Film Hafızası dergisinin ikinci sayısında
ana akım sinemanın görmezden geldiği, toplumun ötekileştirdiği unsurlar üzerine
ana konuyu “sinemanın ara renkleri” seçmiştik. Bu kapsamda Kürt sorununa
ilişkin Handan İpekçi'nin 2001 yapımı Büyük Adam Küçük Aşk analizim şimdi
sizlerle.
Ağlama Nasıl Denir Kürtçe, Sakine?
“...ölümün ucundan döndün çocuk, ölmeye yakın olan benim
anam ebelik yapıp okuttu beni, akıllı kadındı. Çok çalıştı genç öldü.
şimdikiler özel okullarda okuyor, İngilizce.
bir millet diline sahip çıkmalıdır.
bunu ekmekle dört kere katık edip yedin mi hiç? Zeytin, al.
insanlar bozuldu, biz bozduk, dengeyi bozduk, doğayı bozduk, her şeyi bozduk…”
Cumhuriyet değerlerine sıkı sıkıya bağlı emekli hâkim Rıfat Bey (Şükran Güngör) ile tek bir kelime Türkçe bilmeyen Kürt kızı Hejar’ın (Dilan Erçetin) önce mesafeli başlayıp, sonrasında birbirlerinin yalnızlıklarına ortak oldukları Büyük Adam Küçük Aşk (2001), son dönem Türkiye sinemasında “Kürt” realitesi hakkında çekilmiş en cesur ve bir o kadar da samimi bir film. Rahmetli Şükran Güngör’ün de son filmi olma özelliği taşıyan bu yapım, yayınlandığı sene maalesef bir başka sorun olan sansür belasından kaçamamış ve filmin izleyiciyle buluşması epey gecikmişti. Kültür Bakanlığı'ndan destek alıp çekildikten sonra sansüre uğraması da ülkemizin “yaşamasak aslında komik ülke” tanımlamasına katkı yapabilecek absürtlükteydi.
Köyüne yapılan bir operasyonda yakınlarını kaybeden minik Hejar, akrabası Evdo ile birlikte İstanbul’a gelir ve bir avukat yakınlarının evine yerleşir. Eve yapılan polis baskınıyla hayatındaki ikinci şoku yaşayan Hejar, komşuları Rıfat Bey’in yanına sığınır ve mecburiyetten doğan bu ilişki zamanla birbirlerine duyacakları ihtiyaç, anlayış ve sevgiye evrilir.
İlk başlarda yaş ve dil farklılıkları yüzünden anlaşmakta zorluk çeken ikili, zamanla sevgi ve bağımlılık sayesinde duvarları yıkarlar ve yakınlaşmaya başlarlar. Rıfat Bey’in dil konusunda keskin ve aksini kabul etmeyen görüşleri mevcuttur. Buradaki ret mekanizması aslında var olan realitenin de reddi anlamına gelir. Çünkü anadil bir kişinin toplumsal kimliğinin oluşmasında temel rolü oynar. Kürt kimliğini reddeden anlayışın ilk icraatı, Kürtçe'yi reddetmek olacaktır doğal olarak. Farklılıklardan çekinip bencilce bir dürtüyle kendi gerçeklerini başkalarına empoze etmeye çalışan faşist bir anlayışın –biraz da klişeleştirilmiş- tezahürüdür Rıfat Bey. Aslında bu faşist görüş kendini bilmeyen bir görüştür. Tıpkı Marie Antoinette gibi, ekmek bulamıyorlarsa pasta yesinler saflığında. Aynı saflığı ve altında yatan ikiyüzlülüğü Rıfat Bey’in “Bir millet diline sahip çıkmalıdır.” sözünde de hissederiz.
Filmin ana ekseni Türk-Kürt sorunu üzerine kurgulanmış olsa da bir bakımdan “yalnızlık ve keder” üzerine de bir filmdir Büyük Adam Küçük Aşk. Zira yakınlarını yitirmiş olan Hejar’ın, kaybettiği eşine hâlâ özlem duyan Rıfat Bey’in ve komşusuna platonik bir aşk besleyen Müzeyyen Hanım’ın konuştuğu ortak dil “yalnızlık”tır. Çünkü dünyanın neresine giderseniz gidin, hangi dili konuşursanız konuşun keder ve yalnızlık aynı anlama gelir. Şairin dediği gibi; Ağrı Dağı’na bakan Doğubayazıt’ın herhangi bir toprak damında da yalnızlık kötüdür, İstanbul’un göbeğinde milyonların içinde de yalnızlık kötüdür ve hangi dilde söylenirse söylensin aynı derecede koyar insana.
Filmde Türk-Kürt sorununa dair birçok keskin detay ve sosyal mesaj bulmak mümkün; ama beni en çok etkileyen sahne, Rıfat Bey’in Hejar’ın saçında bit bulması ve saçını kesmeye çalışması. Bu sahnenin alt metni aslında tüm Türk-Kürt sorununun bir özeti niteliğinde. Rıfat Bey’in Hejar’ın saçında bit bulduktan sonra ilk olarak saçlarını kesmeye çalışması statükocu devlet zihniyetine ne kadar da benziyor! Muktedirlerin, onlarca yıldır var olan sorunun temellerine inmektense günü kurtarmak adına pragmatik ve popülist bir yaklaşımda sürdürmüş olduğu “kökten çözüm”, Rıfat Bey özelinde çok güzel resmedilmiş. Sonrasında Rıfat Bey’in gönlü razı olmayıp utana sıkıla birisinden yardım istemesi; aldırttığı bit ilacı ile Hejar’ın saçlarını temizlemeye çalışması, ülke olarak sorunun temellerine inip barış dili ile toplum mozaiğimizi bozan ırkçı zihniyetin temizlenmesi gerektiğini de bir o kadar naif anlatıyor. Tabii bu naifliği filmin tamamında bulamadığımız da bir gerçek. Bazı sahnelerde klişelerden beslenen abartılı didaktizm maalesef filmin romantik bütünlüğünü sekteye uğratıyor.Filmin üzerinden yaklaşık on beş sene geçmesine rağmen günümüzde Kürt kimliği açısından pek fazla şeyin değişmediğini görmek çok üzücü. “Kürt yoktur, onlar karda gezerken kart kurt diye ses çıkaran dağ Türkleridir.” sığlığından bu günlere Kürt kimliğinin bir nebze de olsa korkusuzca telaffuz edilmeye başlanması elbette önemli; ama resmin geneline baktığımızda maalesef medeniyet ve demokrasi yolunda gidilecek bir hayli yolun olduğunu da söylemeden geçmeyelim. Boğazımızı kanatırcasına bağırmalıyız Yılmaz Erdoğan’ın dediği gibi, “Hep kardeş olacak değiliz ya, yaşasın halkların sevgililiği.”
*
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder