yi (Talia Shire) dansa kaldırdığı zarif sahnede Don Vito’nun çevresindeki kişilere hafif bir baş selamı ile dansa başlaması, onun filmdeki ağırlığına yaraşacak bir güzellikte.
 
  • Time of the Gypsies (Emir Kusturica - 1988)
Kusturica sinematografisine altın harfle yazılı 88 yapımı Time of the Gypsies’de Perhan’ın (Davor Dujmovic) sarhoş olup dans ettiği sahneyi çok da anlatmaya gerek yok sanırsam. Kusturica’nın kamerası, Goran Bregovic’in mükemmel Ederlezi şarkısı, genç yaşta ölen Davor Dujmovic’in kendinden geçtiği dansı, tam bir başyapıt sahnesidir.


  • Beetle Juice (Tim Burton - 1988)
Çocukluğumda en sevdiğim filmlerindendir, Tim Burton imzalı gotik başyapıt Beetle Juice. Talihsiz bir kaza sonucu genç yaşta ölen çiftin, ‘öteki tarafa’ kabul edilinceye kadar evlerinde kalmaları ve sonrasında yeni taşınan aileyi korkutup kaçırmaya çalışmaları konu edinilir. Hayalet ikilimizin ünlü yemek sahnesinde onlara korkutucu dans yaptırmaları filmin en eğlenceleri sahnelerinden biridir. Filmin tamamında çok başarılı kullanılan Harry Belafonte’nin yorumladığı şarkılardan biri Day-O ise eminim herkesin çok sevdiği şarkılardan biri haline gelmiştir. 80’lerin sonu 90’ların başında çocuk olan herkesin bildiği Grup Vitamin’in ‘Ellere var da bize yok mu’ şarkısına da esin kaynağı olmuştur.


  • Kickboxer  (Mark DiSalle, David Worth - 1989)
Dansın güzelliğine nazaran absürtlüğü ile listeye dâhil olan Jean Claudde Van Damme ve dansı içerdiği ironi ile hatırı sayılır bir güzellik taşıdığı kesin. Şiddetin ön planda olduğu maskülen bir filmde bu denli kıvrak hareketlerin olması filmin mizah damarını çok güzel besliyor.
  • Scent of a Woman-(Martin Brest-1992)
Yine listenin en ikonik dans sahnelerinden biridir Scent of a Woman’daki Al Pacino’nun tangosu. Görme engelli birinin bu denli özgüven isteyen bir dans türünde izleyenleri etkilemesi takdire şayandır. Al Pacino’nun oyunculuğu da yine efsanedir ki zaten en iyi erkek oyuncu Oscarı'na bu filmle sahip olmuştur.

 
  • Pulp Fiction (Quentin Tarantino - 1994)
Bir filmde dans denilince ilk akla gelen, Pulp Fiction’daki John Travolta ve Uma Thurman’ın karşılıklı döktürdükleri sahnedir. John Travolta’nın zaten dans geçmişi bilinen bir gerçektir ve şahsi fikrim, sahnenin bu kadar iyi olmasının sebebi de budur.


  • Titanic (James Cameron - 1997)
Sinema tarihinin en iyi filmlerinden biri sayılan Titanic’deki dans sahnesi ise filmin kırılma noktalarından biridir. Farklı sınıflardan gelen iki kişinin aşkını konu alan filmde üst sınıfa mensup Rose (Kate Winslett) ile alt tabakadan Jack’in (Leonardo DiCaprio) yakınlaşmasının başlangıcıdır aynı zamanda bu sahne. Sınıf farklılıklarının ortadan kalkıp, aynı dans pistinde insanların eşitlendiği bir sahne olması bakımından da sosyolojik bir altmetinle okunabilmektedir.


  • Y Tu Mamá También (Alfonso Cuaron - 2001)
Yetişkinliğe geçme sürecindeki iki delikanlı Julio (Gael Garcia Bernal) ve Tenoch'un (Diego Luna) yaşça kendilerinden daha büyük Ana (Ana López Mercado) ile çıktıkları yolda filmin sonuna doğru, bu üçlünün romantizmin doruklarına çıkan dansları, filmin geneline yayılmış olan romantizm ve erotizmin nihai bir sonucu gibidir.

 
  • 13 Going 30 (Gary Winick - 2004)
Listedeki diğer filmlerin aksine daha çok gişe mantığında çekilmiş olan 13 Going 30deki Thriller dansı sahnesi... Sıkıcı bir partiyi canlandırmak adına 30 yaşına dönüşmüş kahramanımız içindeki çocukluk duygusuyla tek başına dansa kalkışması ve diğer insanları hareketlendirmek için sergilediği çabası, dansın güzelliğini yansıtan tarafı. Michael Jackson’un Thriller şarkısına çektiği klipte, dans zaten başlı başına sinematografik bir özelliği olduğundan 13 Going 30 filmi vasıtasıyla Thriller klibini de onurlandırmak gerek.

 
  • Polis (Onur Ünlü - 2006)
Bu filmi izlemeyen ama Onur Ünlü sinemasına az da olsa hâkim olan birine bu sahneyi gösterdiğinizde, direkt “Onur Ünlü çekmiştir.” dememesi içten bile değildir. Nev-i şahsına münhasır sinemacımız Onur Ünlü’nün yine kendine has sinema diliyle çektiği 2006 yapımı Polis filminde, klasik Türk ailesi pikniğe gider; ip atlanır, top oynanır, mangal yakılır. Buraya kadar her şey normaldir ve bu, bir Onur Ünlü filminde göremeyeceğimiz kadar son derece sıkıcıdır. Ailemizin mutlu olduğu göstermeye yetmez bu sıradan şeyler. Peki burada ne yapar Onur Ünlü? Tabii ki herkesi şaşırtarak Gloria Gaynor’un I Will Survive şarkısı eşliğinde efsane bir dans sahnesi ekler.


  • Blue Valentine (Derek Cianfrance - 2010)
Boşanmanın eşiğine gelen bir çiftin ilişkilerini gözden geçirmelerini konu edinen filmde kapalı bir dükkânın önünde Ryan Gosling’in ukelele çalıp şarkı söylediği sahnede Michelle Williams’ın şirin dansı filmin en güzel sahnelerinden biridir ayrıca.


  • Frances Ha (Noah Baumbach - 2012)
Listenin en genci 2012 yapımı Frances Ha’da daha ilk filminde efsanevi performans gösteren, şimdiden fenomen statüsüne ulaşmış Greta Gerwig’in New York sokaklarında yaptığı dans koşusu hâlâ akıllarda. Leos Carax’ın 1986 yapımı Mauvais Sang filmindeki David Bowie’nin Modern Love şarkısı eşliğinde Dennis Lavant’ın koşusuna saygı duruşu niteliğindeki bu sahne yakın zaman sinemasının en güzel anlarından biridir

 

  Unuttum sanmayın! Sinema tarihinde o kadar güzel dans sahnesi vardır ki, hangisini listeye alsan diğerinin boynu bükük kalır. Bonus olarak;
    • Gadjo Dilo (Tony Gatlif - 1997)
  • Dila Hanım (Orhan Aksoy - 1977)
  • Singin’ in the Rain (Gene Kelly, Sanley Donen - 1952)
  • The Gold Rush (Charlie Chaplin - 1925)
  1. Mehmet Özveren - Sinemada Dans - Yaz 2006 - Boğaziçi Gösteri Sanatları Topluluğu sitesi http://eski.bgst.org/dans/arastirma.asp?id=60&bn=7&righthtml=SinemadaDans
*01/04/2016 tarihinde Fil'm Hafızası'nda yayınlanmıştır.
*
Share/Save/Bookmark