"Boks, insanı insana döve döve anlatma sanatıdır.”
‘Boks’ sporu dışarıdan bakıldığında her ne kadar medeniyet dışı gibi görünse de, içinde barındırdığı evrimsel ve toplumsal kavramlar ile aslında insani spordur. İnsan, evrim halkasındaki en medeni canlı olmasına karşın, doğa yasaları gereği hâlâ vahşi, hayvani dürtüler barındırmaktadır. Tüm sporların çıkış amacı olan galip gelme isteği de,aslında evrimsel açıdan hayatta kalma güdüsünün bir uzantısıdır. Hâl böyle olunca, bir topu bir kaleye sokma mücadelesindeki yapaylıktan ziyade iki canlının birbirini alt etme mücadelesi, yaşama en yakın mücadeledir. Her iki sporcunun doğadaki iki yırtıcı gibi birbirine galip gelmeye çalışırken, gong çaldığında birbirlerini kutlayacak kadar medeni olma zorunluluğu da spor kavramının olmazsa olmazlarından. Onur Ünlü’nün İtirazım Var (2014) filminin bir sahnesinde geçen “Boks, insanı insana döve döve anlatma sanatıdır.” sözü, içinde barındırdığı şiddet ve sanat çatışmasıyla, boksun paradoksunu çok güzel anlatıyordu.
Boks filmlerinin bir başka güzel yönü de, içerdiği yoğun dramlardır. Bir insanın gönüllü olarak yumruk yemesi için kaybedecek bir şeyi olmaması gerekir. Hâl böyle olunca, hemen hemen tüm boksörlerin fakir kesimden çıkması oldukça doğaldır. Tüm bu yoksulluk ve yoksunluktan beslenen yaşam kavgası, sporun heyecanı ile birleşince, bir filmi izlenilebilir kılan tüm özellikler bir araya gelmiş oluyor.
- Raging Bull (Yön: Martin Scorsese, 1980) Boks filmleri kategorisinin ötesinde, sinema tarihinin en iyi filmleri listelerinde üst sıralarda yer alan Raging Bull, Martin Scorsese – Robert De Niro ortaklığının en başarılı yapımlarından birisidir. Empire dergisine göre tüm zamanların en iyi 11. filmi olarak gösterilir. Robert De Niro’nun kariyerindeki mihenk taşlarından olup, Taxi Driver (1976) ve The Deer Hunter (1978) ile alamadığı en iyi erkek oyuncu Oscar’ını 3. adaylığında bu filmle alır. Joe Pesci’nin performansı da her ne kadar Oscar ile ödüllendirilmese de, takdire şayandır. Martin Scorsese, diğer boks filmlerinin aksine dövüşü ve mücadeleyi yüceltmektense, yoğun şiddet içerikli bir anlatımla insanın ilkel güdülerinin altını çizmeye çalışmıştır. Robert De Niro’nun Joe Pesci ile kavga sahnesinde kendini kaptırıp Pesci’nin kaburgasını kırması ise, tam da Scorsese’nin istediği gibi ilkel güdülerin, De Niro’nun performansına fazlasıyla yansımasının kanıtı niteliğindedir.
- Rocky (Yön: John G. Avildsen, 1976) Her ne kadar ilk filminden son filmine, Amerikan propagandasını oldukça yoğun bir şekilde işleyen bir seri olmasına rağmen, şahsen sinema tarihinde en çok sevdiğim seridir. Her başarılı serinin kaderi olan, son filmlere doğru sinema kalitesinin düşmesi, Rocky için de geçerli olup yine de film, seri anlamında konu bütünlüğünü koruyabilmiş nadir yapımlardandır.İlk iki filmi konu devamı açısından bir bütünmüş gibi düşünürsek, Rocky Balboa’nın (Sylvester Stallone) yoktan var olan kariyeri, Amerikan rüyasının sinemadaki en belirgin örneklerindendir. Oysaki ilk filmi tek başına düşündüğümüzde, klasik Hollywood şablonuna uymayan mutsuz sonu Samuel Beckett’in “Hep denedin, hep yenildin. Olsun. Gene dene, gene yenil. Daha iyi yenil.” sözünü haklı çıkarırcasına gururlu bir mağlubiyetin resmidir. Sanki Mona Lisa tablosu gibi, ilk film tek başına buruk bir hüzün, diğer filmler ise tatlı bir gülümseme yaratır izleyende.
- Million Dollar Baby (Yön: Clint Eastwood, 2004) Usta oyuncu ve yönetmen Clint Eastwood’un 2004 yapımı, Morgan Freeman ve Hilary Swank’in üstün performansları ile dram dozu yüksek bir film. 2005 yılı Akademi Ödülleri’nde en iyi film dahil 4 Oscar’ı kazanan film, hayatında hiç kadın boksör çalıştırmamış yaşlı antrenör Frankie’nin (Clint Eastwood), prensiplerinden vazgeçip Maggie’yi (Hilary Swank) çalıştırmasını konu alıyor. Ters köşe finalinde, izleyiciye karnına koca bir yumruk yemiş gibi hissettirmesi boks filmine yaraşır güzellikte.
- Cindirella Man (Yön: Ron Howard, 2005) Cindirella Man, Büyük Buhran olarak adlandırılan 1929 yılındaki ekonomik ve toplumsal kriz sırasında ailesini ayakta tutmak için var gücüyle savaşan ünlü boksör James J. Braddock’un (Russell Crowe) gerçek yaşam öyküsüne dayanıyor. İçinde barındırdığı yoksulluk dramının oluşturduğu yaşam savaşıyla ringdeki mücadelenin paralelliğini en iyi işleyen filmlerden biridir.
- The Fighter (Yön: David O. Russell, 2010) Gerçek bir olaydan esinlenilerek çekilen film, iki kardeşin parçalanan aile hayatlarını düzeltmeye çalışmalarını konu alıyor. Christian Bale’in yine rolü için fedakâr fiziksel değişimiyle hayat verdiği Dicky, bir efsane iken yeteneğini boşa harcayarak gözden düşmüş eski bir boksördür. Filmin adının “boksör” değil de Dövüşçü olması – aynı adlı eski bir filmi göz ardı ederek- diğer boks filmlerindeki gibi boksörlerin sadece ringde değil, hayatın her alanında savaştıklarının, dövüştüklerinin güzel bir nüansı.
- Ali (Yön: Michael Mann, 2001) Boks tarihinden öte dünya spor tarihinin gelmiş geçmiş en başarılı sporcularından biri sayılan Muhammed Ali’ye dair şu ana kadar yapılmış en derli toplu film Ali. Muhammed Ali’yi diğer sporculardan ayıran aykırı karakteri ve toplumsal duruşu, yaşadığı dönemde bile kendisini film yıldızı konumuna taşımıştı. Michael Mann’ın yönetmen koltuğunda olduğu Ali, dönemin siyasal konjonktürünü yansıtması bakımında da sağlam altyapısı ile türünün başarılı örneklerindendir. Muhammed Ali’nin hem boks ringinde hem de kamuoyu önündeki mücadelesinin, spor ve siyaset tarihinin en ilginç hikâyelerinden biri olmasının da filmin kurgusuna katkısı büyük.
- The Boxer (Yön: Jim Sheridan, 1997) Jim Sheridan ile Daniel Day Lewis’in My Left Foot (1989) ve In The Name of The Father’dan (1993) sonra üçüncü ortaklığıThe Boxer, eski IRA üyesi Danny Flynn’in (Daniel Day Lewis) hikâyesine odaklanıyor. On dört yıllık hapsin ardından Belfast’a dönüp boks salonu açan Danny, sporun birleştirici gücünü kullanarak hayatına yeni bir yön vermek istemektedir. Boks sayesinde yarattığı barış ve huzur ortamı, eski örgütü IRA içindeki barış karşıtı gruba ters gelir ve Danny bu çatışmadan dolayıprensiplerine sahip çıkmakla pes etmek arasında kalır.
- The Champ (Yön: Franco Zeffirelli, 1979) Yıllar önce ringlerden uzaklaşmış eski şampiyon Billy (Jon Voight) eşinden ayrılan, içki batağına düşen, önemsiz maçlara çıkarak içki parasını denkleştirmeye çalışan bitik bir adamdır. Hayatının tek iyi yanı onu hâlâ ‘şampiyon’ olarak gören oğlu T.J’dir (Ricky Schroder). Eski eşinin ansızın ortaya çıkıp oğlunu geri almak istemesiyle Billy, TJ’den ayrılmamak için tekrar ringlere dönecek ve oğlunu kaybetmemek için yine yumruklara hedef olmayı tercih edecektir.
- Southpaw (Yön: Norman Jewison, 2015) Listenin en yenisi, yakın zamanda vizyon şansı bulan Southpaw’da (2014) mesleğinin zirvesindeki Billy Hope (Jake Gyllenhaal) ansızın en büyük destekçisi olan eşi Mo’yu (Rachel McAdams) kaybeder ve bir anda kendini parasal ve ruhsal anlamda en dipte bulur. Eşinden sonra kızını da kaybetmemek için tek kurtuluş yolu, en iyi yaptığı şey Boks sayesinde yine eski günlerdeki gibi yükselişe geçmek olacaktır.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder