13 Ekim 2016 Perşembe

Film Ekimi İzlenimleri I – Kim Ki-Duk’tan Ağa Takılmış Hayatlar


Bir şeyi ne kadar uzun süre tekrarlarsanız insanlar ona o kadar fazla inanırlar.
Joseph Goebbels
Geçen yıl İstanbul Film Festivali kapsamında yine Kuzey Kore ile ilgili V Paprscich Slunce/Under The Sun (2015) adlı belgeseli izlemiştim. Onunla ilgili yazıma da yine aynı şekilde Joseph Goebbels’in bu ünlü sözü ile başlamıştım.  Dünya prömiyerini Venedik Film Festivali’nde yapan Kim Ki-Duk’un son filmi Geu-Mul (Ağ)’da da aynı durum geçerli. Komünist Kore ile Faşist Nazi rejiminin temel taşlarından Goebbels’i bağdaştırmamın esas sebebi, her ne kadar ideolojik olarak zıt gibi görünseler de iktidarlarını korumak adına kullandıkları metotların aynı olduğunu vurgulamak içindi.
Dünyanın üzerinde savaş olmayan, çatışma olmayan bir coğrafya yok sanırsam. Her yer yangın yeri. Burnumuzun dibi Ortadoğu cehennemi bir yana, bizden fersah fersah uzakta başka bir alem mevcut. Yıllar önceki sıcak savaşın yerini alan kedi köpek didişmesinden hallice soğuk savaş Kuzey ve Güney Kore arasında halen tüm trajikomikliğiyle devam ediyor. Kore bana göre dünyanın en hüzünlü coğrafyalarından. Binlerce yıllık ortak tarihe sahip insanların ideoloji ekseninde kuzey-güney diye bölünmesi hep bana ayrı hüzünlü gelmiştir. Kim Ki-Duk bu filminde bu hüznü, bu arada kalmışlığı o kadar güzel işliyor ki bizler izleyici olarak iliklerimize kadar hissediyoruz. Her iki ideolojinin buram buram küf koktuğunu, çamura battıkları gibi çırpındıkça daha da battıklarının kanıtı bir film.

Hikâyesinden biraz bahsetmek gerekirse, iki ülke sınırına yakın bir yerde tek göz bir odada eşi ve küçük kızı ile yaşam savaşı veren Nam Chul geçimini balıkçılık yaparak sağlamaktadır. Bir gün avlanmak için attığı ağ, teknesinin motoruna takılınca akıntının etkisiyle Güney Kore tarafına geçmek zorunda kalıyor. Güney Kore yönetimi Kuzey’den gelen bu yabancıyı casus olduğu iddiasıyla sorgulamaya başlıyor. Zaman geçtikçe masum olduğu anlaşılıyor ama bu sefer de baskıcı rejimden kaçtığı zannedilerek politik propaganda malzemesi yapılıyor. Kendilerince iyilik yaptıklarını zannederek daha özgür buldukları ülkelerine iltica etmesini zorluyorlar. Yeni hayat kurma ve iş garantisi bile vermektedirler bu tür despotizmden kaçanlara. Ama atladıkları bir şey vardı, o da hem Nam Chul ülkesine ve ülküsüne bağlı bir vatandaştı. Ya da öyle miydi hakikaten? Ülkesine ve yöneticilerine sevgisi , aksinin mümkün olmamasından dolayı mı kaynaklanıyordu? Vizontele’nin (2001) çok sevdiğim bir repliği var. Altan Erkekli’nin canlandırdığı belediye reisi Nazmi bey halka hitaben konuşmasında şöyle diyordu. “Bir insan memleketini niye sever? Gidecek başka yeri yoktur da ondan.” Aynı o hesap, Nam Chul memleketini hakikaten karşılıksız mı seviyordu, yoksa gidecek başka yeri olmadığı için mi? Güney Kore’ye geçtiğinde eğer eşi ve çocuğunu da yanına aldırabilseydi çok sevdiği ülkesine tekrar döner miydi?
Bu arada kalmışlığına ek kendisine psikolojik ve fiziksel işkenceyle dayatılan özgürlük(!) vaadi, aslında tek taraflı bir ideolojik çıkmazın olmadığını gösteriyor. Güney Kore’li sinemacı olarak Kim Ki-Duk için oldukça riskli bir hikâye. Zira kendisi Kuzey Kore yönetimini eleştirirken tek taraflı bakma tuzağına düşmeden kendi ülkesine hakim olan kapitalist düzene de selamını çakıyor.

Casus bulma ümidiyle masum insanlara potansiyel suçlu damgası yapıştıran yozlaşmış devlet memurları bu eleştirinin ilk halkası. Devletine hizmet etmenin ötesinde olayları kişisel intikam alma düzeyine indiren memurun karşısına daha genç ve olaylara daha masum bakabilen bir başka memur çıkıyor ve Nam Chul’un en büyük destekçisi oluyor. Kapitalizme getirilen bir başka eleştiri de Nam Chul’un Seul sokaklarında dövülmekten kurtardığı hayat kadını üzerinden işleniyor. Hayatını idame ettirmek ve ailesine bakabilmek için bedenini satmak zorunda kalan beden emekçisi başlı başına özgürlükçü olduğunu iddia eden bir ülkenin gerçeklerini bir tokat gibi yüzümüze vuruyor.  Nam Chul’un ülkelerinde kalmasını ikna etmek için “Ne kadar da gelişmiş bir ülkeyiz, en yüksek binamıza bak” diyerek bir nevi alay edercesine bir gelişmişlik örneği vermeye çalışıyorlar. Bilmedikleri bir şey vardı, zamanında tüm dünyaya asma bahçelerinin güzelliğiyle meydan okuyan Babil’den bile geriye bir şey kalmadı. Seneca ne güzel demiş “Şehirler bir çağda yapılır, bir saatte yıkılırlar.” O övündükleri binalar toplumsal birlik ve kültür olmadan ayakta zor dururlar. Binlerce yıllık insanlık tarihinde sayısız örneği olmasına rağmen insanların bunlardan ders almamaları insanlığımızın en büyük çıkmazıdır kesinlikle.

Filmin diğer güzel yanlarından biri de kullandığı sağlam metaforlar. Öncelikle filme adını da veren ağ metaforu kahramanımızın yaşadıklarına sebep olmasının dışında kendi içine düştüğü durumu da temsil ediyor. Filmin bir sahnesinde de dediği gibi “Balık bir kere ağa dolandı mı geri dönüşü yoktur” sözü tüm filmin özeti niteliğinde.Bürokratik ve ideolojik bir ağa dolandıkça dolanan kahramanım geri dönüşünün olmadığını çok iyi biliyor. Bu bahsedilen geri dönüş hem fiziksel hem de zihinsel. Zira filmin sonunda eşine ve çocuğuna kavuşsa da hiçbir şey eskisi gibi olmuyor maalesef. Daha da ileri giderek fiziksel anlamda da bir yok oluş söz konusu.

Bir başka sağlam metafor olarak da oyuncuk ayı kullanılıyor. Filmin başlarında kızının oynadığı her yeri sökük eski oyuncak ayı ile geri dönerken tek hediye olarak kabul ettiği müzikli oynayan oyuncak ayı kuzeyle güneyin bir temsili niteliğinde. Burada aslında meselenin özüne bakmak gerekiyor. Güzellik algısı ve tüketim algısının kesişimi üzerine düşünmek gerekiyor. Zira kızın sürekli oynadığı tek oyuncağı bu oyuncak ayı. Güney Kore’den dönerken kendisine hediye edilen emekleyebilen, ses çıkarabilen albenisi yüksek oyuncak hemen diğerinin üstüne çıkabiliyor. Ama sahip olduğu bütün bu göz boyayan etkenler bir süre sonra tüketilince insan bir boşluk içinde kalıyor. Kahramanımızın kızı da ilk başta onla oynarken filmin son karesinde de görüleceği üzere eski oyuncağına geri dönüyor. Çünkü ne kadar eskimiş olursa olsun, o onun ilk oyuncağıdır, yaşanmışlıkları üstüne sinen. Oysa kapitalist öğreti herhangi bir şeyle bağ kurmayı izin vermez. Zira bir bağ kurulduğu takdirde yenisini satmak zor olacaktır. O yüzden anlam derinliği olmayan metalar üretir kapitalizm.

Film Ekimi kapsamında şu ana kadar izlediğim en iyi film olan Ağ’da Kim Ki-Duk sinemanın etkili dilini kullanarak yaşadığı toprakların sorununa dair çarpıcı bir perspektif sunuyor.  Kesinlikle izlenmesi, üstüne defalarca düşünülmesi gerekiyor. 5/5

*
Orjinal Film Adı: Geu-Mul
Yönetmen: Kim Ki-duk
Oyuncular: Ryoo Seung-Bum, Lee Won-Geun, Kim Young-Min, Choi Gwi-Hwa, Jo Jae-Ryong

Yapım: Güney Kore / 2016 /CP / Renkli / 114’

*
Share/Save/Bookmark

12 Ekim 2016 Çarşamba

Bayan Peregrine ve Tim Burton’un Alametifarikası Tuhaflar


Tim Burton'ı uzun uzadıya anlatmaya gerek yok sanırım, sinema dünyasının en nevi şahsına münhasır yönetmenlerinden birisidir. Gotik unsurlarla özdeşlemiş bir sinema dili vardır. Her ne kadar kendi mitini oluşturan kült filmlerini aşacak yeni yapımlar ortaya koyamayıp tabiri yerindeyse eski işlerinin ekmeğini yıllardır yese de, sinemaseverlerin kalbinde saygın bir yere sahiptir. Her yeni filmi öncesi büyük bir beklenti doğması da olağandır. Son filmi Miss Peregrine's Home for Peculiar Children öncesinde de herkeste Edward Scissorhands (1990) zamanlarına geri dönecek mi havası hȃkimdi. Son yıllardaki vasat filmlerinin ardından sinemaseverlerde bir kırgınlık olmadı değil. Bunların üstüne bu film ayrı bir önem taşıyordu. Peki Miss Peregrine ve tuhaf çocukları bütün bu beklentileri karşılıyor mu, bence hem evet hem hayır.

Tam Tim Burton'un at koşturacağı tuhaflıkları barındıran Ranson Riggs'in romanı başlangıç noktası olarak güzel bir seçim. Kendi hikȃyelerini çeken bir yönetmen olarak başka bir hikȃyeyi sahiplenmek kolay olmasa gerek. Gerçi romanın içinde barındırdığı tuhaflıklar ve gotik unsurlar tam da Tim Burton'ın istediği kıvamda.

Bu güne kadar sinemada daha çok tuhaf kişiliklerin topluma karışamama ve ya sıradan insanları değiştirme, onların içindeki bastırılmış tuhaflıkları çıkarma hikȃyelerini izlemiştik. Klasik, bir yabancı gelir ve insanları değiştirir hikȃyeleri. Burton'ın sinematografisindeki belki en iyilerden Edward Scissorhands bu bahsettiğim konuyu en iyi yansıtan filmdir. Miss Peregrine'in hikȃyesinde ise tuhaf kişilikler kendilerini koruma içgüdüsüyle toplumdan tamamen izole olmuş durumda. Hal böyle olunca psikolojik ve sosyolojik bir altyapıda izlemiyor film. Kendilerine tamamen toplumdan izole bir hayat kuran tuhaflarımız yine kendi türdaşları tarafından huzurları kaçırılıyor ve ana karakterleri tuhaf kişilikler olan, normal insanların da yaşayabileceği bir macera filmi çıkıyor ortaya. Tek farkı normal insanlar bu tür bir janrada ellerinde silah ile mücadele ederken bizim tuhaflarımız kendi silahları ile mücadele ediyorlar. İşte yukarıda da bahsettiğimiz gibi filmi hem iyi hem de kötü yapan sebep de bu. Daha doğrusu Tim Burton filmi olarak kötü demek istiyorum. Zira diğer filmlerine nazaran daha soft bir evrende geçen film kişisel gelişimler anlamında oldukça kısır kalıyor. Her bir tuhafımızın geçmişine uzanamayışımız, sahip olduğu tuhaflıkların onların hayatlarını nasıl zorladığını bilemeyişimiz karakterleri içselleştiremememize yol açıyor. Eski formunda bir Burton hemen hemen bütün tuhafların geçmişine bizi götürür, yaşadıkları zorunlu hayatlarına kendimizi daha yakın hissedebilirdik. Tabi bu bahsettiğimiz karakter gelişim meselesi konu Tim Burton olunca bizde beklenti uyandırıyor. Herhangi daha düşük profildeki bir yönetmenden çıksaydı eğer bu film, oldukça iyi diye yorum yapmamamız için hiç bir sebep olmazdı.

Gelelim filmi iyi yapan unsurlara. Görsel anlamda yaratmış olduğu evren oldukça ilginç ve izlemesi keyifli. Florida'da başlayan hikȃyenin Galler'e uzanması oldukça güzel bir seçim. İkinci Dünya savaşı sırasında bombardımana uğrayan bir yetimhane tam tuhaflarıma uygun bir yer. Klasik anlamda tam bir perili köşk havasında. Tuhaflarımızın kendi dünyalarını yaratırken normal zaman akışının aksine kendilerine zamansal bir döngü yaratmaları oldukça ilginç kılıyor.

Oyunculuklara gelecek olursak  gözler hemen Burton'un kadrolu oyuncusu Johnny Depp'i arasada daha genç bir kadroyla karşı karşıyayız. Total olarak filmin genelindeki oyunculuklara baktığımızda maalesef vasat düzeyde olduğunu söyleyebiliriz. Martin Scorsese'nin Hugo'sundan aşina olduğumuz başrol oyuncusu Asa Butterfield filmin ağırlığını kaldırabilecek bir ölçüde mi onu söylemek zor. Diğer çocuk oyuncuların da kendi rollerinin ağırlığını verdikleri şüpheli. Eva Green'e ise ayrı bir parantez açmak istiyorum. Kendi yaş skalasındaki bence tartışmasız en iyi oyuncu. Elbet sinema dünyasındaki diğer oyuncular da en az onun kadar yetenekli ama esas onu eşsiz kılan seçtiği filmler. Film ve dizi konusunda oldukça seçici olduğu her halinden belli olup çizdiği karakter grafiği oldukça başarılı. Özellikle Penny Dreadful'da ayrı bir oynuyordu. Kariyerinin en üst noktasıdır kesinlikle.

Filmin diğer ağır topu Samuel L. Jackon için maalesef aynı şeyleri düşünmek zor. Aşırı teatral, yer yer zorlayan oyunculuğu ağızda kekremsi bir tat bırakıyor. Kendisine biçilen karakterde de maalesef sorunların olduğu aşikar. Hem filmin villian'ı olup hem de mizah yönü ağır basan, daha doğrusu öyle yapılmaya çalışılmış ama olmamış karakteri de oynamak kolay olmasa gerek. Yine de yılların getirdiği deneyimle bir nebze kurtarıyor Samuel L. Jackson.

Filmin benim açımdan bir güzel sürprizi de Jake'in babası rolündeki Franklin'i canlandıran Chris O'Dowd. IT Crowd sevenler beni anladı tabi, kendisini ilk orada tanımıştım bu yüzden nerede görürsem göreyim "aa IT Crowd'daki Roy değil mi" demekten kendimi alıkoyamıyorum.  

Sonuç olarak Tim Burton ustanın ilk dönem filmlerine yaklaşamayan ama yakın dönem filmlerine göre kat kat iyi bir film Miss Peregrine. Beter Böcek'in hatırına ustaya çok da yüklenmeyelim, gidelim izleyelim filmini.

*Sinegazete sitesinde yayınlanmıştır.


*
Share/Save/Bookmark

11 Ekim 2016 Salı

Ağlama Nasıl Denir Kürtçe, Sakine?

Film Hafızası dergisinin ikinci sayısında ana akım sinemanın görmezden geldiği, toplumun ötekileştirdiği unsurlar üzerine ana konuyu “sinemanın ara renkleri” seçmiştik. Bu kapsamda Kürt sorununa ilişkin Handan İpekçi'nin 2001 yapımı Büyük Adam Küçük Aşk analizim şimdi sizlerle.



Ağlama Nasıl Denir Kürtçe, Sakine?
“...ölümün ucundan döndün çocuk, ölmeye yakın olan benim
anam ebelik yapıp okuttu beni, akıllı kadındı. Çok çalıştı genç öldü.
şimdikiler özel okullarda okuyor, İngilizce.
bir millet diline sahip çıkmalıdır.
bunu ekmekle dört kere katık edip yedin mi hiç? Zeytin, al.
insanlar bozuldu, biz bozduk, dengeyi bozduk, doğayı bozduk, her şeyi bozduk…”

Cumhuriyet değerlerine sıkı sıkıya bağlı emekli hâkim Rıfat Bey (Şükran Güngör) ile tek bir kelime Türkçe bilmeyen Kürt kızı Hejar’ın (Dilan Erçetin) önce mesafeli başlayıp, sonrasında birbirlerinin yalnızlıklarına ortak oldukları Büyük Adam Küçük Aşk (2001), son dönem Türkiye sinemasında “Kürt” realitesi hakkında çekilmiş en cesur ve bir o kadar da samimi bir film. Rahmetli Şükran Güngör’ün de son filmi olma özelliği taşıyan bu yapım, yayınlandığı sene maalesef bir başka sorun olan sansür belasından kaçamamış ve filmin izleyiciyle buluşması epey gecikmişti. Kültür Bakanlığı'ndan destek alıp çekildikten sonra sansüre uğraması da ülkemizin “yaşamasak aslında komik ülke” tanımlamasına katkı yapabilecek absürtlükteydi.
Köyüne yapılan bir operasyonda yakınlarını kaybeden minik Hejar, akrabası Evdo ile birlikte İstanbul’a gelir ve bir avukat yakınlarının evine yerleşir. Eve yapılan polis baskınıyla hayatındaki ikinci şoku yaşayan Hejar, komşuları Rıfat Bey’in yanına sığınır ve mecburiyetten doğan bu ilişki zamanla birbirlerine duyacakları ihtiyaç, anlayış ve sevgiye evrilir.
İlk başlarda yaş ve dil farklılıkları yüzünden anlaşmakta zorluk çeken ikili, zamanla sevgi ve bağımlılık sayesinde duvarları yıkarlar ve yakınlaşmaya başlarlar. Rıfat Bey’in dil konusunda keskin ve aksini kabul etmeyen görüşleri mevcuttur. Buradaki ret mekanizması aslında var olan realitenin de reddi anlamına gelir. Çünkü anadil bir kişinin toplumsal kimliğinin oluşmasında temel rolü oynar. Kürt kimliğini reddeden anlayışın ilk icraatı, Kürtçe'yi reddetmek olacaktır doğal olarak. Farklılıklardan çekinip bencilce bir dürtüyle kendi gerçeklerini başkalarına empoze etmeye çalışan faşist bir anlayışın –biraz da klişeleştirilmiş- tezahürüdür Rıfat Bey. Aslında bu faşist görüş kendini bilmeyen bir görüştür. Tıpkı Marie Antoinette gibi, ekmek bulamıyorlarsa pasta yesinler saflığında. Aynı saflığı ve altında yatan ikiyüzlülüğü Rıfat Bey’in “Bir millet diline sahip çıkmalıdır.” sözünde de hissederiz.
Filmin ana ekseni Türk-Kürt sorunu üzerine kurgulanmış olsa da bir bakımdan “yalnızlık ve keder” üzerine de bir filmdir Büyük Adam Küçük Aşk. Zira yakınlarını yitirmiş olan Hejar’ın, kaybettiği eşine hâlâ özlem duyan Rıfat Bey’in ve komşusuna platonik bir aşk besleyen Müzeyyen Hanım’ın konuştuğu ortak dil “yalnızlık”tır. Çünkü dünyanın neresine giderseniz gidin, hangi dili konuşursanız konuşun keder ve yalnızlık aynı anlama gelir. Şairin dediği gibi; Ağrı Dağı’na bakan Doğubayazıt’ın herhangi bir toprak damında da yalnızlık kötüdür, İstanbul’un göbeğinde milyonların içinde de yalnızlık kötüdür ve hangi dilde söylenirse söylensin aynı derecede koyar insana.
Filmde Türk-Kürt sorununa dair birçok keskin detay ve sosyal mesaj bulmak mümkün; ama beni en çok etkileyen sahne, Rıfat Bey’in Hejar’ın saçında bit bulması ve saçını kesmeye çalışması. Bu sahnenin alt metni aslında tüm Türk-Kürt sorununun bir özeti niteliğinde. Rıfat Bey’in Hejar’ın saçında bit bulduktan sonra ilk olarak saçlarını kesmeye çalışması statükocu devlet zihniyetine ne kadar da benziyor! Muktedirlerin, onlarca yıldır var olan sorunun temellerine inmektense günü kurtarmak adına pragmatik ve popülist bir yaklaşımda sürdürmüş olduğu “kökten çözüm”, Rıfat Bey özelinde çok güzel resmedilmiş. Sonrasında Rıfat Bey’in gönlü razı olmayıp utana sıkıla birisinden yardım istemesi; aldırttığı bit ilacı ile Hejar’ın saçlarını temizlemeye çalışması, ülke olarak sorunun temellerine inip barış dili ile toplum mozaiğimizi bozan ırkçı zihniyetin temizlenmesi gerektiğini de bir o kadar naif anlatıyor. Tabii bu naifliği filmin tamamında bulamadığımız da bir gerçek. Bazı sahnelerde klişelerden beslenen abartılı didaktizm maalesef filmin romantik bütünlüğünü sekteye uğratıyor.Filmin üzerinden yaklaşık on beş sene geçmesine rağmen günümüzde Kürt kimliği açısından pek fazla şeyin değişmediğini görmek çok üzücü. “Kürt yoktur, onlar karda gezerken kart kurt diye ses çıkaran dağ Türkleridir.” sığlığından bu günlere Kürt kimliğinin bir nebze de olsa korkusuzca telaffuz edilmeye başlanması elbette önemli; ama resmin geneline baktığımızda maalesef medeniyet ve demokrasi yolunda gidilecek bir hayli yolun olduğunu da söylemeden geçmeyelim. Boğazımızı kanatırcasına bağırmalıyız Yılmaz Erdoğan’ın dediği gibi, “Hep kardeş olacak değiliz ya, yaşasın halkların sevgililiği.”
*
Share/Save/Bookmark

30 Eylül 2016 Cuma

Kalandar Soğuğu Türkiye’nin Oscar Adayı!

Yönetmenliğini Mustafa Kara’nın üstlendiği Tokyo Film Festivali, Antalya Film Festivali, İstanbul Film Festivali gibi ulusal ve uluslararası pek çok festivalden aldığı ödüllerle adından söz ettiren ve 16 Eylül’de vizyon seyircisinin karşısına çıkan Kalandar Soğuğu önemli bir başarıya imza attı.

89. Akademi Ödülleri’nde ‘Yabancı Dilde En İyi Film’ kategorisinde temsil etmek üzere Kültür ve Turizm Bakanlığı ile sinema meslek örgütlerinin oluşturduğu seçici kurul tarafından Kalandar Soğuğu Türkiye’nin Oscar adayı seçildi.

Karadeniz’in bir dağ köyünde geçen ve eşsiz sinematografisiyle doğa-insan ilişkisi üzerine dokunaklı bir hikaye anlatan filmin gelecek başarılarını heyecanla bekliyoruz.

*
Share/Save/Bookmark

Trendeki Kız 7 Ekim'de Sinemalarda


Altın Küre ödüllü oyuncu EMILY BLUNT, (Rachel Watson) dönüşümsel becerisi ve çok yönlü performanslarıyla, günümüzün en talep gören oyuncularından biri. Blunt, My Summer of Love ve The Devil Wears Prada gibi filmlerdeki muazzam performanslarıyla uluslararası şöhrete ulaştı.

Blunt yakında 1964 yapımı klasik film Mary Poppins'in devam filmi olan Mary Poppins Returns'ün çekimlerine başlayacak. Blunt, yönetmenliğini Rob Marshall'ın yapacağı ve Walt Disney Pictures tarafından 2018'de gösterime sokulacak filmde Lin-Manuel Miranda'yla birlikte oynayacak. Blunt aynı zamanda 2017 yılında Lionsgate ve Hasbro Studios'dan çıkacak My Little Pony: The Movie'de de yeni bir karakterin seslendirmesini yapacak. Blunt, Benicio Del Toro ve Josh Brolin'in de rol aldığı, uyuşturucuya karşı verilen savaşın konu edildiği Denis Villeneuve filmi Sicario'da canlandırdığı FBI ajanı Kate Macer rolüyle büyük beğeni topladı. Filmin galası Cannes Film Festivali'nde yapıldı ve gösterime girdiğinde yılın en iyi gişe yapan filmlerinden biri oldu. Blunt daha önce, Walt Disney Pictures'tan çıkan, Into the Woods müzikalinin Rob Marshall'ın yönetmenliğini yaptığı film uyarlamasında Fırıncının Karısı performansıyla beğeni toplamış ve Altın Küre Ödülü'ne aday gösterilmişti. Blunt, Universal Pictures'tan çıkan, Chris Hemsworth, Charlize Theron ve Jessica Chastain'le birlikte oynadığı Cedric Nicolas-Troyan filmi The Huntsman: Winter's War'da da oynadı.
Altın Küre'ye aday gösterilmiş, çarpıcı Avrupalı oyuncu REBECCA FERGUSON (Anna) uluslararası seyircilerin dikkatini, hit BBC One/Starz dizisi The White Queen'deki sembolleşmiş Kraliçe Elizabeth rolüyle çekti. Ferguson şu an Ryan Reynolds'la birlikte rol aldığı, Skydance Productions'tan çıkacak bilim kurgu gerilim Life'ın çekimlerini gerçekleştiriyor. Hikâyede, Mars'tan bir numune getirdikten sonra, uluslararası uzay istasyonu ekibinin, bu numunenin yaşam belirtileri gösterdiğini keşfetmesini ve beklendiğinden daha da akıllı çıkmasını konu ediyor. Ferguson, Michael Fassbender ve Charlotte Gainsbourg'la birlikte rol aldığı Tomas Alfredson filmi The Snowman'ın çekimlerini tamamladı. Pembe eşarbı meşum bir kardan adama sarılmış hâlde bulunan bir kadının ortadan kaybolmasını konu alan film, 2017'de gösterime girecek. Varlığıyla dikkat çeken, doğuştan yetenekli HALEY BENNETT (Megan) hızla Hollywood'un en dinamik kadın oyuncularından biri olduğunu ortaya koyuyor.

YAPIM KADROSU HAKKINDA
Yönetmen Tate Taylor, ekranda sıra dışı hikâyeler anlatma becerisiyle, sinemacılıkta ayrı bir ses oldu. Taylor son olarak Get on Up adlı, durdurulamaz bir müzik gücü ve kültürel bir sembol olan James Brown'ın hayat hikâyesini anlatan filmi çıkardı. Filmin yönetmenliğini, ortak senaristliğini yaptı ve filmi kendisine ait Wyolah Films'ten çıkardı. Filmde Chadwick Boseman oynadı ve Taylor, Oscar'a aday gösterilmiş Viola Davis ve Oscar Ödüllü Octavia Spencer'la tekrar bir araya geldi.

Taylor daha önce çok beğenilen, gişe hiti The Help'i yönetmiş, film En İyi Film, En İyi Kadın Oyuncu ve iki En İyi Yardımcı Kadın Oyuncu dâhil olmak üzere dört dalda Oscar'a aday gösterilmiş, Octavia Spencer, En İyi Yardımcı Kadın Oyuncu Ödülü'nü kazanmıştı. Film aynı zamanda SAG En İyi Film Kadrosu Ödülü'yle onurlandırılmıştı. Prodüksiyon aşamasında Taylor ve kitabın yazarı Kathryn Stockett, senaristleri ve yönetmenleri eğitmek için bir eğitmenlik programı kurmuştu. ERIN CRESSIDA WILSON (Senaryo) ödüllü ve yurt dışında da tanınan bir senarist ve oyun yazarı. 2003'te, ilk senaryosu, James Spader ve Maggie Gyllenhaal'lu Secretary'yle Independent Spirit Ödülü kazandı. Wilson güçlü ve genelde kışkırtıcı kadın başrollerin olduğu kitapların uyarlaması için ilk gidilecek isim oldu. Wilson şu an Amy Pascal ve Sony Pictures için Lisa Hilton'ın Maestra'sının yanı sıra, yapımcı Scott Rudin ve Fox Searchligt için Ottessa Moshfegh'in ilk romanı Eileen'i ve Working Title'la Universal Pictures için de Anna Snoekstra'nın The New Winter'ını uyarlıyor. Kendisi aynı zamanda Scarlett Johansson'lı Rupert Sanders filmi Ghost in the Shell üstünde de çalışıyor. HBO'nun Martin Scorsese/Mick Jagger dizisi Vinyl'de hem senaristlik yaptı hem de dizinin yapımcılığını üstlendi.

Diğer filmleri arasında şunlar yer alıyor: Robert Downey Jr. ve Nicole Kidman'lı Fur: An Imaginary Portrait of Diane Arbus, Julianne Moore, Liam Neeson ve Amanda Seyfried'li, Ivan ve Jason Reitman'ın yapımcılığını üstlendiği Atom Egoyan filmi Chloe. Wilson, yapımcılığını Michael Costigan, Ridley Scott ve merhum Tony Scott'ın  yapımcılığını üstlendiği Fox Searchlight'tan çıkan Chan-wook Park filmi Stoker'da da çalışmıştı. Jennifer Garner, Adam Sandler ve Ansel Elgort'lu Men, Women & Children filminde yeniden Reitman'la bir araya geldi.

*
Share/Save/Bookmark

29 Eylül 2016 Perşembe

Tom Hanks Inferno ile Tekrar İstanbul'da

Tom Hanks bu filmde, daha önce Dan Brown'un “Da Vinci Şifresi”, “Melekler ve Şeytanlar” kitaplarının da ana karakteri olan Robert Langdon'ı tekrar canlandırıyor. Yönetmenliğini Ron Howard’ın üstlendiği, senaryosunu ise David Koepp’in yazdığı filmde, Tom Hanks’a oyuncu Felicity Jones eşlik ediyor.
CEHENNEM / INFERNO, ülkemizde 14 Ekim’de vizyona girecek.

*
Share/Save/Bookmark

25 Eylül 2016 Pazar

Altın Koza'lar Sahiplerini Buldu


    • En İyi Film: KOCA DÜNYA (Yapımcı: Ömer Atay, Yönetmen: Reha Erdem)
    • Adana İzleyici Ödülü : İFTARLIK GAZOZ (Yapımcı: Yüksel Aksu/Elif Dağdeviren/Muzaffer Yıldırım,Yönetmen:Yüksel Aksu)
    • Yılmaz Güney Ödülü    : BABAMIN KANATLARI (Yapımcı: Soner Alper, Yönetmen: Kıvanç Sezer)
    • En İyi Yönetmen: MEHMET CAN MERTOĞLU (Albüm)
    • En İyi Senaryo: MEHMET CAN MERTOĞLU (Albüm)
    • Jüri Özel Ödülü: TARLA (Yapımcı: Taha Altaylı/Sezgi Üstün San, Yönetmen: Cemil Ağacıkoğlu)
    • En İyi Kadın Oyuncu: GİZEM ERDEM (Rüya)
    • En İyi Erkek Oyuncu: MENDERES SAMANCILAR (Babamın Kanatları)
    • En İyi Müzik: BAJAR (Babamın Kanatları)
    • En İyi Görüntü Yönetmeni: FLORENT HERRY (Koca Dünya)
    • En İyi Sanat Yönetmeni: MERAL EFE/YUNUS EMRE YURTSEVEN (Albüm)
    • En İyi Kurgu: UMUT SAKALLIOĞLU (Babamın Kanatları)
    • Yardımcı Rolde En İyi Kadın Oyuncu: KÜBRA KİP (Babamın Kanatları)
    • Yardımcı Rolde En İyi Erkek Oyuncu : MUSAP EKİCİ (Babamın Kanatları)
    • Türkan Şoray Umut Genç Veren Kadın Oyuncu: ECEM UZUN (Koca Dünya)
    • Umut Veren Genç Erkek Oyuncu: ILGAZ KOCATÜRK (Tarla)
    • Siyad En İyi Film Ödülü: BABAMIN KANATLARI
    • Film-Yön En İyi Yönetmen Ödülü   :REHA ERDEM (Koca Dünya)
*
Share/Save/Bookmark

21 Eylül 2016 Çarşamba

Uluslararası Suç ve Ceza Film Festivali’nin Bu Yılki Konusu ‘Yoksulluk’


Herkes İçin Adalet temasıyla 2011 yılından bu yana düzenlenen “Uluslararası Suç ve Ceza Film Festivali”nin altıncısı, 29 Eylül 2016 Perşembe günü, İstanbul Cemal Reşit Rey Konser Salonu'nda yapılacak gala ile perdelerini açıyor.

AÇILIŞ GALASI VE FİLMİ “MA'ROSA” CRR'DE
İstanbul Üniversitesi Hukuk Fakültesi tarafından her yıl düzenlenen “Uluslararası Suç ve Ceza Film Festivali” film seçkileri ve akademik içeriğinde bu yıl “Yoksulluk” konu ediliyor. 29 Eylül 2016 Perşembe günü İstanbul Cemal Reşit Rey'de gerçekleşecek açılış galası ile başlayacak festivalde, Brillante Mendoza yönetmenliğinde çekilen Ma'Rosa (Rosa Anne) filmi gösterilecek.
FİLM GÖSTERİMLERİ ATLAS VE FERİYE'DE
Festivalin Altın Terazi Uzun ve Kısa Metrajlı Filmler Yarışmalarında ödüller sahiplerini bulmak üzere 30 Eylül 2016-6 Ekim 2016 tarihlerinde Beyoğlu Atlas ve Ortaköy Feriye sinemalarında gösterimde olacak.
ALTIN TERAZİ UZUN METRAJ FİLM YARIŞMASI
Altın Terazi Uzun Metraj Film yarışmasında; İspanya, Türkiye, Güney Kore, İrlanda, İngiltere, Hollanda, Japonya, Gürcistan, Avusturya ve Peru'dan 10 film ödülü arayacak.
Gürcistan'dan yönetmen Nino Basilia'nın Anna'nın Hayatı (Anna's Life) filmi,
İspanya'dan yönetmen Juan Miguel del Castillo'nun Aç ve Açıkta (Techo y Comina- Food & Shelter) filmi,
Güney Kore'den yönetmen E J-yong'un Baküs Leydi (Jug-Yeo-Ju-Neun Yeo-Ja-The Bacchus Lady) filmi,
İrlanda'dan yönetmen Declan Recks'in Hakikat Komisyonu (The Truth Comissioner) filmi,
Japonya'dan yönetmen Kôji Fukada'nın Harmonyum (Fuchi Ni Tatsu-Harmonium) filmi,
Peru'dan yönetmen Salvador del Solar'ın Kefaret (Magallenes) filmi,
İngiltere'den yönetmen Helen Walsh'un Kuralsızlar (The Violators) filmi,
Hollanda'dan yönetmen Iglika Triffonova'nın Savcı, Avukat, Baba ve Oğlu (The Prosecutor, The Defender, The Father & His Son) filmi,
Avusturya'dan yönetmen Mirjam Unger'in Uç Uç Böceğim (Fly Away Home) filmi,
Türkiye'den yönetmen Olgun Özdemir'in Vicdan Ağacı (Point Of Conscience) filmi; başkanlığını Arnavut yönetmen Isa Qosja yapacağı, oyuncu Füsun Demirel, yönetmen İsmail Güneş, oyuncu Mert Fırat ve İstanbul Üniversitesi öğretim üyesi Yrd. Doç. Dr. Selman Dursun içinde bulunduğu jüri heyeti tarafından değerlendirmeye alınacak.
*
Share/Save/Bookmark

19 Eylül 2016 Pazartesi

68. Emmy Ödülleri Sahiplerini Buldu


DRAMA
  •          En iyi Dizi  - Game of Thrones
  •          En iyi Erkek oyuncu – Rami Malek ( Mr. Robot)
  •          En İyi Kadın Oyuncu – Tatiana Maslany (Orphan Black)
  •          En İyi Yardımcı Erkek Oyuncu – Ben Mendelsohn (Bloodline)
  •          En İyi Yardımcı Kadın Oyuncu – Maggie Smith (Downtown Abbey)
  •          En İyi Yönetmen – Miguel Sapochnik (Game of Thrones – Battle of the Bastards)
  •          En İyi Senaryo  - David Benioff  & D.B. Weiss (Game of Thrones – Battle of the Bastards)

KOMEDİ
  •          En iyi Dizi  - Veep
  •          En iyi Erkek oyuncu – Jeffrey Tambor (Transparent)
  •          En İyi Kadın Oyuncu – Julia Louis Dreyfus (Veep)
  •          En İyi Yardımcı Erkek Oyuncu – Louie Anderson (Baskets)
  •          En İyi Yardımcı Kadın Oyuncu – Kate McKinnon (Saturday Night Live)
  •          En İyi Yönetmen –  Jill Soloway (Transparent –Man of the Land)
  •          En İyi Senaryo  - Aziz Ansari & Alan Yang (Master of None – Parents)

MİNİ DİZİ – TV FİLMİ
  •          En iyi Mini Dizi  - The People v. O.J. Simpson: American Crime Story 
  •          En İyi TV Filmi – Sherlock: The Abominable Bride
  •          En iyi Erkek oyuncu – Courtney B. Vance (The People v. O.J. Simpson: American Crime Story )
  •          En İyi Kadın Oyuncu – Sarah Paulson (The People v. O.J. Simpson: American Crime Story )
  •          En İyi Yardımcı Erkek Oyuncu – Sterling K. Brown(The People v. O.J. Simpson: American Crime Story )
  •          En İyi Yardımcı Kadın Oyuncu – Regina King (American Crime)
  •          En İyi Yönetmen –  Susanna Bier (The Night Manager)
  •          En İyi Senaryo  - D.V. DeVincentis (The People v. O.J. Simpson: American Crime Story)
*
Share/Save/Bookmark