30 Kasım 2015 Pazartesi

Perde mültecilere açılıyor

Documentarist’in düzenlediği Hangi İnsan Hakları? Film Festivali bu sene 5-9 Aralık’ta 7. yılını kutluyor. Ana temasını mültecilere ayıran festival, bu sene İstanbul’un ardından Diyarbakır, Ankara ve Çanakkale’ye de uğrayacak.
Günümüzün en yakıcı sorunlarından biri olan ‘mültecilik’ olgusunu yılın teması olarak belirleyen festivalin programında Direniş Öyküleri, Kadın Hakları, İklim İçin, Yüzleşme, Hayvan Hakları gibi başlıklar altında 40’tan fazla belgesel sunuluyor. Ayrıca, farklı hak ihlallerine dair videoların toplandığı ve festival boyunca ekranlarda dönen Tanıklıklar başlıklı seçki de festivalin geleneksel bölümlerinden biri olacak.

Programın öne çıkan filmleri arasında Suriye’den iki ödüllü belgesel var: “Ev” (Home), savaş altında bir evde toplanıp tiyatro çalışan gençleri anlatırken, “Suriyeli Kadınlar”da (Queens of Syria) Amman’da yaşayan bir grup sığınmacı Suriyeli kadın, Euripides’in “Troyalı Kadınlar” oyununu sahnelemeye çalışıyor.
Direniş Öyküleri bölümünde Mısır’dan İran’a, Şengal’den Kobane’ye dünyanın her köşesinden egemenlerin ve işgalcilerin baskısına direnen insanların öyküleri buluşuyor. Bu filmler arasında “Dalgalar” (Waves), Mısır devrimine Süveyş kentinden bakarken, “Hayır Diyenler” (Those Who Said No) İran’da insanlığa karşı işlenmiş suçları teşhir edenlerin mücadelesine odaklanıyor.
Aralık başında Paris’te gerçekleşen İklim Konferansı vesilesiyle festival de, #iklimiçin başlığı altında iki önemli belgeselle küresel ısınmanın sonuçlarını tatrışmaya açıyor:  “Dünyanın Sonuna Yolculuk” (Expedition to the End of the World) Grönland’da hızla eriyen buz dağlarını keşfe çıkan bilim insanlarının ve onlara eşlik eden sanatçı, filozof, şair gibi mesleklerden yolcuların gözlemlerini yansıtıyor. “Bir Zamanlar Bir Ada Vardı” (There Once Was An Island: Te Henua e Nnoho) ise Papua Yeni Gine’de okyanusun yükselmesi ile su altında kalmaya başlayan bir adanın sakinlerini ve buna karşı verdikleri mücadeleyi anlatıyor.

Festivalin bu seneki bölümlerinden biri olan Yüzleşme’de ise Ruanda’daki soykırımın sonuçlarına odaklanan “Tanrı Pazar Günleri Çalışmıyor” (God is Not Working on Sunday) yönetmenin katılımıyla sunulacak. Aynı bölümdeki “Koloni” ise Kıbrıs’taki kayıplar sorununa odaklanıyor.
Programında hayvan haklarına da yer ayıran festivalde, insanoğlunun hayvanlara yaşattığı eziyeti konu alan “Çarkımızın İçindeki Hayaletler” (The Ghosts In Our Machine) adlı filmin gösterimine ek olarak ‘Hayvan Hakları ve Veganlık’ başlıklı bir de panel düzenlenecek.
İstanbul’da yaşayan Kongolu müzisyen Enzo Ikah ve grubunun konseriyle açılacak olan festivalde, panel, söyleşi, konser, göçmen dayanışma forumu, atölye gibi bir dizi yan etkinlik yer alıyor. İstanbul’un ardından festival bu sene, 11-13 Aralık’ta Diyarbakır’a, 22-24 Aralık’ta Ankara’ya, 15-17 Ocak 2016’da ise Çanakkale’ye uğrayacak.

7. Hangi İnsan Hakları? Film Festivali’nin gösterim ve etkinlikleri, SALT Beyoğlu, SALT Galata ve Aynalıgeçit Etkinlik Mekanı’nda ücretsiz olarak izlenebilir.

Ayrıntılı bilgi için: www.hihff.org
*
Share/Save/Bookmark

19 Kasım 2015 Perşembe

La Patota: Paulina’nın Suçu Ne?

(© Fil’m Hafızası, Güray Karaayak)

Genç ve idealist Paulina, Arjantin’in kırsal kesimindeki yoksul öğrencilere ders vermek için Buenos Aires’teki avukatlık kariyerinden vazgeçer. Bu sosyal program çerçevesinde yoksul öğrencilerin hukuk bilinçlerinin arttırılması amaçlanmaktadır. Paulina, Buenos Aires’teki ferah yaşamını ve hukuk kariyerini, kendisi gibi hukukçu babasının tüm ısrarlarına rağmen bırakıp, idealleri uğruna yeni bir maceraya atılır. Oysa işler hiç umduğu gibi gitmez. İletişim problemleri ve kültürel farklılıklardan dolayı, öğrenciler ile istediği iletişimi kuramaz. Daha da kötüsü, kasabadaki ilk günlerinde başına kötü bir olay gelir ve bir grup genç tarafından tecavüze uğrar. Bu olayın üzerinde yarattığı manevi travma ile baş etmeye çalışırken, bir yandan da kendi adalet terazisini oluşturmaya çalışır.

Paulina, oluşturmaya çalıştığı adalet terazisinde, her ne kadar olayın kurbanı da olsa, kendisine şiddet gösterenlerin de sistemin kurbanı olduğunu savunur. Yargıç babası ise, suçluların yargılanması ve ceza alması için bastırır. Oysa Paulina, kendisine yapılanların, suçluların ceza alması sonrasında değişmeyeceği kanaatindedir. Ona göre olan olmuştur, asıl adaletin eğitim ile sağlanabileceği görüşündedir. Baba figürü, var olan “adalet-ceza” mekanizmasını temsil ederken, Paulina’nın savunduğu fikirler üst adalet ütopyasının bir örneği gibidir. Paulina’nın kendisine şiddet gösterenlere duyduğu yakınlık ilk başta Stockholm sendromunu hatırlatsa da, filmde de bahsi geçtiği üzere Paulina bunu kesinlikle reddeder.
Yönetmenin, Paulina’yı kurbandan ziyade sorgulayıcı konumda göstermesinin sebebinin, adalet kavramını yaşanan olaydan sıyırarak toplumsal düzeyde ele aldığını seyirciye kanıtlamak olduğunu düşünüyorum. Gel gelelim, seyirci olarak yaşanan olayın vahametinden dolayı Paulina’yı fazlaca içselleştirdiğimiz için, maalesef onun kadar objektif olamıyoruz ve anlatmaya çalıştığı adalet kavramını anlamakta güçlük çekebiliyoruz.
Paulina’nın yakınlarının, kendisine hem acıma hem de kızgınlık duyması aslında şiddeti içselleştirdiklerinin ama Paulina’nın adalet anlayışını anlayamadıklarının bir göstergesiydi. Bahsettiğim duygu filmi izlediğim salonun tamamına da hâkimdi. İzleyenlerin sinirli homurtuları, perdedeki sevgi ve kızgınlığın izleyiciye sirayet ettiğinin kanıtıydı.
Böyle filmleri seviyorum açıkçası. Anlattığı ne olursa olsun, salonda o gerilimi, o sorgulamayı yansıtmak her yönetmenin başarabileceği bir iş değil. Ve bunu yaparken müzik kullanımı gibi kurgu hilelerine başvurmayıp, konunun doğallığını korumaya çalışması filmin güzelliğini daha da arttırıyor.
Paulina (2015), anlatmak istediğini ne kadar iyi anlatabildiği tartışılan ama derdini anlatırken seyirciyi avucunun içine alabilen güzel filmlerden biri.



*
Share/Save/Bookmark

18 Kasım 2015 Çarşamba

Boks Temalı En İyi 10 Film

"Boks, insanı insana döve döve anlatma sanatıdır.
Boks’ sporu dışarıdan bakıldığında her ne kadar medeniyet dışı gibi görünse de, içinde barındırdığı evrimsel ve toplumsal kavramlar ile aslında insani spordur. İnsan, evrim halkasındaki en medeni canlı olmasına karşın, doğa yasaları gereği hâlâ vahşi, hayvani dürtüler barındırmaktadır. Tüm sporların çıkış amacı olan galip gelme isteği de,aslında evrimsel açıdan hayatta kalma güdüsünün bir uzantısıdır. Hâl böyle olunca, bir topu bir kaleye sokma mücadelesindeki yapaylıktan ziyade iki canlının birbirini alt etme mücadelesi, yaşama en yakın mücadeledir. Her iki sporcunun doğadaki iki yırtıcı gibi birbirine galip gelmeye çalışırken, gong çaldığında birbirlerini kutlayacak kadar medeni olma zorunluluğu da spor kavramının olmazsa olmazlarından. Onur Ünlü’nün İtirazım Var (2014) filminin bir sahnesinde geçen “Boks, insanı insana döve döve anlatma sanatıdır.” sözü, içinde barındırdığı şiddet ve sanat çatışmasıyla, boksun paradoksunu çok güzel anlatıyordu.

Boks filmlerinin bir başka güzel yönü de, içerdiği yoğun dramlardır. Bir insanın gönüllü olarak yumruk yemesi için kaybedecek bir şeyi olmaması gerekir. Hâl böyle olunca, hemen hemen tüm boksörlerin fakir kesimden çıkması oldukça doğaldır. Tüm bu yoksulluk ve yoksunluktan beslenen yaşam kavgası, sporun heyecanı ile birleşince, bir filmi izlenilebilir kılan tüm özellikler bir araya gelmiş oluyor.
  1. Raging Bull (Yön: Martin Scorsese, 1980)  Boks filmleri kategorisinin ötesinde, sinema tarihinin en iyi filmleri listelerinde üst sıralarda yer alan Raging BullMartin Scorsese – Robert De Niro ortaklığının en başarılı yapımlarından birisidir. Empire dergisine göre tüm zamanların en iyi 11. filmi olarak gösterilir. Robert De Niro’nun kariyerindeki mihenk taşlarından olup, Taxi Driver (1976) ve The Deer Hunter (1978) ile alamadığı en iyi erkek oyuncu Oscarını 3. adaylığında bu filmle alır. Joe Pesci’nin performansı da her ne kadar Oscar ile ödüllendirilmese de, takdire şayandır. Martin Scorsese, diğer boks filmlerinin aksine dövüşü ve mücadeleyi yüceltmektense, yoğun şiddet içerikli bir anlatımla insanın ilkel güdülerinin altını çizmeye çalışmıştır. Robert De Niro’nun Joe Pesci ile kavga sahnesinde kendini kaptırıp Pesci’nin kaburgasını kırması ise, tam da Scorsese’nin istediği gibi ilkel güdülerin, De Niro’nun performansına fazlasıyla yansımasının kanıtı niteliğindedir.
  2. Rocky (Yön: John G. Avildsen, 1976) Her ne kadar ilk filminden son filmine, Amerikan propagandasını oldukça yoğun bir şekilde işleyen bir seri olmasına rağmen, şahsen sinema tarihinde en çok sevdiğim seridir. Her başarılı serinin kaderi olan, son filmlere doğru sinema kalitesinin düşmesi, Rocky için de geçerli olup yine de film, seri anlamında konu bütünlüğünü koruyabilmiş nadir yapımlardandır.
    İlk iki filmi konu devamı açısından bir bütünmüş gibi düşünürsek, Rocky Balboa’nın (Sylvester Stallone) yoktan var olan kariyeri, Amerikan rüyasının sinemadaki en belirgin örneklerindendir. Oysaki ilk filmi tek başına düşündüğümüzde, klasik Hollywood şablonuna uymayan mutsuz sonu Samuel Beckett’in “Hep denedin, hep yenildin. Olsun. Gene dene, gene yenil. Daha iyi yenil. sözünü haklı çıkarırcasına gururlu bir mağlubiyetin resmidir. Sanki Mona Lisa tablosu gibi, ilk film tek başına buruk bir hüzün, diğer filmler ise tatlı bir gülümseme yaratır izleyende.
    Rocky Balboa’nın yoktan var olan kariyerine paralel olarak Sylvester Stallone’ın da kendi sanat kariyerinin mihenk taşı olmasıyla film, her iki açıdan da var olma mücadelesinin çok güzel bir örneği. Ayrıca Bill Conti imzalı enfes müziklerin, filmin görselliğine katkısı da yadsınamaz bir gerçektir.
  3. Million Dollar Baby (Yön: Clint Eastwood, 2004) Usta oyuncu ve yönetmen Clint Eastwood’un 2004 yapımı, Morgan Freeman ve Hilary Swank’in üstün performansları ile dram dozu yüksek bir film. 2005 yılı Akademi Ödüllerinde en iyi film dahil 4 Oscarı kazanan film, hayatında hiç kadın boksör çalıştırmamış yaşlı antrenör Frankie’nin (Clint Eastwood), prensiplerinden vazgeçip Maggie’yi (Hilary Swank) çalıştırmasını konu alıyor. Ters köşe finalinde, izleyiciye karnına koca bir yumruk yemiş gibi hissettirmesi boks filmine yaraşır güzellikte.
  4. Cindirella Man (Yön: Ron Howard, 2005) Cindirella Man, Büyük Buhran olarak adlandırılan 1929 yılındaki ekonomik ve toplumsal kriz sırasında ailesini ayakta tutmak için var gücüyle savaşan ünlü boksör James J. Braddock’un (Russell Crowe) gerçek yaşam öyküsüne dayanıyor. İçinde barındırdığı yoksulluk dramının oluşturduğu yaşam savaşıyla ringdeki mücadelenin paralelliğini en iyi işleyen filmlerden biridir.
  5. The Fighter (Yön: David O. Russell, 2010) Gerçek bir olaydan esinlenilerek çekilen film, iki kardeşin parçalanan aile hayatlarını düzeltmeye çalışmalarını konu alıyor. Christian Bale’in yine rolü için fedakâr fiziksel değişimiyle hayat verdiği Dicky, bir efsane iken yeteneğini boşa harcayarak gözden düşmüş eski bir boksördür. Filmin adının boksör değil de Dövüşçü olması – aynı adlı eski bir filmi göz ardı ederek- diğer boks filmlerindeki gibi boksörlerin sadece ringde değil, hayatın her alanında savaştıklarının, dövüştüklerinin güzel bir nüansı.
  6. Ali (Yön: Michael Mann, 2001) Boks tarihinden öte dünya spor tarihinin gelmiş geçmiş en başarılı sporcularından biri sayılan Muhammed Ali’ye dair şu ana kadar yapılmış en derli toplu film Ali. Muhammed Ali’yi diğer sporculardan ayıran aykırı karakteri ve toplumsal duruşu, yaşadığı dönemde bile kendisini film yıldızı konumuna taşımıştı. Michael Mann’ın yönetmen koltuğunda olduğu Ali, dönemin siyasal konjonktürünü yansıtması bakımında da sağlam altyapısı ile türünün başarılı örneklerindendir. Muhammed Ali’nin hem boks ringinde hem de kamuoyu önündeki mücadelesinin, spor ve siyaset tarihinin en ilginç hikâyelerinden biri olmasının da filmin kurgusuna katkısı büyük.
  7. The Boxer (Yön: Jim Sheridan, 1997) Jim Sheridan ile Daniel Day Lewis’in My Left Foot (1989) ve In The Name of The Father’dan (1993) sonra üçüncü ortaklığıThe Boxer, eski IRA üyesi Danny Flynn’in (Daniel Day Lewis) hikâyesine odaklanıyor. On dört yıllık hapsin ardından Belfast’a dönüp boks salonu açan Danny, sporun birleştirici gücünü kullanarak hayatına yeni bir yön vermek istemektedir. Boks sayesinde yarattığı barış ve huzur ortamı, eski örgütü IRA içindeki barış karşıtı gruba ters gelir ve Danny bu çatışmadan dolayıprensiplerine sahip çıkmakla pes etmek arasında kalır.
  8. The Champ (Yön: Franco Zeffirelli, 1979) Yıllar önce ringlerden uzaklaşmış eski şampiyon Billy (Jon Voight) eşinden ayrılan, içki batağına düşen, önemsiz maçlara çıkarak içki parasını denkleştirmeye çalışan bitik bir adamdırHayatının tek iyi yanı onu hâlâ ‘şampiyon’ olarak gören oğlu T.J’dir (Ricky Schroder). Eski eşinin ansızın ortaya çıkıp oğlunu geri almak istemesiyle Billy, TJ’den ayrılmamak için tekrar ringlere dönecek ve oğlunu kaybetmemek için yine yumruklara hedef olmayı tercih edecektir.
  9. Hurricane (Yön: Norman Jewison, 1999) Denzel Washington’ın ‘Hurricane (Kasırga) lakaplı Rubin Carter’ı canlandırdığı film, boksörün 1966 yılında cinayetten suçlanarak hapse girişini ve hâkim davayı düşürene dek orada geçirdiği yirmi yılı konu alıyor. 
  10. Southpaw (Yön: Norman Jewison, 2015) Listenin en yenisi, yakın zamanda vizyon şansı bulan Southpaw’da (2014) mesleğinin zirvesindeki Billy Hope (Jake Gyllenhaal) ansızın en büyük destekçisi olan eşi Mo’yu (Rachel McAdams) kaybeder ve bir anda kendini parasal ve ruhsal anlamda en dipte bulur. Eşinden sonra kızını da kaybetmemek için tek kurtuluş yolu, en iyi yaptığı şey Boks sayesinde yine eski günlerdeki gibi yükselişe geçmek olacaktır.
*
Share/Save/Bookmark

17 Kasım 2015 Salı

Bir Delibozuk’un Hayatı: Mistress America

(© Fil’m Hafızası, Güray Karaayak)

Greta Gerwig şu an bağımsız suların en parlayan yıldızı. Frances Ha (2012) ile gönülleri fethetti diyebiliriz. Kentli orta sınıfın nevrotik hâlleri üzerinden mizahını yaratan Woody Allen ekolünün yeni temsilcisi Noah Baumbach’ın Greta Gerwig’le ortaklığı Mistress America (2015) ile devam ediyor. Kapitalist Batı toplumunun bir eli yağda bir eli balda orta sınıfının, tüm bu olanaklara rağmen kendini bulamayışı başlı başına bir dram olsa da, sinema için pek albenisi olmadığından mı bilinmez, dram dozu yüksek örnekleri pek görmüyoruz. Oysa tam tersi, bu “kendini arayış” sürecinde girilen komik durumlar üzerinden yapılmış örneklere sıkça rastlıyoruz. Mistress America da bunun güzel örneklerinden biri.
İlk gösterimini Sundance’da yapan Mistress America’nın iki ana karakterinden biri olan Brooke (Greta Gerwig), New York’un hızına kendini kaptırmış, hayata tutunmaya çalışan, deli dolu birisidir. Tıpkı France Ha’daki gibi patavatsız ama bir o kadar da samimi. Zaten Greta Gerwig’in, France Ha’daki nevrotik kız hâllerini Brook’da da hissedebiliyoruz. Hatta filmin adını “France Ha 2” koysalardı kimse yadırgamazdı galiba. Brooke’un var olma mücadelesinde girdiği durumlar, verdiği tepkiler, hayata bakış açısı Dunning Kruger sendromunun başlangıç seviyesi ama daha çok sendromun göze batmayan hoş bir örneği kıvamında.
Tracy (Lola Kirke) ise üniversiteyi yeni kazanmış, büyük denizde küçük balık misali şehri ve insanları tanımaya çalışmaktadır.Annesi ile Brooke’un babasının evlenme arifesinde olmasından dolayı, biraz da çekinerek Brooke’la iletişim kurar. Brooke ise, köyden gelen uzak akraba misali bir anda karşısına çıkan Tracy’ye kol kanat gerip ablalık yapmaya başlar.Artık karşısında bitmek bilmeyen hayallerini, süsleyerek anlatabileceği biri olacaktır.
Tracy için de bu ilişki, okulun popüler edebiyat kulübü Mobius’a girmek için yazacağı öyküye gerekli olan hayal gücünü sağlayacaktır.İkili arasındaki bu simbiyotik ilişki zamanla garip bir hâl alınca girdikleri durumlar zaman zaman komik ama bir o kadar da acıklı olacaktır.
Mistress America, direkt komedi iddiası olmayıp seyirciyi çokça güldürebilen nadir güzel filmlerden biri. Noah Baumbach ve Greta Gerwig ikilisinin bundan sonra ne yapacağını merakla bekliyoruz.
*
Share/Save/Bookmark

Uyuşturucuya karşı en iyi senaryolar ödüllerindirildi

Yeşilay’ın uyuşturucu madde bağımlılığının zararları hakkında gençler ve ebeveynlerin farkındalık düzeylerini artırmak amacıyla destek verdiği, “İkinci Adım Yok” Kısa Film Senaryo Yarışmasında dereceye giren senaryolar ödüllendirildi.

Sinema ve Televizyon Eserleri Sahipleri Meslek Birliği (SETEM) tarafından düzenlenen yarışmada; “Adam Asmaca” isimli senaryosuyla Berfin Yaşar birinci, “Bir Adımla Gelen Kayıp”la Furkan Dağlı ikinci, “Engebe”ile Korhan Topçu da üçüncü olmuştu.

Senaryolardan birinci olan Adam Asmaca isimli başvuru animasyon olarak oluşturulurken, diğer iki senaryo kısa metrajlı film olarak gerçekleştirildi.
Yeşilay Genel Merkezi’ndeki özel gecede, dereceye giren senaryo sahipleri ödüllerine kavuştu. Başarılı senaryo yazarlarına ödülleri, Yeşilay Genel Başkanı Prof. Dr. Mücahit Öztürk ve SETEM Akademi Başkanı Feza Sınar ve Yeşilay Bilim Kurulu Üyesi, Şehir Üniversitesi Dekanı Prof. Dr. Peyami Çelikcan tarafından verildi.
Yeşilay’ın desteğiyle yayınlanan TRT’nin sevilen dizisi “Son Çıkış” oyuncularının da katıldığı Ödül Töreninde konuşan Prof.Dr. Mücahit Öztürk, şunları söyledi:

“Mali destek programları kapsamında bağımlılığa karşı mücadele eden, bilinç ve farkındalık oluşturan sivil toplum kuruluşlarının, üniversitelerin, kurumların projelerine hibe desteği veriyoruz. İkinci Adım Yok projesi de destek verdiğimiz çok anlamlı projelerimizden biri. Birbirinden değerli senaryolar arasından 3 senaryomuz dereceye girdi ve bunları kısa metrajlı film olarak çektik. Kısa diyoruz ama içeriğinde çok anlamlı, uzun mesajlarımız var. Projede emeği geçenlere, bağımlılıklarla mücadelemizde yükümüzü paylaşanlara teşekkür ediyorum”.

SETEM Akademi Başkanı Feza Sınar da Yeşilay’ın projeyi desteklemesinin çok önemli olduğunu belirterek Yeşilay’a teşekkür etti. Sınar şöyle dedi:

“İletişim araçlarını kullanarak uyuşturucu madde bağımlılığının zararları hakkında gençler ve ebeveynlerin farkındalık düzeylerini artırmayı amaçladık. Umarız bu amacımıza bir nebze de olsa ulaşmışızdır İkinci Adım Yok projemizle. Yeşilay’ın bu projeyi mali olarak desteklemesi, tüm süreçlerinde danışmanlık yapması bizler için çok kıymetliydi. Yarışmaya katılanlara, dereceye giren eser sahiplerine ve film çekiminde yer alan tüm ekip ve oyunculara minnettarız”.

Yarışmada yazdığı senaryo ile birinci olan İletişim Fakültesi öğrencisi Berfin Yaşar’a ödülünü
Yeşilay Genel Başkanı Prof.Dr.Mücahit Öztürk verdi. İkinci seçilen Tıp Fakültesi öğrencisi Furkan Dağlı ise ödülünü SETEM Akademi Başkanı Feza Sınar’dan aldı.

Üçüncülük ödülünü kazanan Korhan Topçu’nun ödülünü ise Yeşilay Bilim Kurulu Üyesi, Şehir Üniversitesi Dekanı Prof. Dr. Peyami Çelikcan verdi. Korhan Topçu , aldığı para ödülünü mültecilere bağış olarak vereceğini söyledi.

Kısa filmlerde gönüllü olarak rol alan Son Çıkış dizi oyuncuları Tolga Canbeyli ve Ümit Yaşar Bekar’a da teşekkür plaketi verildi.

*
Share/Save/Bookmark

16 Kasım 2015 Pazartesi

Tam Bir ‘Ozon’ Filmi: Une Nouvelle Amie


François Ozon, genç kuşak yönetmenler içinde filmleri bağımsız sinema seyircisi tarafından merakla beklenen yönetmenlerin başında gelir. 8 Femmes (2002), La Piscine (2003), Juene & Jolie (2013) gibi geniş hayran kitlesi kazanmış filmlerin arasında kendi kişisel Ozon listemde, Dans la Maison (2012) en üstte yer alır. Sinema tarihinin gelmiş geçmiş en büyük yönetmenlerinden Pier Paolo Pasolini’nin Teorema‘sına (1968) atıfta bulunarak çektiği Dans la Maison, steril hayatlar yaşayan şehirli insanların ahlaksal çıkmazlarını çok güzel anlatır. Dans la Maison’da ve diğer filmlerinde de François Ozon filmlerinin alamet-i farikası olan varoluşsal burjuva kaygıları, bastırılmış yoğun cinsellik ve şiddet eğilimleri, filmlerinin hep ana eksenini oluşturmuştur. Tıpkı Pasolini gibi Ozon’un da en büyük derdinin burjuvazi olduğu kesin.

François Ozon gibi büyük yönetmenlerin çekeceği her film öncesi, sinefillerde ister istemez büyük bir beklenti doğması doğaldır. Bu, her yönetmen için istenen ideal bir durum olsa da kimi zaman aşırıya kaçıp dezavantaja dönüşebilir. Oluşan yüksek beklenti seyircinin filmi doğru analiz edememesine neden olabilir çoğu zaman. İtiraf etmek gerekirse Une Nouvelle Amie (2014) için bende de büyük bir beklenti oluşmuş ve filmin sonunda bu beklentilerimin karşılanmadığı hissiyatına kapılmıştım. Ama zamanla filmi sindirip iyice anlamaya başlayınca haksızlık ettiğimi düşündüm. Belki bir Ozon başyapıtı olmasa bile filmografisinde üst sıralarda yer alması gereken bir film olduğunu düşünüyorum şimdi.
François Ozon’un diğer yapıtlarındaki gibi bu filmde de odak noktası, steril şehirli burjuva hayatının klişelerle çizilmiş karakterleri ve topluma dayatılan aile-cinsiyet tanımları. Filmde iki çocukluk arkadaşı Claire (Anaïs Demoustier) ve Laura (Isild Le Besco) birbirleri için dosttan öte kardeş gibilerdir. Laura’nın zamansız ölümünden sonra Claire, geride kalan David ve bebeğine destek olmak için elinden geleni yapmak istemektedir. David ise yaşadığı travmadan dolayı bastırılmış kadın cinselliğini tekrar yaşamaya başlar. Ev içinde kadın kıyafetleri giyip bebeğine annelik yapmaya çalışan David, kendi kadın kimliğini Virginia olarak adlandırır ve Claire’den kendini kabullenmesini ister. Bu durum ilk başlarda Claire’e garip gelir ve toplumun cinsiyet dayatmaları ile arkadaşına duyduğu sevgi arasında kalmasına sebebiyet verir. Ama sonuçta toplum ne derse desin Claire, David’in Virginia’ya dönüşümünde en büyük desteği verir. Bunu yapmaktaki amacı ilk başlarda bencilce bir dürtüyle Laura’nın boşluğunu doldurmak olsa da gittikçe bu durum Claire’in da bastırdığı duygularının ortaya çıkmasına neden olur.
David’in alter egosu, Virginia’ya dönüşümünde yatan psikolojik ve sosyolojik etkenleri yeteri kadar irdelememesi, senaryo anlamında filmin eksik yanlarından bazıları. Claire ve David’in, yüksek refah seviyesindeki hayatlarında eğitim ve kültüre kolay ulaşım imkânları varken kendilerini tanımlayamamış olmaları burjuvazinin en büyük çıkmazlarından biri. Çünkü burjuva için öncelik ‘içe yönelişten’ ziyade; son model üstü açık araba, dubleks ev, yeni kıyafetler yani tüketilebilecek olan her şeydir. Tükettikleri ile kendini anlamlandıran bir yapıda kişinin kalıplarını kırması diğer sosyal düzenlere nazaran daha zordur. Çünkü bu tüketim yapısı kendi kurallarını sorgulamamak ve boyun eğmek üzerine konumlandırmıştır.
Başrol oyuncularından Romain Duris hakkında bir şey yazmaya gerek yok sanırım. Gadjo Dilo (1997), L’auberge Espagnole (2002) gibi yakın dönem Avrupa sinemasının kaliteli yapımlarında yıldızı parlayan Duris, bağımsız sinemanın önde gelen oyuncularından biri. Bu filmdeki gibi cesur karakterlerin altından çok kolay kalkabilmesi ve her daim oyunculuk metodunu geliştiriyor olması onu diğerlerinden ayıran en büyük özelliği. David/Virginia ikilemini taklit tuzağına düşmeden performansına yansıtması filmin temelini sağlamlaştırıyor. Toplumsal normlarının sorgulayıcısı konumundaki Claire’in arada kalmışlığının ama yine de sorgulayan tavrının da Ozon’un istediği şekilde seyirciyi düşünmeye ittiği kesin.
Filmin bir diğer karakteri Anaïs Demoustier de çok isabetli bir seçim olmuş. Ozon filmde cinsiyet kalıplarını yıkarken Demoustier seçimi ile de aslında bir nevi güzellik kalıbını yıkmış. Oyuncunun güzellik endüstrisinin bizlere empoze ettiği ‘Barbie’ kadın imajına hiç uymayan doğal güzelliği hikâyenin gerçeklik algısına katkı sağlarken, Claire’in bastırılmış gizli lezbiyenliği ile erkek egemen anlayışa zıt güzelliği uygun bir paralellik oluşturmuş.
Une Nouvelle Amie aile-toplum-cinsiyet kavramları üzerinden sınıf eleştirisi yaparken sağlam alt metninden güç alarak kendini izletiyor. Bu zorlu alt metin, yer yer senaryo anlamında tıkanıklığa yol açsa da güçlü oyunculuklar sayesinde akış problemini hissettirmiyor. Sonuç olarak Une Nouvelle Amie, François Ozon başyapıtı olmasa bile tipik bir Ozon filmi olarak düşünülebilir.
*
Share/Save/Bookmark

Angelina Jolie'den Hayatın Kıyısında


HAYATIN KIYISINDA
Yapım Bilgisi
“Hayatın Kıyısında, kaybetme, aşkın sabrı, iyileşme ve kabullenme üzerine bir hikaye.”
—Angelina Jolie Pitt

Oscar ödüllü ANGELINA JOLIE PITT tarafından yazılan, yönetilen ve yapımı gerçekleştirilen Hayatın Kıyısında, Jolie’nin yönetmen olarak üçüncü, geçen yılki Boyuneğmez filminden sonraki ilk sinema filmi. Dram filminin oyuncuları BRAD PITT ve Jolie Pitt’e , MÉLANIE LAURENT (Inglourious BasterdsNow You See Me), MELVIL POUPAUD (Laurence AnywaysThe Lady in the Portrait) ile üç César ödüllü NIELS ARESTRUP (The Diving Bell and the ButterflyThe French Minister) ve iki César ödüllü RICHARD BOHRINGER’ın (The Cook, the Thief, His Wife & Her LoverLe grand chemin) yer aldığı uluslararası bir ekip destek veriyor.
Hayatın Kıyısında, 1970’lerin Fransa’sında sakin ve pitoresk bir sahil yerine gelen ve evlilikleri krizde olan Roland (Pitt) adlı Amerikalı bir yazarla karısı Vanessa’yı (Jolie Pitt) konu alıyor. Gezginlerle, yeni evli çift Lea (Laurent) ve François’la (Poupaud) ve köyün sakinlerinden Michel (Arestrup) ve Patrice (Bohringer) ile zaman geçiren çift kendi hayatlarındaki çözülmeyen sorunlarda anlaşmaya varmaya başlarlar.
Hayatın Kıyısında, tarzı ve insan deneyimi temalarının işlenişi konularında, konsantre ve özlü anlatım tarzıyla, az miktardaki diyalogları ve huzursuz atmosferiyle 60’ların ve 70’lerin Avrupa sineması ile tiyatrosundan ilham almış.
Jolie Pitt’e kamera arkasında filmi çekmek için Cine Reflect Işıklandırma Sistemi’ni kullanan görüntü yönetmeni Christian Berger (The White Ribbon, The Notebook), yapım tasarımcı Jon Hutman (Unbroken, It’s Complicated), editörler Patricia Rommel (The Lives of Others, In The Land of Blood and Honey) ile MARTIN PENSA (Dallas Buyers Club, Wild) ve kostüm tasarımcı Ellen Mirojnick (Wall Street: Money Never Sleeps, TV’den The Knick) eşlik ediyor. Yapım hizmetinde kendisine Pitt eşlik ederken, Chris Brigham (Inception), Holly Goline-Sadowski (Unbroken) ve Michael Vieira (Unbroken) sorumlu yapımcılar olarak görev alıyor.
YAPIM HAKKINDA
Hayatın Kıyısında Başlıyor
Angelina Jolie Pitt, ilk sinema filmi yönetmenlik denemesi Kan ve Aşk’tan önce ve Universal’in epik 2. Dünya Savaşı filmi Boyuneğmez’den çok önce, Hayatın Kıyısında’nın senaryosunu acı ve aşkı keşfetme üzerine yazmış.
Jolie Pitt, motivasyonunu şöyle anlatıyor; “Hayatın Kıyısında’yı bazı insanların kedere nasıl hiç maruz kalmadığını, bazı insanların buna nasıl alışmaya müsaade ettiğini ve bazılarının da üstesinden gelmek için nasıl yollar bulduğunu incelemek istediğimi düşünerek yazdım. Bu filmdeki herkes bu konuya yaklaşımın farklı bir yönünü temsil ediyor.” Bununla birlikte başlangıçta başrollerden birini canlandırma planlaması yokmuş. “Senaryoyu film yönetmeye başlamadan önce yazdım. Bu yüzden Brad’le ikimizin birlikte yapacağımız bir iş olarak düşünmemiştim. Bir şey yazdığınızda genellikle neden yazdığınızın farkında olmazsınız. İçine girinceye ve bir tepkiniz oluşuncaya dek bir şeyin sizi etkilediğini veya rahatsız ettiğini fark etmiyorsunuz. Bunu gerçekten yapacağımız veya rol alacağımızı hiç beklemiyordum. Bu yüzden belli bir özgürlük anlayışıyla yazdım.”
Jolie Pitt, insan varlığının akışkanlığıyla büyülendiğini ve senaryosuna ilham verdiğini söylüyor;” Hiçbir zaman sadece hayatın trajedisi veya mizahı veya saf neşesi yok. Uç noktaları var. İlişkilerin de bu uç noktaları var. Bir yerde ağlıyor olabilirsiniz, 20 dakika sonra garip bir şeye gülüyor olabilirsiniz. Bu film bunun uç bir versiyonu. İnsanların bağ kurabildiği ise bazen öldürmek istediğiniz bir insana çılgınca aşık olabileceğiniz. Onlarla havai, komik ve aynı zamanda üzgün ve mutsuz olabilirsiniz. Bu ilişkinin dalgalarıdır. İşler tümüyle mantıklı gelmez ve örtüşmez. Bu da bir yazar olarak özgürlüğe zorlar.”
Sanatçı olarak odak noktası kamera arkasında çalışmaya dönerken Jolie Pitt’in dikkati de yine senaryosuna yönelmiş. Şunları söylüyor; “Hayatın Kıyısında, ticari bir film olma amacını gütmüyor. Sanatçılar olarak hepimizin deneyimlemesi, araştırması ve hassas ve özel bir şey yaratması için bir fırsattı. Ticari bir film yapamamanın özgür bir yanı var. Daha cesur olup deney yapabiliyorsunuz. Duygusal açıdan daha çok meydan okuyucu ve yaratıcı. Sanatçı olarak bir şeyleri denemek ve bazen güvenli tercihlerden kaçınmak istersiniz. Farklı, belki de daha meydan okuyucu bir sinema deneyimi yaşamak isteyenler tarafından beğenileceğini umuyoruz.”
Hayatın Kıyısında filminde hem yapım görevlerinde hem de ekran önünde Jolie Pitt’e kocası Brad Pitt eşlik ediyor. Hikaye ve deneyimleri konusunda şunları söylüyor; “Anlatımının yoğun olmaması ve zarif olması açısından Angie çok Avrupai bir film yazdı. Oyuncu olarak işimiz daha kişisel yapmak. Bu kadar kişisel yapmak için bir anda bulanıklaşıyor. Böyle bir geçmişimiz ve karşılıklı saygımız var. Aynı zamanda birbirimizden ve ailemizden beklentilerimiz de böyle. Üstlendiğim en zorlayıcı işlerden biriydi. Ama aynı zamanda bunda çok büyük bir özgürlük vardı. Çünkü deneyleyebiliyor ve canlandırabiliyoruz. Garip bir şekilde daha önce bulunduğum setlerden daha güvenli bir ortam vardı ve biz de bu yüzden özgür bıraktık.”
Bu hikayede merkezde altı karakter yer alıyor. Pitt, altı oyuncuyu bize tanıtıyor; “Hayatlarının farklı dönemlerindeki birden çok çifti konu alan bir hikaye. Lea ve François var. Yeni evli ve gelecek potansiyelinden heyecan duyan bir çift. Bir tür arkadaşlık ilişkisinde olan, deneyimleriyle sertleşip nasırlaşan, yumuşayıp genişleyen bir çift. Sonra bizim karakterlerimiz Roland ve Vanessa var. Bu aşamada yenilik eskimişlik ve her şey yüzeye çıkmış. Bununla ya bir çığır açıp o noktadan sonra büyüyecekler veya farklı yönlere gidecekler.”
Jolie Pitt ve Pitt’in beyaz perdede canlandırmaya karar verdikleri son çift. Aşkın ikinci döneminin zorluklarını ve çiftlerin sonsuza dek verilen bir sözle başlayan getirdiği ve bir sonraki adımda nereye gideceğini bilinmeyen bir ilişkiye hayatın getirdiği beklenmeyen patlamalarla nasıl başa çıktıklarını inceleyecekler
Yönetmen, bu karakterlerin geliştirilmesindeki cazibeyi şöyle anlatıyor; “Vanessa ile Roland’ın şartlarında çoğu kişi muhtemelen boşanırdı. Ama kendini adadığın birine söz verme fikri var. Bazen evlilik kolay değildir ama o sözü verdiğinizi, bir geçmişiniz olduğunu ve o kişiyle neden birlikte olduğunuzu bilirsiniz. Rahat bir yanı vardır. Filmimizde Roland’ın yaptığı gibi, bir kişinin diğerinden daha çok verdiği ve canlı tutmak için bir kişinin gerektiği genelde doğrudur.”


Her iki yapımcı da bu yapımın kendilerine sevgilerini ve oyunculuk sanatlarını yeniden keşfetme fırsatı sunduğunu kabule diyorlar. Jolie Pitt şunları söylüyor; “Oyuncu olarak yaratma ve canlandırma, saygısız ve uygunsuz olma ve biraz fazla gürültülü olma ve cesur tercihler yapma konusunda özgür olduğumu hissetmeyeli uzun zaman oldu. Cesur olup araştıracağım ve belli bir şekilde satılması gereken bir şeye uymak zorunda kalmadığım bir şey istedim.”

*
Share/Save/Bookmark