23 Mayıs 2012 Çarşamba

UZUN BİR ARA VE KAÇIRDIKLARIM


Malum her Türk erkeği gibi gitmek zorunda olduğumuz askerliğimizi yaptık geldik. Kim ne derse desin bana kalırsa 5 aylık bir zulümdü bu. İçerdiği koşulların yanı sıra asıl saçmalığı bireyin en verimli olacağı bir zamanda hayatından, işinden, gücünden bu kadar süre mahrum etmenin bence hiçbir anlamı yok. Konuyu başka bir tarafa çekmek mümkün.Ülkenin içinde bulunduğu koşulları elbet tartışabiliriz ama asıl tartışılması gereken yönetimlerin ve insanları militarist bakış açısıdır. Kimsenin tartışmayı bırak sözünü açmaktan korktuğu bir konu bu.Zaten ben de girecek değilim ki bu platform da konunun tartışılacağı yer değil.Sonuç olarak hayatımdan 5 ayım buhar olup gitti ama öyle telafisi mümkün olmayacakmış gibi abartılacak bir durum değil,yine de yaşanmasaydı keşke diyorum.Olsun önemli olan bundan sonrasıdır.Bu yazıda bahsedeceklerim ise şu son 5 aylık süreçte sinema dünyasında kaçırıp da yazamadıklarım.Kısa kısa bahsetmek gerekirse;


Öncelikle yılın bu zamanları ödül sezonuydu ve altın küre olsun, emmy olsun, oskarlar olsun yılın kazananları belli oldu.Oscarların habercisi sayılan altın küre ödüllerinde yine favoriler kazandı.Drama dalında en iyi film The Descendants,en iyi erkek oyuncu bu filmdeki rolüyle George Clooney,en iyi kadın oyuncu Demir Leydi’deki  Margaret Thatcher rolüyle Meryl Streep oldu.En iyi yönetmen ödülünü ise Hugo ile Martin Scorsese kaptı.Komedi dalında ise The Artist en iyi film ödülüne koşarken altın kürelerin neden oskarın habercisi sayıldığını bir kez daha ortaya koydu.Akademi ödüllerinde ise yine diğer yıllardaki gibi pek bir sürpriz yaşanmadı.Önceden öngörüldüğü gibi The Artist ödüllerde ağırlığını ortaya koyarak geceyi galibiyetle kapattı.


Oskarların galibi The Artist’den bahsetmişken oskar ödüllerinden hareketle yine bir başka tartışma yaşandı. Sanatçı(!) Demet Akalın akademi ödüllerinden önce bebekte üç beş turdan sonra bir sinema yapayım demiş ve The artist filmine gitmiş. Amma velakin Akalın filmden haz etmemiş olacak ki filmi yarısında terk etmiş.”Ne biçim film bu,siyah beyaz diyalog yok” diyerek parasını geri talep eden Akalın böylelikle sinemadan ne anladığını Türk kamuoyuna göstermiş.Daha sonra oskarlar açıklandıktan sonra Artist’in en iyi film,en iyi erkek oyuncu dahil ödülleri götürmesi hatırlatılınca tarihe altın harflerle yazılacak şu cümleyi sarfetmiş kendileri “Sanatsal film sevmek zorunda mıyım?”İşin şakası bir yana evet herkes istediği filmi sever seyreder,istemediğini sevmez ve izlemez.Buradaki vahim durum ise aslında sanatçının sanata bakış açısıdır. Sanatsal bakış açısı kişiden kişiye değişebilir ve sanatın temelinde de zaten  bu eleştirel düşünce yer alır ama Akalın’ın örneğinde ortaya çıkan pespaye ve bayat sanatsal üretimin bir sonucu olarak medyanın ve sektörün yücelttiği insanların ürettikleriyle paralel ne kadar basit olduklarını bir kez daha göstermiş oluyor.Bu durum sanatçı diye geçinenlerin kral çıplak örneğinde olduğu gibi tüm defolarını gözler önüne seriyor.Böyle örnekler gerçekten çok önemli ve turnasol kağıdı misali sanatçıların aslında sanatsever mi yoksa parasever mi olduklarını gösteriyor bize.Bu turnasol kağıdını her yerde kullanabiliriz mesala sanat eserlerine “ucube” diyebilen devlet büyüklerimizin sanata ve doğal olarak sanatsal eleştiriye ne kadar kapalı olduklarını ve kaçış noktası olarak da yine sanatsal eleştiriye sığındıklarını gördüğümüz gibi.


Konu konuyu açıyor ama Türkiye kamuoyu yakın zamanda yine aynı “ucube”ci zihniyetin tiyatroya saldırmasıyla çalkalandı.Siyasi iktidarların kendi rejimlerini sağlamlaştırmak adına sanatı kendi adlarına yönlendirmeleri ister faşizm adına Hitler’in yaptığı ister sosyalizm adına Stalin’in yaptığı gibi olsun her düşünce tarzının yaptığı ilk işlerdendir.Ülkemizdeki durum ise biraz daha bodoslama ilerliyor.Hükümetin toplumu koruma kılıfı adı altında muhafazakar sanat yaratma çabasında tiyatroya saldırmaları son yıllarda görülenlerden oldukça farklı olarak kör göze parmak sokarcasına yaşanıyor.Sanatın yönetimini sanatçıdan alıp bürokrasiye kurban eden bu yaklaşım sıkıştırıldığı zaman aba altından sopa göstererek zaten kar etmiyor kapatırız demeyi de ihmal  etmiyor.Kendilerini rakamlarla savunmaya geçen hakim düşünce “Devlet tiyatrolarının gideri 126 milyon TL,geliri ise 5 milyon TL” demesi olaya ne kadar sığ ve kapitalist baktıklarının bir kanıtı.Hadi bırakalım tiyatronun,sanatın bir toplum için ne kadar önemli olduğunu kendi bakış açılarıyla konuyu başka bir yere çekelim ve şu soruyu sorarak at gözlüklerini çıkarmalarını tavsiye edelim.”Devlet tiyatrolarına 126 milyon TL harcayıp 5 milyon TL’yi az görüyorsanız diyanet işleri bakanlığına 3 milyar 891 milyon  harcayıp 0 TL kazanmanıza ne diyeceksiniz??”


Yine yukarıdaki konunun bir uzantısı olarak(aslında Türkiye’deki bütün sorunların kaynağı olarak görülebilir) Uğur Vardan ve İhsan Kabil arasında başlayan ve topyekün bizler-onlar olarak herkesin taraf olduğu sinemada muhafazakar yaklaşım ve özgürlük tartışması yaşandı. İlk olarak İhsan Kabil’in “Tartışmaya ‘açık’ filmler” başlığıyla Star gazetesinde yazdığı yazıda !f  Uluslararası Bağımsız Film Festivali kapsamında gösterilen filmler arasında genel ahlaka(!) aykırı konuları işleyen filmlere değinmiş ve kültür bakanlığının desteğini sorgulamıştı.Bahsettiği filmler ise Gökkuşağı bölümünde gösterilen aynı cinsin birbirleri arasındaki ilişkilerini anlatan filmlerdi.Halkının yüzde yüzünün heteroseksüel olmasını bekleyen ve aksini hastalık olarak niteleyen bir şahsiyetin bakanlık bile yapabileceğini gösteren canım Türkiye’m de bu yazı son derece normaldi ama hala içinde sanatsal ve insani duyarlılığı taşıyan Uğur Vardan tarafından sert bir üslüpla eleştirilmesi gecikmedi.Bunun akabinde medyadaki herkes kılıcını çekti ve hemen muhafazakarlar-çağdaşlar adı altında sanat harbi yaşandı.İlk grup kendini toplumun namus bekçisi ilan etti ve genel ahlakı korumaya aldılar ki genel ahlak da aslında başlı başına bir tartışma konusu zira ilk olarak belirledi bunu bilen yok.Uğur Vardan’ın başını çektiği diğer grup ise siyaseten etrafımızı sarmış olan muhafazakarlığın yavaş yavaş sinemaya ve sanata el atmış olduğunu ve bu mekanizmanın kendi aralarında bir “ihbar hattı” oluşturarak dayatmacı zihniyetlerini ortaya koyduklarını belirtti.Tabi ki akbaba gibi bu durumu hasetle bekleyenler hemen ortaya atıldı, her iki taraf da birbirine tartışma sınırlarını aşan ithamlarda bulundu sonunda beklenen oldu ve  olay çok geçmeden yargıya taşındı.Bu konu aslında uzun uzadıya tartışılmalı,zira sanat eksenli bu tartışmalar aslında ülkemizin içinde bulunduğu koşulların küçük birer kopyası.Genel ahlaka aykırı saydığı filmleri toplumsal ve dini haysiyet altında işaret eden bir zihniyet yakın tarihimizde “işte o üyeler” adı altında bazı insanları afişe etmişlerdi ve ardından yaşananlar utanç tarihimizde yerini almıştı.Kendinden olmayanı saymayan,dışlayan bir anlayış hiçbir şekilde kabul edilemez ve uygarlık anlamında ileri gitmek varken tekrar mağaralara geri dönülemez.


Yakın zamanda sinema camiasını bir polemik sardı gitti. Zeki Demirkubuz’un Yeraltı filmiyle alevlenen Nuri Bilge Ceylan-Zeki Demirkubuz arasındaki gerilim kurulan komplo teorileriyle bir nevi magazin basını kafasıyla yaşandı.Söz konusu komplo teorisi ise Demirkubuz’un son filminde yer alan birkaç sahne ve söz.Filmde Engin Günaydın’ın canlandırdığı memur Muharrem çalarak çırparak yazdıklarıyla haksız bir üne kavuşan yakın arkadaşına gıcık olmaktadır ve üstüne üstlük bir sahnesinde Ankara Sıkıntısı adıyla yazdığı kitaba hitaben “sen bu yüzsüzlüğünle Nobel,oskar ne varsa al gel” demektedir.Komplo teorisyenleri Ankara sıkıntısı isminin Nuri Bilge Ceylan’ın Mayıs Sıkıntısı filmine ve  Nobel,oskar ne varsa al gel diyerek de Nuri Bilge Ceylan’ın oskar ödüllerinde Türkiye’yi temsil etmesine bir gönderme olduğunu savunuyorlar.Üstüne filmde kahramanın bu ödülü “çok sevdiğim Ankara’ya adıyorum” demesi herkesin aklına ceylan’ın Cannes da ödül alırken bu ödülü yalnız ve güzel ülkeme adıyorum sözlerini hatırlattığını söylüyorlar.Böyle polemikleri çok seven Türk halkımız hemen konuya atladı ve haber ilgiyle takip edildi.Ama her iki yönetmen de ünlerini böyle polemiklere borçlu olmadıkları için saman alevi gibi parlayan bu haber kısa süre içerisinde unutuldu gitti.


Tabi bu kadar yaşanan olayın yanı sıra değişmeyen şeyler de vardı. Mesela tamamen kangren bir meseleye dönüşen Emek sineması muamması.Yargıtay yürütmeyi durdurma kararı aldı,bozdu derken iyiden iyice kaosa dönen bu konuda kesin bir gelişme şimdilik yok ve adım adım yıkıma doğru gidiyoruz.Bu konuyla ilgili en kesin tepkiyi usta Atilla Dorsay verdi ve emek yoksa ben de yokum diyerek resti çekti.Emek sinemasına vurulacak ilk kazma ile gazeteciliği bırakacağını açıklayan Dorsay’ın bu çıkışı son derece onurlu ve bir aydına yakışan cinstendi.Ama şöyle bir durum var ki ülkemizde bunun gibi eleştirel eylemler hiçbir zaman işe yaramadığı gibi emek sinemasının yıkımı sürecinde de ise yaramayacağı kesin ve olası yıkım sonrasında hem bir tarihten mahrum kalıcağız hem de Atilla Dorsay gibi bir üstadı kaybedeğiz.Evet  emek sineması konusunda pek bir ümidim kalmasa da yine de günler ne getirir bilinmez.Vicdan sahibi hakimler,savcılar,yöneticiler ortaya çıkarda bu komediye artık bir son verirler.







*
Share/Save/Bookmark

2 yorum: