26 Aralık 2015 Cumartesi

Sex, Drugs And Rock’n’Roll: En İyi Rock Müzik Belgeselleri

Müzikle sinema hep iç içe olmuş, sessiz sinema döneminde bile diyaloğun olmadığı zamanda, müzik sinema içinde yer almıştır hep. Genelde müzik, sinema için yan rol olmuşken, zaman zaman da başrolü kapmıştır. Belgeselsinema içinde müzik belgeselleri en sevdiğim türken, rock müzik ve kültürü ise diğer müzik türlerinden benim için hep bir adım önde olandır. En iyi rock müzik belgeselleri listesi aslında kimi dışarıda bıraksan eksik kalacak bir liste. Liste dışında kalan, eminim daha iyi belgeseller de vardır ama şahsi müzik ve sinema anlayışıma göre beni en çok etkileyen filmleri sıralamaya çalıştım. O yüzden aşağıda okuyacağınız rastgele sıralanmış liste günahıyla sevabıyla bana aittir. Bu seçkiye al(a)madığım yapımlardan şimdiden özür dilerim. Okurken zihninizin sesini açmayı unutmayın.
Keyifli okumalar.
Shine A Light (Yön: Martin Scorsese, 2008)

Martin Scorsese ve Rolling Stones… Scorsese’nin müzik sevdası bilinen bir gerçek. Birçok belgeseli mevcut. Ama içlerinde beni çok etkileyen Rolling Stones’u anlattığı Shine a Light belgeseli. Gerçi filmin büyük bölümünü Stones’un konser kaydı kaplasa da, bunu Scorsese ustalığıyla izlemek ayrı bir keyif. Rolling Stones’un şu an dünyanın en büyükgrubu olarak anılmasının birçok haklı tarafı var. Bu tanım her ne kadar subjektif bir tanım olsa da, elli yılı geçkin müzik yaşamlarında her daim önde olmaları ve rock’n’roll kültürüne sürekli katkıda bulunmaları bu tanımı besleyen unsurlar. Egoların çarpıştığı, sürekliliğin pek görünmediği müzik camiasında Mick Jagger ve Keith Richards gibi iki büyük egonun ilişkilerini dengede tutup, grubu bu güne getirmeleri ise ayrı takdir topluyor. The Beatles mı Rolling Stones mu ikileminde tavrımı Stones’dan yana net koyan biri olarak, Yoko Ono için grubu dağıtan John Lennon’a bakınca Jagger-Richards ortaklığı daha büyük bir anlam ifade ediyor benim için.

It Might Get Loud (Yön: Davis Guggenheim, 2008)
Üç gitar virtüözü Jimmy Page, The Edge ve Jack White’ın deyim yerindeyse döktürdüğü belgesel. Elektro gitara saygı duruşu niteliğindeki It Might Get Loud, müzisyenlerin kendi hayatlarında gitarın yerini anlattıkları, insanın kulaklarının pasını silecek nitelikte bir belgesel. Hele filmin açılış sahnesinde, Jack White’ın bir tel ve kola şişesiyle elektro gitarını yapması ayrı bir efsane. Jimmy Page’in Stairway to Heaven’ı yazma süreci ve nasıl Jimmy Page olduğunun en güzel kanıtı şu sözlerdeydi:
“Bunu size şu anda anlatamam, duruma göre değişir, genellikle bu içinizdeki yaratıcı kıvılcımdan gelir, bu spontane gelişen bir şey. En başından sonuna kadar yükselen, biriken ve hız kazanmaya devam edecek bir şeydi, tıpkı orgazm gibi.”
Metal: A Headbanger’s Journey – Global Metal (Yön: Sam Dun, 2005-2008)

İngiliz antropolog Sam Dunn heavy metal kültürü üzerine bilimsel bir yolculuğa çıkıyor ve kültürün tüm yönlerini aktarmaya çalışıyor. Müzik camiasından efsanelerle, müzikologlarla, sosyologlarla ve koyu hayranlarla yapılan röportajlarla heavy metalin neden bu kadar tutkuyla sevildiğini adeta bir antropolog titizliğiyle ortaya çıkarmaya uğraşıyor. Bu belgeselin devamı niteliğindeki Global Metal ile de Sam Dunn dünyanın çeşitli yerlerinde metal kültürünün yerel kültürlere etkisini araştırıyor. Tabi Sam Dunn’un koyu bir metal dinleyicisi olarak belgeselin tarafsızlık unsurunu göz ardı etmesini söylemeden geçmeyelim. Gerçi kendisi de bunun oldukça farkında ve pek de dert etmediğini söyleyebilirim.
Seven Ages Of Rock (BBC Two series, 2007)
Rock müzik için yapılmış en kapsamlı belgesel Seven Ages of Rock, yedi bölümde rock tarihinin yedi zamanının anlatıldığı, sadece rock müzik tutkunlarının değil her müzik tutkununun mutlaka seyretmesi gereken bir belgesel. Blues based rock, art rock, punk, heavy metal, stadium rock, alternative rock ve indie rock olarak yedi bölümde anlatılan rock tarihinde yok yok. Tüm rock ilahlarını tek bir belgeselde izlemek ayrı bir keyif.  
This Is Spinal Tap (Yön: Rob Reiner, 1984)
Bu belgeseli diğerlerinden ayıran en büyük özelliği “mocumentary” denilen kurmaca belgesel niteliği. 80’lerin ortasındaki metal müziğin deformeye uğrayarak piyasalaşması üzerine metal müzik camiasına yergi niteliği taşıyan belgesel, hâlâ bir fenomen olarak karşımızda durur.
Iron Maiden: Flight 666 (Yön: Sam Dunn, Scot McFadyen, 2009)
Iron Maiden’ı tarif etmek çok zor aslında. Zamanın çok ötesindeki müzik anlayışları ile bana göre metalin ilahları, yaşayan en büyük grubudur. Filmde de çoğu yerde geçer “Iron Maiden is my religion (Iron Maiden benim dinimdir)” diye. Hakikaten bu tanımlamayı hak edecek derecede dünyanın dört bir yanında kendilerine tapan hayranları vardır. Canlı olarak izleyebildiğim için de kendimi şanslı olarak atfederim. On parmağında on marifet Bruce Dickinson’ın pilotluğunu yaptığı Ed Force One uçağıyla grubun Somewhere Back In Time turunun ilk 45 gününde 21 şehirde verdikleri 23 konseri anlatan belgesel, aslında “Neden Iron Maiden dünya tarihinin gelmiş geçmiş en büyük grubudur?” sorusunun cevabı niteliğindedir.
Get Thrashed (Yön: Rick Ernst, 2006)
Thrash metal’in doğuşu ve gelişimi üzerine gürültülü bir belgesel daha. Metallica, Megadeth, Slayer ve Antrax’ın “Big Four” olarak başını çektiği Thrash metalin birinci ağızlardan ne olduğuna dair, yine gaza getiren Get Thrashed, Pantera, Kreator, Exodus gibi efsaneleri de bünyesine katan, görsel ve işitsel anlamda arşivlik bir belgesel.  
Cobain: Montage Of Heck (Yön: Brett Morgen, 2015)
27’ler kulübünün üyesi Kurt Cobain için belki de şimdiye kadar yapılmış en kapsamlı belgesel. Yapımcıları arasında kızının da olması anlatılanların gerçekliğini sağlamlaştırıyor. Grunge’ın asi çocuğu Cobain’in ergenlik ve sonrasında varoluşunu oluşturmada yaşadığı sıkıntı, Cobain’i istemeden de olsa punk’tan sonra bayrağı devralan “grunge” isyanının sözcüsü hâline getirir. Göz önünde bulunmak istemezken milyonların gözü önüne çıkan Cobain’in diğer 27’ler kulübü elemanları gibi gençliğinin ve sanatının baharında yitip gitmesi oldukça hüzünlü. Yakın dönem ünlülerden biri olması ve bebekliğine dair video görüntülerinin belgeselde yer alması, görsel anlamda ayrı bir hüzün katıyor filme.  
20.000 Days On Earth (Yön: Iain Forsyth, Jane Pollard, 2014)
Nevi şahsına münhasır Nick Cave’in dünya üzerindeki 20.000’inci gününü anlatan film, Sundance 2014’te en iyi yönetmen ve kurgu ödüllerine de sahip oldu. Warren Elis, Kylie Minogue, Blixa Bargeld ve daha birçok kişinin yer aldığı sohbetlerle zenginleştirilmiş, Cave’in son albümü Push The Sky Away’den görüntülerin ağırlıkta olduğu filmde, Cave’in sanatsal varoluşunu oluşturan tüm unsurları kendi ağzından duyabiliyoruz. Yakın zamanda ikiz oğullarından birini trajik bir kaza ile kaybetmesiyle daha da anlamlı hâle gelen belgesel mutlaka izlenilmesi gerekenlerden.
Metallica: Some Kind Of Monster (Yön: Joe Berlinger, Bruce Sinofsky, 2004)
Metallica ile ilgili bir sürü belgesel yapılmış olabilir ama içlerinde beni en çok etkileyen bu olmuştu. Metallica diskografisinde kendilerinin bile hatırlamak istemediği St. Anger albümünün yapılış sürecine odaklanan belgesel, deyim yerindeyse albümün önüne geçmiş vaziyettedir. Dünyanın en meşhur grubu olarak para, şan, şöhret içinde köklerine dönmeye çalışan grup elemanlarının bir nevi kendilerini arama çabalarına tanık olmamız, belgeselin dram gücünü oldukça arttırıyor. Onları kötü bir albüm yapmaya iten çaresizlikleri, müzikal anlamda eski günlerine dönme çabaları o kadar etkili ki, gözümüzde yarattıkları karizmaları yıkarcasına ettikleri kavgaları ekrana taşımaları oldukça önemli ve kendilerini erdemli kılıyor. Metallica için kesinlikle bir “arınma” filmi.
Amy (Yön: Asif Kapadia, 2015)
Listenin en yenisi, 27’ler kulübünün son üyesi Amy Winehouse’un kısacık ömrüne sığan yükseliş ve sonun hüzünlü hikâyesi. Müzik yazarı Mehmet Tez’in filmle ilgili yazısının başlığı oldukça ilginç ve yerindeAmy Winehouse’u kim öldürdü”.(1) Belgeselin esas amacı Winehouse’un müzikal gelişimi, sanat anlayışı değil, 27 yaşında hayatının baharında bir gencin adım adım ölüme sürüklenmesi hikâyesi. Bir nevi suç duyurusu aslında. Her ne kadar rock müzik icra etmese de, rock  müziğin asi ruhunu taşıdığı için sanatı ve duruşuyla hep farklı bir yerdeydi. Amy belgesel sinema için de ayrı bir öneme sahip. İngiltere tarihinde tüm belgesel yapımlar arasında ilk haftasında en çok hâsılat yapan film olurken, dünya çapında da ilk haftasında en çok hâsılat yapan ikinci belgesel oldu. (Birincilik Michael Moore’nun Fahrenheit 9/11’inde (2014))
*
Share/Save/Bookmark

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder