“Sinema size arzu ettiğiniz şeyi vermez, neyi arzu etmeniz gerektiğini söyler.” Bizim için problem olan 'Arzularımızın doyurulması ya da doyurulmaması' değildir.Asıl problem arzu ettiğimiz şeyi şu an nasıl elde ettiğimizdir.İnsanının arzularıyla ilgili olan hiç bir şey doğal ve spontan değildir.Arzularımız ilkeldir.Arzu etmek için eğitiliriz.Sinema en önemli sapkn sanattır.Sinema size neyi arzu edeceğinizi sağlamaz. Sinema nasıl arzu edeceğinizi anlatır…”
…diyerek başlar filme Felsefenin Elvisi SLAVOJ ZIZEK .İki bucuk saate yakın süren belgeselde Zizek dünya sinemasından bircok örnek sunarak psikanalitik değerlendirmeleriyle deyim yerindeyse sinema dersi veriyor.Kült konumuna ulasmıs bircok filme değişik bakıs acılarıyla yaklasarak yüzeysel anlamlardan sıyırarak gerceği tüm cıplaklığıyla gözler önüne sermeye çalışıyor.Mesela Alfred Hitchock'un efsane filmi Pysho'daki tüyler ürperten meşhur üç katlı evi süper ego-ego-id'e benzeterek filmin karakteri Norman Bates’in psikolojisi arasında bir bağ kurar,böylelikle filmin gerilimin nedeninin sembolik benzetmelerle daha da güçlendiğini gözlemleyebiliriz.Zizek’ten daha başka aforizmalar için;
"Şu an 'Psycho'daki anne evinin bodrum katındayız.Burada asıl ilgi çekici olan, son derece iyi düzenlenmiş olan annenin evinde olayların üç aşamada gerçekleşmesidir;birinci kat, zemin kat ve bodrum katı.Sanki bu üç aşama, insanın subjektif durumunun üç aşamasını üretiyor.Zemin kat egoyu temsil eder,Norman burada her ne kadar ele geçirilmiş olan normal egosundan kalan artıklarla,normal bir evlat gibi davranır.Üst kat, süperegodur.Yani maternal süperego,çünkü ölü anne aslında bir süperego figürüdür."Ve bodrum katı da id'i temsil eder.Yani yasadışı yönelimlerin rezervuarını.Daha sonra, filmin tam ortasında,Norman'ın annesini taşıdığı sahnede,bunu anlarız ya da başka bir deyişle,filmin sonunda annesinin mumyasını,İskeletini, cesedini,birinci kattan bodrum katına taşıdığında bu şekilde yorumlarız.Bu durum, Norman'ın annesini kendi zihninde psişik bir aracı olarak,superego'dan, id'e yerleştirmesi gibidir.Tabii ki bu halihazırda Freud tarafından ayrıntılı bir şekilde ele alınmış olan superego ve id'in derinden birbirine bağlı olduğunu anlatan eski bir derstir.Anne öncelikle otorite figürü olarak şikayetlerini duyurur.
--''Bunu bana yapmaya nasıl cüret edersin?
--Utanmıyor musun?
--Burası bir meyve kileri!"
Ve ardından anne birdenbire müstehcenleşir:
--"Taze bir meyve gibi mi olduğumu düşünüyorsun?"
Süperego ahlaki bir aracı değildir,süperego; imkansız taleplerini asla yerine getiremeyeceğimiz zaman doğal olarak bize gülen,bizimle dalga geçen ve bizi müstehcenlik aracılığıyla bombardımana tutan bir şeydir.Ona ne kadar itaat edersek, o bize kendimizi daha fazla suçlu hissettirir.Her zaman süperegonun medyumluğu içinde müstehcen deliye ait bir bölüm vardır.Psikanalizde insanlar arasındaki sıkı ilişkileri ele alan referansları her zaman buluruz.
Ses, insan bedenine ait organik bir bölüm değildir.O, bedeninizin içinden bir yerlerden çıkıp gelir.Ne zaman bir başka insanla konuşmaya kalksak, daima küçük ölçüde bir vantrolog, yabancı bir güçle yer değiştirmiş gibi elde eder. Hatırlayacağınız gibi filmin başında bu çok hoş bir genç kızdı.Nasıl da gördüğümüz gibi böyle bir canavara dönüştü? Ele mi geçirildi? Peki kim ele geçirdi onu? Ses, içindeki kışkırtıcı boyutun sesi.Sesin travmatik boyutuyla ilgili yani sesin özgürce ortalıkta dolaşıptravmatik bir temsil yaratan, realitenin biçimini bozup kaygıyı ön plana çıkaran,ve o an için korkutucu önem arzeden ilk film, 1931'de Almanya'daFritz Lang'ın 'The Tastament of Dr. Mabuse'(Dr. Mabuse'nin Vasiyetnamesi) sıdır.Mabuse'yi filmin sonuna kadar göremeyiz. O sadece bir sestir. Asıl olan şu ki;bu genç kızın yanında neden iki rahibin bulunduğu ve kızın içindeki davetsiz misafirin diğer iki davetsiz misafiri nasıl defedeceği sorunudur.
Bu sanki Ridley Scott'un 'Alien'ındaki ünlü sahneyle kendini tekrar eder.Tam da beklediğimiz gibi,korkunç bir varlık kötü bakışlı küçük bir hayvancık dışarıya zıplar. Burada Freud tarafından libido olarak adlandırılan ve hayatın ötesinde de devam eden ölümsüz, sonsuz psişik enerjimiz ile kendi bedenimize ait ölümlü ve zayıf gerçekliğin arasında temel bir dengesizlik, boşluk söz konusudur. Bu sadece hayaletler tarafından ele geçirilme patolojisi değildir. Öğrenmemiz gereken ders ve filmlerin bizden uzaklaştırmaya çalıştığı şey asıl kendimizin birer 'Alien' olmasıdır. Egomuz, kendi psişik aracımız, kendi bedenimizi denetim altına alarak çarpıtan bir aliendır.Hiç kimse sesinin travmatik boyutunun tam olarak farkında değildir.İnsan sesi insana ait subjektifliğin derinliğini ifade eden göksel,yüce bir medyum gibi değildir,insana ait bu ses,yabancı bir davetsiz misafir gibidir.Hiç kimse Charlie Chaplin kadar bu durumun farkında olmamıştır.
Chaplin, filminde iki kişiyi canlandırır küçük Yahudi Berber ve onun kötü ikizi;Diktatör Hynkel yani Hitler.Musevi Berber ,sessiz sinema figürlerinde gibi serseri,kopuk bir figürdür.Sessiz figürler aslında çizgi film karakterlerine benzer.Ölümü bilmedikleri gibi cinselliği de bilmezler. Acı duymazlar. Tıpkı çizgi filmlerdeki kedi ve fare gibi egoistçe sözlü bir mücadeleye girerler.Onları yerlerinden kesip çıkardığınızda yeniden yaratabilirsiniz.Orada bir sonluluk,fanilik yokturO kötülüktür.Fakat bir anlamda rekabet edebileceğiniz, diğerini ittirebileceğiniz , düşünülmüş bir suç unsuru taşımayan naif, iyicil bir kötülük.Başka bir şekilde söyleyecek olursak, sesle ilgili içeriye,derin, suçlu ve suçluluk duyan dünyaya ait elde ettiğimiz şey onun karmaşık doğasıdır.Bu filmdeki sorun sadece politik bir sorun değildir. Yani totaliter baskıdan,bu kötü kışkırtıcı güçten nasıl kurtulmak gerektiği olmamakla birlikte,son derece de biçimsel bir problemdir.Belki de asıl sorun, korkunç düzeydeki bu sesi nasıl def etmek gerektiği sorunudur.Ya da, bu sesi kolay yoldan def edinceye kadar onu nasıl evcilleştirebileceğimiz , bu sesi her şeye rağmen aşk, insanlık ve benzeri durumları anlatmak için nasıl başka bir biçime dönüştüreceğimizdir.Alman polis (filmdeki) onun Hitler olduğunu ve büyük bir toplantı düzenlemesi gerektiğini düşünür.
Değindiği Tüm Filmler;
- possessed (1934) clarence brown
- the matrix (1999) andy and larry wachowski
- the birds (1963),psycho (1960) alfred hitchcock
- duck soup (1933) leo mc carey
- monkey business (1931) norman z mccleod
- the exorcist (1973) william friedkin
- testament of dr mabuse (1933) fritz lang
- alien (1979) ridley scott
- the great dictator (1940) charles chaplin
- mulholland drive (2002) david lynch
- alice in wonderland (1951) clyde geronimi, wilfred jackson and hamilton luske
- the red shoes (1948) michael powell
- dr. strangelove (1963) stanley kubrick
- fight club (1999) david fincher
- dead of night (1945) alberto cavalcanti
- the conversation (1974) francis ford coppola
- blue velvet (1986)david lynch
- vertigo (1958) alfred hitchcock
- psycho theatrical trailer (1960)
- solaris (1972) andrei tarkovsky
- the piano teacher (2001) michael haneke
- wild at heart (1990)
lost highway (1996)
dune (1984) david lynch - persona (1966) ingmar bergman
- eyes wide shut (1999) stanley kubrick
- blue (1993) krysztof kieslowski
- in the cut (2003) jane campion
- the wizard of oz (1939) victor fleming
- frankenstein (1931) james whale
- 10 commandments (1956) cecil b. demille
- dogville (2003) lars von trier
- alien resurrection (1997) jean-pierre jeunet
- to catch a thief (1954) alfred hitchcock
- saboteur (1942) alfred hitchcock
- rear window (1954) alfred hitchcock
- north by northwest (1959) alfred hitchcock
- stalker (1979) andrei tarkovsky
- kubanskie kasaki (1949) ivan pyryev
- ivan the terrible (part two)(1945) sergei eisenstein
- pluto's judgment day (1935) david hand
- city lights (1931) charles chaplin
Sonuç olarak her ne kadar akademik anlatımı ve Zizek’in balkan şiveli ingilizcesi nedeniyle anlamak biraz zorlaşsa da dünya sinemasının kilometre taşları olarak sayılabilecek eserler üzerinden psikanalik ve felsefik çıkarımlar yapması hem sinema adına hem de felsefe adına güzel örneklerdir ve üzerinde çokca kafa yorulması gerekmektedir.Bu belgesel ve değindiği filmler bir değil birkaç defa izlenmelidir.Bu yüzden bir bakıma sinema adına bir harita gibidir bu belgesel.Ayrıca Slavoj Zizek’in daha geniş kapsamlı eseri Looking Awry (Yamuk Bakmak) kitabında da anlattığı gibi ; felsefenin temel kuralı olaylara değişik bakış açılarından bakmak her zaman sabit düşüncelerden bizi korur ve mental açıdan gelişmemizi sağlar.
*
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder