19 Haziran 2016 Pazar

Yeni Dalga'dan Bir Esinti; Bande à Part

-Konuşacak bir şey yoksa, bir dakika sessiz kalalım.
-Bazen gerçekten çok salak olabiliyorsun.
-Sessiz bir dakika uzun bir zaman olabilir. Gerçek bir sessiz dakika sonsuza kadar sürer.
Sinema tarihinde iki erkek bir kadın triosu arasında geçen aşk üçgeni konusunda en önde gelen filmlerden biridirBande à Part. Godard sinemasınının da en çok sevilen filmlerinin başında gelir. Bir kadın etrafında iki erkeğin güzellik simgesi kadını kapma çabalarını çok güzel resmeder Godard. Tabii burada güzelliğin ete kemiğe bürünmüş hâli olarak da Godard’la özdeşleşmiş, -şahsi kanaatim- sinema dünyasının en güzel aktristi Anna Karina’yı, Odile olarak izleriz. Konu olarak, Arthur ve Franz oldukça yakın iki dostturlar. Kısa yoldan zengin olmak için başlarına ne gelecekse gelsin bir soygun yapma isteğindedirler. Franz, Odile ile tanışır ve Odile’in büyükannesinin evinde yüklü miktarda bir para olduğunu öğrenir. Odile’i de bunun için ikna ederler. Ancak her şey yolunda gitmeyecektir. Bu filmin Yeni Dalga akımında ve Godard sinemasında çok büyük yerinin olmasının ötesinde başka sinemacılara da yaptığı katkılar yadsınamaz. Franz, Arthur ve Odile’nin efsanevi Louvre koşusunun, yıllar sonra bir başka usta Bernardo Bertolucci’nin The Dreamers (2004) filminde zaman olarak egale edilmesi, Godard ustaya saygı duruşunun çok güzel bir örneği. Quentin Tarantino’nun yapım şirketinin adını “A Band Apart” koyması da filmin her yaştan ve türden yönetmeni nasıl etkilediğinin ispatı niteliğinde.
Godard’ın diğer filmlerinde de olduğu gibi bu filmde esas başrol yine Paris’tir. İhtişamlı cafelerinde üçlümüzün yapmış olduğu felsefik sohbetler filmin en keyifli bölümleri. Bir dakikalık sessizlik sahnesi de yine sinema tarihinin en efsaneleşmiş sahneleri arasında. Felsefik replikleriyle, ünlü edebiyat eserlerine atıflarıyla, müzikleriyle ve Godard’ın nevi şahsına münhasır çekim teknikleriyle, Yeni Dalga akımının en güzel filmlerinden biridir Bande à Part.

*
Share/Save/Bookmark

Yeni Dalga'dan Bir Esinti; Vivre Sa Vie

-Aşkın, hayatın tek gerçeği olması gerekmiyor mu?
-Bunun için, aşkın hep aynı gerçeği işaret etmesi gerekir.
Vivre Sa Vie, Türkçeye çevrilen tam adıyla Hayatını Yaşamak: On İki Tablodan Oluşan Bir Film, Yeni Dalga akımının öncülerinden Jean-Luc Godard’ın sinematografisindeki temel taşlardan biridir. 1962 yapımı filmde Godard’ın kült oyuncusu Anna Karina, hayatından kesitler izlediğimiz Nana’ya hayat vermektedir.Yeni Dalga akımını diğer sinema akımlarından ayıran özelliklerinin başında anlatılan hikâyelerin kurmacadan çok gerçek hayattan beslenmesi kuralı gelir. Hatta anlatılanların belgeselvari bir şekilde öyküler yerine gerçek olayların kaydı olarak gösterimidir. Vivre Sa Vie’de de uzun adında belirtildiği gibi Nana’nın on iki bölümde yaşamından kesitler izleriz. Genel anlamda öykü bütünlüğü aranmadan sırayla ilerleyen bu bölümlerde hayatına ortadan dâhil olduğumuz Nana’nın hikâyesinin büyük resmini görmeye çalışırız. Nana’nın hayatının şifrelerini çözmeye çalışmamız da bir başka Yeni Dalga kurallarından birinin sonucudur. Kuram olarak bu akıma dâhil olan yönetmenler pasif izleyici kavramına karşı çıkarlar ve izleyicinin de aktif bir biçimde filme kafa yormalarını isterler. Bu düşüncenin bir uzantısı olarak da bahsettiğim şekilde Nana’yı nihai sonuna götüren etmenleri düşünür, onunla birlikte hayatı yaşamanın(!) ne demek olduğu hakkında kafa yorarız.
İkinci Dünya Savaşı sonrası tüm Avrupa ülkelerinde yaşanan ekonomik çöküşün ardından toplumsal dinamiklerin bozulması, Yeni Dalga filmlerinin hikâyelerini oluşturuyordu. Hayatını yaşamak uğruna ailesinden uzaklaşan Nana için ekonomik refah çok önemliydi. Zira istediği, hayalini kurduğu hayat için ekonomik özgürlüğüne sahip olması gerekiyordu. Oysa tüm toplumu etkisi altına alan ekonomik darboğaz Nana’nın bırakın hayallerini, normal hayatını da yaşanmayacak durumlara sokuyordu. Bundan kaçış olarak da gençliğinin ve güzelliğinin uzantısıyla kendisini fuhuş dünyasında bulması kaçınılmaz bir sondu onun için. Ekonomik özgürlüğünü elde etmek isteyen bir kadının, kendini ekonomi çarkına sadece bir et parçası olarak kabul ettirebilmesi, o dönemin maalesef en büyük toplumsal açmazı olarak Godard’ın belgeselvari kamerasıyla ölümsüzleşiyor. 


*
Share/Save/Bookmark

18 Haziran 2016 Cumartesi

Foley, Ortam Sesi Oluşturma Sanatı

Foley, film montajı sırasında  sahnelerde geçen seslerin stüdyo ortamında başka materyallerle tekrar kaydedilmesine denir. Sinema sanatı her ne kadar salt görüntü sanatı gibi algılansa da, en az görüntü kadar ses de çok önemlidir. Hatta kimi görüşe göre de, görüntüden daha önemlidir. Konu ile ilgili çok güzel mini belgeseller mevcut. Keyifli izlemeler.


The Foley Artist from Feast Films on Vimeo.



*
Share/Save/Bookmark

5 Haziran 2016 Pazar

Koş Babam Koş – Sinemanın En İkonik Koşma Sahneleri

Koşmak denince TDK’ye göre “adım atışlarını arttırarak ileri doğru hızla gitmek” açıklamasına sığmayacak sayısız örnek vardır sinema tarihinde. İnsanın en temel davranış türlerinden biri olan koşma eyleminin, merkezine insanı oturtan bir sanat dalı olan sinemada ortaya konan yapımların pek çok sahnesinde yer alması da elbette doğaldır. Aşağıdaki naçizane seçmeye çalıştığım listede, beni ilgili sahneleri ve filmleri seçmeye iten en büyük etken, sahnenin veya filmin popüler kültürde yaratmış olduğu etkidir. Sinema sanatının diğer sanat dallarına nazaran geniş kitleler üzerinde etkisinin bu kadar fazla olması, şahsi olarak  sinema sanatına vurulmamın başlıca nedenidir. Mesela Fellini’nin unutulmaz filmi La Dolce Vita‘da (1960) Paparazzo karakterinin magazin gazeteciliği literatürüne “paparazzi” kavramını sokması, filmin sinematografik güzelliğinden öte, popüler kültürdeki etkisini de gözler önüne seriyor. Yine aynı şekilde The Godfather (1972) filmi sonrası İtalyan mafyalarının çizgili takım elbiseler giymesi gibi saymakla bitmeyecek  örnekler  mevcuttur.  Aşağıdaki sahne ve filmleri seçmemdeki en büyük sebep de budur. Diğer listelerimde de belirttiğim gibi bu listeye girmemiş sayısız güzel sahne vardır ama başlıkta da vurguladığım gibi sahneleri seçme kriterim, ikonik olmalardır. Unutulmaz koşma sahneleri içeren filmlerden oluşan bu listeyi oluştururken bir diğer kıstasım da filmlerde yer alan koşma eyleminin, kaçma dürtüsünün bir parçası olmamasıydı. Dolayısıyla varoluşsal bir kaygıdan çok estetik kaygısı güden örnekleri bulmaya çalıştım. Birkaç örnek dışında hepsi bu bahsettiğim kıstaslara uyuyor.  Kronolojik olarak sıraladığım bu listeyi umarım beğenirsiniz. Keyifli okumalar.
  • North by Northwest (Yön: Alfred Hitchcock – 1959)
Hitchcock ustanın en iyi filmlerinden biri olan 1959 yapımı casus klasiği North By Nortwest’de Cary Grant’in canlandırdığı Roger Thornhill, sinema tarihinin en ikonlaşmış koşuşunu yapar. Yanlışlıklar sonucunda kendini casusluk girdabının içinde bulan Thornhill’in bu koşuşturmacasına odaklanan film, Hitchcock sinemasının en önemli yapıtlarındandır. Hatırlayanlar bilir, Arizona Dream’de (1992) de bu sahneye atıfta bulunan oldukça komik bir taklit sahnesi vardır.

  • Jules et Jim (Yön: François Truffaut – 1962)
Jules et Jim, bir kadın ve iki erkek arasındaki aşk üçgeni söz konusu olduğunda sinema tarihinin en iyi filmlerinden biri kabul edilir. İki erkeğin bir kadını, kadının ise iki erkeği koşulsuz sevebilmesini dolambaçlı yollara sapmadan bu kadar basit anlatabilen başka bir film yoktur diye düşünüyorum. Bunu da ancak Truffaut gibi bir usta yapabilirdi. Jules, Jim ve Catherine’in birlikte umarsızca koşmaları da romantizmin doruk noktalarındandır.

  • Bande à Part (Yön: Jean Luc Godard 1964) / The Dreamers (Yön: Bernardo Bertolucci-2004)
Beni bu listeyi yazmaya iten iki benzer sahne. Bande à Part’taki (1964) efsane Louvre Müzesi koşusunun kırk  yıl sonra Bertolucci ustanın elinde yeniden çekilmesi, Godard ustaya saygı duruşunda bulunulması bakımından çok önemli. Her iki film de sırf bu sahneleri için tekrar tekrar izlenilesidirler.

  • Boş Çerçeve (Yön: Ertem Eğilmez – 1969)
Hülya Koçyiğit ve onun zarif koşuşu... Sahne gereği yaralı ve acı dolu olup bir o kadar da naif bir şekilde perdeye taşınması  gerçekten güzel. Yeşilçam sinemasının melodramik atmosferini iliklerine kadar işleyen yapımdaki bu sahne,  acı çeken ama gururundan taviz vermeyen kahramanların  genel bir temsilidir adeta.
  • Il Buono, Il Brutto, Il Cattivo (Yön: Sergio Leone - 1969)
Spagetti Western türünün en iyilerinden kabul edilen ve ülkemizde  İyi, Kötü ve Çirkin adıyla bilinen filmin üçlüsünden, nam-ı diğer Çirkin’in Tuco’nun (Eli Wallach), filmin finalinde altınlarını bulmak için mezarlıkta oradan oraya koşuşu efsanedir. Sinemayla ilgisi olmayan hemen herkesin melodisini bildiği, Ennio Morricone imzalı Ecstasy of Gold (Altın Sarhoşluğu) müziğiyle özdeşleşmiş bir sahnedir bu. Bu sahneyi ve müziği duyunca, insanda ister istemez sonrasında Creeping Death çalacakmış hissiyatı uyandırır (metalciler anladı). Pavlov’un köpeği için zil neyse, Metallica’cılar için de bu müzik ve sahne aynı etkiye sahiptir.
  • Rocky (Yön: John G. Avildsen – 1976)
Koşma sahnesi denince akla ilk gelen, bu sahnedir kesinlikle. Şahsi sinema listeme göre en sevdiğim film deyip diğer filmlerime haksızlık yapmayacağım ama en sevdiğim üç filmden biridir Rocky. Özellikle serinin ilk filmini diğer filmlerinden ayrı yere koyarım. Sinema tarihinin en gaza getiren sahnesidir Rocky Balboa’nın bu koşma sahnesi. Özellikle filmin ana damarını oluşturan, varoşlardaki umutsuzların umudu olma durumunu en güzel özetleyen sahnedir. Yediden yetmişe tüm mahalle halkının Rocky’e destek olmak için onu motive etmeleri oldukça güzeldir.
  • Kibar Feyzo (Yön: Atıf Yılmaz – 1978)
Şener Şen koşuşu hakkında çok da bir şey anlatmaya gerek yok sanırım. Nevi şahsına münhasır sinemamızın en ikonik oyuncusundan en ikonik koşma stili çıkması son derece normaldir. Beden temelli mizahın güzel örneğidir.
  • Once Upon a Time in America (Yön: Sergio Leone – 1984)
Sergio Leone’nin 84 yapımı efsane ötesi filmi Once Upon a Time in America’da (1984)  sinema tarihinin en acıklı sahnesi denilebilecek bu sahnede küçük kahramanlarımız, çete savaşlarında pusuya düşer. Hepsinin canhıraş bir şekilde kaçıştıkları sahnede içlerindeki en küçük çete üyesinin vurulup ölmesi, filmin duygusal sahnelerinden biridir. Diğer yandan arka planda yine Morricone ustanın eşsiz müziği yer alır.
  • Mauvais sang (Yön: Leos Carax – 1986) / Frances Ha (Yön: Noah Baumbach – 2012)
Yine son yılların en gözde filmlerinden Frances Ha’daki, en iyi dans sahneleri (link gelecek. GK) listeme de girmiş olan sahneden söz etmek istiyorum. Çünkü bu sahnede Greta Gerwig hem koşuyor hem de dans ediyor. Toprağı bol olsun, David Bowie’nin “Modern Love” şarkısıyla New York sokaklarını arşınlayan Frances’in bu koşuşu, 86 yapımı Leos Carax’ın Mauvais Sang filmindeki Dennis Lavant’a saygı duruşuydu aslında. Hayatının keşmekeşinde gün içerisinde umutsuzluğa düştüğünüzde hemen açın izleyin bu sahneyi,  içinizde tekrar umut yeşermeye başlayacaktır. Kesin bilgi, yayalım.
  • Forrest Gump (Yön: Robert Zemeckis – 1994)
Aklı kıt, yüreği zengin karakterimiz Forrest Gump’ın (Tom Hanks) efsane koşuşuna sahiplik yapan aynı isimli 94 yapımı filmde, Forrest’ın amaçsızca başladığı koşunun ülke çapında bir fenomene dönüşmesi ayrı bir güzellikte. Bu koşunun güzel tarafından biri de sanırım, Forrest’ın tıpkı ansızın koşmaya başlaması gibi birdenbire durduğu sahnedir. Yine aynı şekilde Forrest’ın, ayaklarındaki aparatları kırdığı koşma sahnesi de akıllarda yer eder.
  • Babam ve Oğlum (Yön: Çağan Irmak – 2005)
Türk Sinemasının en ikonik sahnesidir kesinlikle. Çağan Irmak’ın çok sevilen filmi Babam Ve Oğlum’da (2005) Yetkin Dikinciler’in canlandırdığı Salim’in, babası Çetin Tekindor’a koşuşu hâlâ hafızalardadır. Filmin bütününe bakıldığında bu sahnenin biraz sırıttığını da söylemek mümkün. Bu film üzerinden yapılan mizahın da temel kaynağıdır maalesef bu sahne. Anlatmak istediği romantizmden çok didaktik ve teatral yapısıyla unutulmaz sahne, maalesef bu şekilde algılanıyor.
 
  • Silver Lining Playbook (Yön: David O. Russell – 2012)
Son yılların en çok sevilen bağımsız filmlerinden Silver Lining Playbook’da (2012) Bradley Cooper’la Jennifer Lawrance’in yakınlaşmalarını sağlayan bu sahne, ikilinin, filmin bütününe yayılan nevrotik davranışlarının güzel bir özeti niteliğinde.
  *
Share/Save/Bookmark

20 Mayıs 2016 Cuma

35. İstanbul Film Festivali İzlenimleri: Gülün! Bu Bir Emirdir-Güneşin Altında

Bir şeyi ne kadar uzun süre tekrarlarsanız insanlar ona o kadar fazla inanırlar.
Joseph Goebbels
Nazi Almanya’sının en önemli isimlerinden biri olan Joseph Goebbels’in bu sözünü bilmeyen yoktur sanırım. Faşist yönetimin ikinci adamı Goebbels, Nazi düşüncelerini halka empoze etmek amacıyla şu an emperyalist ülkelerin de sıklıkla kullandığı propaganda sistematiğini yaratan kişidir. 20. yüzyılın en etkili propaganda uzmanı sayılan Goebbels’in yöntemleri hâlâ geçerlidir maalesef. Medyanın hükümet tarafından kontrolü, kitapların yakılması, insanların ön yargılarla donatılması, karşıt düşüncelerin bayağılaştırılması, şu aralar sıkça da duyduğumuz algı operasyonları vs. Tüm bu yöntemler dikta rejimlerinin sıklıkla kullandığı silahlardır ve savaşlardan daha çok etkili olduğunu da söyleyebiliriz.
Bu yıl festival kapsamında NTV Belgesel Kuşağı seçkisinde gösterilen V Paprscich Slunce/Under The Sun (2015) Kuzey Kore’nin yalanlar üstüne kurulu imajını gözler önüne seriyor. Kuzey Kore şu anda dünyadaki sayılı sosyalist ülkelerden biri olarak varlığını sürdürüyor. Her ne kadar anti-komünist hareketin öncülerinden Goebbels’in sözü ile yazıyı açsam da durum sosyalist bir ülke olunca değişmiyor maalesef. Bu iki uç siyasi fikrin kullandığı araç aynı aslında, esas amaç -doğru ve ya yanlış- bir düşünceyi bir başkasına empoze etmek.
Ünlü Rus belgeselci Vitaly Mansky, Under The Sun’da Koreli devlet yetkililerin propaganda filmi çekerken nasıl yalanlara başvurduklarını gözler önüne seriyor. Kahramanımız küçük Zin-mi ve ailesi devlet yetkilileri tarafından yazılmış senaryoya göre “ideal aile” yapısını ve mutlu(!) hayatlarını herkese gösteriyorlar. Şu anki Komünist Kore’nin kurucusu Kim II-Sung’un doğum günü anısına yapılan Çocuk Birliği törenlerini ve kahramanımız Zin-mi’nin mutlu(!) hayatlarından kesitler izliyoruz. Devlet görevlilerinin sıkı kontrolleri ile çekilen filmde yönetmen Mansky’nin, gerçekleri göstermek için sahneler arası kamerasını açık bırakması yetiyor. Gerçeğe dair hiçbir ayrıntıya dokunmuyor. Sadece çekiyor. Mesela yaşlı bir gazinin çocuklara kahramanlık hikâyeleri anlattığı sırada küçük çocuklardan birinin uyuklayarak dinlemesi küçük ama bir o kadar etkili bir sahne. Yine bir başka örnek Zin-mi’nin geleneksel Kore dansını öğrendiği sahnenin ilkinde mutlu gözükürken, ilerleyen sahnelerde baskıdan ağlayacak duruma gelmesi ve yönetmenin yakın planda bunu vurgulaması çok şey anlatıyor. Devlet ideolojisinin yılmaz savunucuları tüm dünyaya ülkelerini güzel göstermek için böylesi bir yapaylıkta halkın mutlu ve huzurlu olduklarını inandırmaya çalışması oldukça üzüntü verici. Kore halkı özelinde bunu bilemeyiz, belki de hayatlarından çok memnundurlar. Sonuçta dışa bağımlı olmayan sayılı ülkelerden biridir Kuzey Kore ama; ama esas üzüntü verici durum, neyin doğru neyin yanlış olduğunun devlet tekelinde olması kesinlikle. “Biz senin için en doğrusu nedir biliriz, sen yeter ki itaat et” mesajının devletin her kademesinde halka empoze edilmesi Nazi Almanya’sını hatırlatıyor. Siyasi düşünce ne olursa olsun, bu tür düşünceler her zaman diktatörlüktür.
İki ülke arasında diplomatik krize yol açan Under The Sun, belgesel sinemanın gücünü göstermesi bakımında oldukça önemli bir yapım.



*
Share/Save/Bookmark

17 Mayıs 2016 Salı

Şekilden Şekle Giren Oyuncular

 








*
Share/Save/Bookmark

15 Mayıs 2016 Pazar

35. İstanbul Film Festivali İzlenimleri: Haklıyız, Kazanacağız - Mavi Bisiklet



Ümit Köreken ve Nursen Çetin Köreken’in ilk filmi, Türk-Alman ortak yapımı Mavi Bisiklet (2016) geçtiğimiz Berlin Film Festivali’nde Kristal Ayı için yarışmıştı. Bu yıl da festival kapsamında Ulusal Yarışma bölümünde Altın Lale için yarışacak. İç Anadolu’da Akşehir’in bir kasabasında, deyimin tam anlamıyla yaşam savaşı veren Ali (Selim Kaya) ve ailesinin büyük mesajlar veren küçük hikâyesine ortak oluyoruz.

Babasının şaibeli ölümü sonrası annesi ve küçük yaştaki kardeşi ile ortada kalan Ali, okulunda başarılı bir öğrencidir. Annesi, borçla aldığı iplik dokuma makinesiyle örgü kazak, atkı yapıp pazarda satmaktadır. Ali ise ev ekonomisine destek olmak amacıyla okuldan arta kalan zamanlarında lastik tamircisinin yanında harçlığını çıkarmaktadır. Tüm bu yokluklar arasında en büyük hayali, mavi bir bisiklet alabilmektir. Bunun için de aldığı bahşişleri biriktirmeye başlar. Okuldaki öğrencilerin oylarıyla başkan seçilen, sınıf arkadaşı Elif’e karşı da platonik bir sevgi beslemektedir. Okula yeni gelen Hasan’ın, Elif’in yerine başkan atanmasını içine sindiremeyen iki kafadar Ali ve Yusuf (Eray Kılınçarslan) okul müdürüne karşı bir direnişe geçerler.

Ali ile Yusuf’un giriştikleri bu direniş her ne kadar Elif üzerinden sevgi amacıyla çıkmış gibi gözükse de bu durumun, Anadolu insanının haksızlık karşısındaki duruşunu temsil ettiğini de göz artı etmemek gerek. Öğrencilerin oylarıyla seçilene karşı, müdürün kendince birini ataması, ister küçük bir okulda olsun ister ülke siyasetinde olsun, her zaman bir direnişle karşılaşır. İlk başlarda babacan tavırlarıyla öğrencilere ve Ali’nin ailesine yakınlık kuran öğretmenin, direnişin gittikçe dallanıp budaklanmasıyla objektifliğini kaybedip elinde bulundurduğu otoritesini nasıl kendine yonttuğunu görebiliriz. Bu bakımdan öğretmen figürü siyasi ve toplumsal anlamda kasabalılık kavramı içinde önemli bir karakter olarak karşımıza çıkar. Ali ve Yusuf, seçilmişe karşı atanmışa ilk tepki olarak düşüncelerini yazıya dökerler. Direniş literatüründe yazılama denilen tepkinin en naif, en çocukça örneğini gösterirler. El emeği göz nuru afişleri ile tepkilerini okul dışına yayarlar. Tek başlarına engel olamayacaklarını anladıklarında ise ikinci iş olarak kamuoyu oluşturmaya çalışırlar. İkinci el aldıkları telefonla tanıdık tanımadık herkese mesaj atarak haklı direnişlerini geniş(!) kitlelere yaymaya çalışırlar. Bu çabaları, Ali’nin lastiğini değiştirdiği gazeteci tarafından destek görür ve olay gittikçe kontrolleri dışına çıkar.

Kâhya’nın torunu Hasan’ın Ankara’dan gelip Elif’in yerine atanması, hem geldiği yer ironisi bakımından hem de ait olduğu sınıfın özelliğini devam ettirmesi bakımından oldukça önemli. Sınıfsal baskıcılığını zorbalıkla sağlama almaya çalışan Hasan, okulun kabadayı çocuklarını da yanına alıp Ali ve Yusuf’u sindirmeye çalışır. Diğer çocukları ezmekten hoşlanan bu kabadayılar ise koruduğu kişiden çok, güce tapanların bir uzantısı gibidir. Amiyane tabirle kraldan çok kralcı tayfası gibidirler.
Toplum dinamiklerimizle ilgili eleştiri yapılırken genellikle en çok düşülen hata kasabalılıkla-köylülük tanımları arasındaki kargaşadır. Özellikle kâhya karakteri üzerinden tasvir edilen kasabalı kurnazlığı, öğretmen ile birlikte üzerinde düşünülmesi gereken diğer bir önemli noktadır. Kâhya, Ali’nin babasının ölümü ile ilgili tek şahit olmasının yanı sıra olaya ‘olmuş bitmiş, kapatalım gitsin’ sığlığında yaklaşarak onursuz ve pragmatik bir tavır sergilemektedir.
Küçük bir kasaba özelinde tüm karakterleriyle toplumsal bir prototip çizen Mavi Bisiklet’te, İç Anadolu’nun gri atmosferinde bir yandan yaşama savaşı veren diğer yandan da haksızlıklarla mücadele eden; ama hayal kurmayı da ihmal etmeyen küçük insanların büyük hikâyesini izliyoruz. Yağan kara rağmen içinizi ısıtacak güzellikte bir film.

*
Share/Save/Bookmark

4 Mayıs 2016 Çarşamba

Hasta Siempré Comandante; Susturulamayan Che Şarkısı





“Çiçeklerimizi koparabilirler ama baharın gelişini engelleyemezler.”
Leila Khalid

Politik sinemanın öncü isimlerinden Yunan asıllı Fransız Costas-Gavras’ın 1972 yapılımı État De Siège filmi gösterildiği dönemin oldukça dikkat çeken yapımlarından biriydi. Bu filmden ve yazımıza konu olan sahnesinden önce Costas-Gavras’ın sinema dilinden biraz bahsetmek gerek. Çoğunlukla anti-komünizm çetelerini, derin devlet yapılanmalarını, siyasi suikastları konu edinen Gavras’a dünya çapında ününü 1969 yapımı ‘Z’ filmi kazandırmıştı. Hikâyenin açıkça Yunanistan’da geçtiği belirtilmese de, filmin başında "Gerçek olaylarla, sağ ya da ölü olsun gerçek kişilerle olan benzerlikler tesadüfi değildir. Her şey kasıtlıdır." sözüyle ülkesinde 1967-74 arasında hüküm süren askeri diktayı açıkça hedef aldığı kesindi. Bu filmiyle Gavras;  Cannes’da jüri özel ödülü ve Oscar ödüllerinde yabancı dilde en iyi film ödülünü almıştı.

État de Siège’de ise Gavras, kamerasını Uruguay’a çeviriyor. 1969 yılı Uruguay’ında geçen filmde, ülke yarı-askeri dikta ile yönetilmektedir. Devrimci gerillalar CIA’nin Uruguay’daki en üst düzey adamı Philip Mike Santore’yi (Yves Montand) kaçırırlar. Santore Uruguay’a sözde Uluslararası Kalkınma Örgütü vasıtasıyla gelmiştir. Oysa ülkede bulunmasının esas amacı asker ve polise komünizmle mücadelede istihbarat ve iletişim danışmanlığı vermektir. Daha amiyane tabirle ‘ülkenin huzurunu bozmak isteyen dış mihrak’ tır. Daha önceki görev yerlerindeki gibi sosyalist örgütleri sindirmek için gizli pasifikasyondan sorumludur.

Amerika Birleşik Devletleri, II. Dünya Savaşı sonrası Avrupa’daki Hitler faşizminin geçmesiyle yeni tehlikeyi “komünizm” olarak belirlemiş ve dünyaya yayılan komünizmle mücadele etmek için hemen hemen her ülkede aynı stratejileri uygulamaya başlamıştır. İlk olarak Hollywood’un da desteğiyle komünizm paranoyası oluşturulmuştur. “Komünistler kötüdür, biz ise iyiyiz.” alt metni bütün filmlere işlenir. Kitle iletişim organları vasıtasıyla empoze edilen düşünceyi korumak adına ikinci aşama ise, sosyalist düşünceye sahip kişileri pasifize etmektir. Emek bilinci oluşmuş işçi ve öğrenci kesim genellikle ilk hedef olur. Demokratik yöntemlerin yetersiz ve etkisiz kaldığını düşündüklerinden gizli devlet örgütlenmeleri ile yasadışı -çoğunlukla insanlık dışı- eylemlere imza atarak bu kitleleri sindirmeye çalışırlar. Bunu yaparken de en büyük araç sistematik işkencedir. Filmde de bol miktarda, insanın kanını çekercesine gerçeğe yakın işkence sahneleri yer alır.


Yukarıda da bahsettiğim gibi anti-komünist hareket ilk olarak işçi ve öğrenci sınıfını hedef almaktaydı. Filmde de bahsedeceğimiz sahne; Santore’yi bulmak için operasyonlarını arttıran polisin üniversiteyi aramak istemesiyle başlar. İlk başta öğrenciler direniş gösterseler de polis kuvvetlerinin uyguladığı orantısız güç ile mücadele etmek zorunda kalırlar. Orantısız gücün ise en büyük karşı silahı her zaman için orantısız zekâ olmuştur. (bknz. Gezi Direnişi). 70’li yılların başında, henüz t-shirt modeli olmamış ve anlamını yitirmemiş Che’ye ithafen yapılmış Hasta Siempre (Sonsuza Kadar) şarkısı hoparlörlerden duyulmaya başlanır. Tüm polisler öğrencilerle uğraşmayı bırakıp bu sakıncalı(!) müziği kapatmaya çalışırlar. Her bir hoparlör indirilip parçalandıktan sonra bir başka taraftan aynı şarkı duyulmaya devam eder. Polis kuvvetlerinin oradan oraya koşturması, içinde bulundukları acınası durumun vücut bulmuş hâli olarak ekrana yansır. Pavlov’un deneyi gibi. Koşullandırılmış ve mantıksızlaştırılmış kıtalar, Pavlov’un köpeği misali duydukları bu sese karşı hayvansal güdüyle yönelirler. Leila Khalid’in güzel bir sözü vardır. “Çiçeklerimizi koparabilirler ama baharın gelişini engelleyemezler.” Bu sahnede de aynı alt metin geçerlidir. Hoparlörleri tek tek kırabilirler ama şarkının adı gibi, Che’nin şarkısının sonsuza kadar dinlenileceği kesindir.

Filmde geçen farklı yöntemlerdeki işkence sahnelerinin, dünyanın çeşitli ülkelerinde de birebir uygulandığı, bilinen bir gerçektir. Bu özelliği nedeniyle de filmin bir nevi yarı-belgesel özelliği taşıdığını gönül rahatlığıyla söyleyebiliriz. Asya ile Avrupa arasında stratejik önemi olan ülkemizde de bu tip uygulamaların birebir karşılıklarını bulmak mümkün. 60’lı yılların sonunda kitlesel direniş hareketlerinin hız kazandığı bir ortamda ABD’nin eski Ankara büyükelçisi Robert Komer’in anti-komünist harekete etkisi büyük olmuştu. Vietnam savaşında da aynı şekilde etkisi bulunmuştu. Filmdeki gerillaların yaptığı gibi ülkemizdeki 68 kuşağı, bu emperyalist düzeni sezmiş ve buna dur demek için Komer’in ODTÜ’yü ziyareti sırasında arabasını ateşe vermişti. Sonrasında yaşanan, yakın dönem Türkiye siyasi hayatının dönüm noktalarından olan özgürlük hareketinin de ateşini fitillemişlerdi.
*
Share/Save/Bookmark

21. Sadri Alışık Ödülleri Sahiplerini Buldu


Sinema Ödülleri

Komedi Dalında

◊ Erkek oyuncu: Cem Yılmaz (İftarlık Gazoz)
◊ Kadın oyuncu: Algı Eke (Guruldayan Kalpler)
◊ Yardımcı erkek oyuncu: Zafer Algöz (Ali Baba ve 7 Cüceler)
◊ Yardımcı kadın oyuncu: Esra Dermancıoğlu (Hayalet Dayı)

Dram Dalında

◊ Erkek oyuncu: Nadir Sarıbacak (Sarmaşık)
◊ Kadın oyuncu: Ece Dizdar (Çekmeceler)
◊ Yardımcı erkek oyuncu: Kadir Çermik (Sarmaşık)
◊ Yardımcı kadın oyuncu: Tilbe Saran (Çekmeceler)
◊ Ayhan Işık özel ödülü: Ekin Koç (Senden Bana Kalan)
◊ Ekrem Bora umut veren oyuncu ödülü: Berat Efe Parlak (İftarlık Gazoz) ve Ece Yüksel (Nefesim Kesilene Kadar)
◊ Onur ödülü: Türker İnanoğlu
◊ Seçici kurul özel ödülü: Mustang filminin genç oyuncuları (Doğa Zeynep Doğuşlu, Elit İşcan, Güneş Nezihe Şensoy, İlayda Akdoğan)

Tiyatro ödülleri

Dram Dalında


◊ Erkek oyuncu: Cüneyt Yalaz (Kim Var Orada)
◊ Kadın oyuncu: Melike Güner (Medet)
◊ Yardımcı erkek oyuncu: İlker Yasin Keskin (Kim Var Orada)
◊ Yardımcı kadın oyuncu: Tuğçe Altuğ (Kabileler)

Komedi ve Müzikal Dalında


◊ Erkek oyuncu: Kerem Kobanbay (Üç Nokta)
◊ Kadın oyuncu: Ayça Varlıer (Fosforlu)
◊ Yardımcı erkek oyuncu: Levent Öktem (12. Gece)
◊ Yardımcı kadın oyuncu: Selin Zafertepe (Haldun Taner Kabare ‘Dün Bugün’)
◊ Onur ödülü: Ferhan Şensoy
◊ Çolpan İlhan sanata değer katan kadınlar özel ödülü: Necla Uygur
◊ Anadolu Efes özel ödülü: Tiyatro D 22
◊ Üstün Akmen Özel ödülü: Yiğit Kocabıyık
◊ Umut veren genç oyuncu ödülü: Alan Ciwan
◊ Seçici kurul özel ödülü: Hatice Aslan, İrem Sak, Pınar Çağlar Gençtürk (Hepimizin Güzel Öyküsü)
◊ HDI Sigorta özel ödülü: Açlık
*
Share/Save/Bookmark

3 Mayıs 2016 Salı

Changing Perspectives Kısa Film Festivali Programı Açıklandı

Katadrom Kültür Sanat ve Sosyal Politikalar Derneği tarafından organize edilen ve Kültür ve Turizm Bakanlığı tarafından desteklenen 05 – 08 Mayıs 2016 tarihlerinde dördüncü kez düzenlenecek Uluslararası Changing Perspectives Kısa film Festivali programı açıklandı.

Elliye yakın ülkeden yüzü aşkın filmin yer aldığı festival programı; bu yılın teması olan fiziksel ve düşünsel sınırlara, mülteci ve göçmen sorununa odaklanan Sınır, kültürel görüş ve yaşam farklılıkların ortaya konduğu Kültürel Bakış ,değişimin kendisine, düşüncesine ve pratiklerine yoğunlaşan Değişim Deneyimi, korku filmlerinden oluşan Ürkünç, komedi filmlerinin yer aldığı Gülünç, kadın öykülerini ve deneyimlerini anlatan Mor Portreler, ve çocuklara dair filmlerin yer aldığıKaleydoskop gibi bölümlerinden oluşuyor.  https://www.facebook.com/events/1042652335800966/ 
TAKE ME TO JERMANY Fotoğraf Sergisi
Almanya asıllı fotoğraf sanatçısı Charlotte Schmitz’in göç yolculuğundaki mültecilerin kendi his ve düşüncelerini üzerine yazdıkları polaroid fotoğraflarından oluşan TAKE ME TO JERMANY fotoğraf sergisi 5 – 15 Mayıs 2016 tarihleri arasında SUPA Suriye Pasajı Salonda ziyarete açık olacak.
https://www.facebook.com/events/1716354965300331

Atölyeler
Kadir Has Üniversitesi Sosyal Psikoloji Bölümünden Yrd. Doç. Gülseli Baysu ve Leuven Üniversitesi’nde doktora adayı Canan Coşkan’la Kültürel Sınırlar ve Psikolojik Engeller,  MAVIBLAU yazarları Marie Hartlieb ve Tuba Yalçınkaya’yla Sınırlar Göç ve Medya Atölyesi’ninde yer aldığı dört farklı atölye festival katılımcılarıyla buluşacak.
https://www.facebook.com/events/1755995401298143/
https://www.facebook.com/events/173508953042828/

Yeşilçam Sineması Film Günleri
Festival kapsamında bu yıl ilk kez Yerli Film Günleri düzenleniyor. 9 – 12 Mayıs 2016 tarihleri arasında “Kar Korsanları”, “Çekmeceler”, “Neden Tarkovski Olamıyorum” ve “Çekmeköy Underground”ın da aralarında yer aldığı yerli sinemanın son dönem filmlerinden dokuz film İngilizce altyazılı olarak Yeşilçam Sinemasında gösterilecek. Gösterimler  sonrasında film yönetmenleriyle söyleşiler gerçekleştirilecek.
https://www.facebook.com/events/506661159542254/

Film gösterimlerine 5 Mayıs 2016 Perşembe günü başlayacak 4. Uluslararası Changing Perspectives Kısa Film Festivali Yeşilçam Sineması ve SALT Galata’dadört gün boyunca İstanbul’daki yerli ve yabancı sinemaseverlere hafızalarda yer edinecek bir festival deneyimi sunacak.
5 Mayıs 2016 Perşembe günü saat 19.00’da SUPA Suriye Pasajı Salondagerçekleşecek açılışla Take Me To Jermany fotoğraf sergisi 15 Mayıs 2016 tarihine kadar ziyarete açık olacak.
Tüm  kısa film gösterimlerinin ücretsiz yapılacağı festivalin programınahttp://icpsff.com adresinden ulaşabilirsiniz.

Festival Programı Bölümleri
Sınır
“Anlatmayı kolaylaştırmak için çizilen sınırlar, anlamayı imkansız hale getirdi.”

Kurmaca ve belgesel olmak üzere 13 filmin yer aldığı bölümde, Belçikalı yönetmen Laura Vandewynckel ‘in 2015 yılında Cannes ve Toronto Film Festivali programında yer alan Cennet  filminin yanı sıra Suriyeli göçmenlerin Suriye ‘den Türkiye’ye geçiş yolculuklarında cep telefonlarıyla çektikleri Parça tesirli, Dikenli Tel ve Mücadelenin Mozaikleri  filmleri izleyici karşısına çıkacak.

Değişim Deneyimi
“Gitmek, gelmek. Tekrar gitmek, tekrar gelmek.”

Alman yönetmen Marvin Meiendresch’in Dr Frei’ın katı tedavisi altındaki izole edilmiş bir hastanın, odasından kaçmak için şansını denediği anda kendi kendine giriştiği içsel bir sorgulamayı konu alan “Tedavi” filmi bu bölümde yer alan filmlerden bir tanesi. Tedavi 2016 yılında Londra Bilim Kurgu ve Fantastik Filmler Festivali, 32. Saraybosna Kış Festivali ve Philadelphia Bağımsız Film Festivalinde gösterildi.  Değişim Deneyimi bölümünde kurmaca ve belgesel türlerinde sekiz film yer alıyor.

Mor Portreler
“Kızıl ve mavi arasında mor ve daha fazla güç vardır
.
Belgesel ve kurmaca film seçkilerinden oluşan bölümde altı kısa film izleyiciyle buluşacak. Mor Portler bölümünde izleyici karşısına çıkacak filmlerden biri Amerikan yönetmen Paolo Monico’nun beklenmedik bir ziyaretle eski eşinin ölümü hakkında yeni gelişmeler yaşanan dul bir kadının hikayesinin anlatıldığı “Anne” filmi. Film Uluslararası Rhode Island Film Festivali, Los Angeles Uluslararası Kısa Film Festivali ve Heartland Film Festival’inde gösterildi.

Gülünç
“Hayat bazen ciddi şekilde gülünç olabiliyor.”

Rusya, Meksika, Kolombiya, İran, Fransa, İsviçre, İspanya ve Avustralya’dan on kurmaca filmin yer aldığı bölümde Fransız yönetmenler  Corentin Romagny ve Pierrick Chopin ‘in Los Angeles Cinefest, Roma Yaratıcılık Festivali, Altın Güneş Film Festivali’nde gösterilen filmi “Büyük Anne Ne Yapıyorsun Orada” izleyiciyle buluşacak.

Viraj
“Hayat bir bütün gibi gelir insana…Tek bir deneyim durağanlığımızı alt-üst edinceye kadar. Ondan sonra hiçbir şey eskisi gibi olmaz.”
Dokuz Kurmaca ve bir belgesel filmin yer aldığı bölümde; 68. Cannes Film Festivali, 64. Melbourne Uluslararası Film Festivali ve 40. Atlanta Film Festivalinde gösterilen Yang QIU’nun yönettiği “Güneşin Altında” filmi izleyici karşısına çıkacak.

Kaleydoskop
“Çocuklar dünyayı farklı gözlerle görür. Sadece yere daha yakın oldukları için değil, gözleri daha büyük olduğu için.”

Arjantinli yönetmen Cecilia Kang’ın 65.  Berlin Film Festivali Generation bölümünde yer alan filmi “Video Oyunları”yla birlikte yedi film bu bölümde izleyiciyle buluşacak. Hindistanlı yönetmen Hardik Mehta’nın El Cezire Uluslararası Belgesel Film Festivali, Mumbai Uluslararası Film Festivali ve Budapeşte Uluslararası Belgesel Film Festivali’nde En İyi Kısa Belgesel ödüllerinin sahibi olan filmi “Uçurtmacı” bu bölümde yer alan filmlerden bir diğeri.

Kültürel Bakış
“Küreselleşen bir dünyada kültürler birbirine yaklaşır. Ama yerel kültürlerin en belirgin özellikleri sonsuza kadar korunur.”
2015 yılında Toronto Film Festivalinde gösterilen Irak ve Almanya ortak yapımı Osama Rasheed’ın yönettiği “Toplum” filminin yanı sıra kurmaca ve belgesel türünde sekiz film bu bölümde yer alıyor. Amerikalı yönetmen Jonathan Stein’ın iki kardeşin perspektifinden ebola salgınının sosyal ve kültürel etkilerini araştırdığı filmi “Köyün Dışında” bu bölümde izleyici karşısına çıkacak filmlerden bir diğeri. Köyün Dışında 10. Show Me Shorts Film Festivali ve 27. Foyle Film Festivali’nde En İyi Kısa ödülünün sahibi oldu.

Çok Yakın Çok Uzak
“Geçmiş olan çoktan bitmiş görünür. Ama hayatın bir noktasında, eski günler bize döner ve geçmişi şimdiye getirir.”
Kurmaca ve Belgesel on bir filmin yer aldığı bölümde, Avusturyalı yönetmen Chris Raiber’ın 65. Berlin Uluslararası Film Festivali’nde gösterimi yapılan ve hastanede koma halindeki Nelly’nin sanrılarını konu alan ve adını başrolden alan filmi “Nelly” izleyici ile buluşacak. Fransız yönetmen Julie Blasenhauer ‘in 7. New York Bağımsız Film Festivali’nde gösterilen filmi “Özür Dilerim” bölümde yer alan filmlerden bir diğeri.

Melez Algı
 İlk bakışta uyumsuz görünüyor olabilirler. Ama yeni kombinasyonlara hazır olun. ”
Kurmaca türünde on filmin yer aldığı bölümde Rus yönetmen Konstantin Bronzit’in Melbourne Uluslararası Film Festivali ve Krakow Film Festivali’nde gösterilen filmi  “Kozmozsuz Asla”nın yanı sıra Alman yönetmen Clemens Roth’un 40. Toronto Uluslararası Film Festivali’nde gösterilen filmi Arı Çocuk ve Çiçek Kızın Aşkı” izleyici karşısına çıkacak.

Ürkünç
 Korku dediğiniz şeyin nereden geldiğini bilmezsiniz ama yakalandığınız anda oyunun bir parçası haline gelirsiniz. ”
Altı kurmaca filmin izleyiciyle buluşacağı bölümde İngiliz yönetmen Richard Heap’ın yönettiği, karanlık ve çarpık bir baba/oğul ilişkisini izleyen düşmanlığı konu alan ve Teksas Uluslararası Korku Filmleri Festivali’nde En İyi Kısa Film ödülünün sahibi olan filmi “Sarmal” yer alıyor.

*
Share/Save/Bookmark