Genç ve idealist Paulina, Arjantin’in kırsal kesimindeki yoksul öğrencilere ders vermek için Buenos Aires’teki avukatlık kariyerinden vazgeçer. Bu sosyal program çerçevesinde yoksul öğrencilerin hukuk bilinçlerinin arttırılması amaçlanmaktadır. Paulina, Buenos Aires’teki ferah yaşamını ve hukuk kariyerini, kendisi gibi hukukçu babasının tüm ısrarlarına rağmen bırakıp, idealleri uğruna yeni bir maceraya atılır. Oysa işler hiç umduğu gibi gitmez. İletişim problemleri ve kültürel farklılıklardan dolayı, öğrenciler ile istediği iletişimi kuramaz. Daha da kötüsü, kasabadaki ilk günlerinde başına kötü bir olay gelir ve bir grup genç tarafından tecavüze uğrar. Bu olayın üzerinde yarattığı manevi travma ile baş etmeye çalışırken, bir yandan da kendi adalet terazisini oluşturmaya çalışır.
Paulina, oluşturmaya çalıştığı adalet terazisinde, her ne kadar olayın kurbanı da olsa, kendisine şiddet gösterenlerin de sistemin kurbanı olduğunu savunur. Yargıç babası ise, suçluların yargılanması ve ceza alması için bastırır. Oysa Paulina, kendisine yapılanların, suçluların ceza alması sonrasında değişmeyeceği kanaatindedir. Ona göre olan olmuştur, asıl adaletin eğitim ile sağlanabileceği görüşündedir. Baba figürü, var olan “adalet-ceza” mekanizmasını temsil ederken, Paulina’nın savunduğu fikirler üst adalet ütopyasının bir örneği gibidir. Paulina’nın kendisine şiddet gösterenlere duyduğu yakınlık ilk başta Stockholm sendromunu hatırlatsa da, filmde de bahsi geçtiği üzere Paulina bunu kesinlikle reddeder.
Yönetmenin, Paulina’yı kurbandan ziyade sorgulayıcı konumda göstermesinin sebebinin, adalet kavramını yaşanan olaydan sıyırarak toplumsal düzeyde ele aldığını seyirciye kanıtlamak olduğunu düşünüyorum. Gel gelelim, seyirci olarak yaşanan olayın vahametinden dolayı Paulina’yı fazlaca içselleştirdiğimiz için, maalesef onun kadar objektif olamıyoruz ve anlatmaya çalıştığı adalet kavramını anlamakta güçlük çekebiliyoruz.
Paulina’nın yakınlarının, kendisine hem acıma hem de kızgınlık duyması aslında şiddeti içselleştirdiklerinin ama Paulina’nın adalet anlayışını anlayamadıklarının bir göstergesiydi. Bahsettiğim duygu filmi izlediğim salonun tamamına da hâkimdi. İzleyenlerin sinirli homurtuları, perdedeki sevgi ve kızgınlığın izleyiciye sirayet ettiğinin kanıtıydı.
Böyle filmleri seviyorum açıkçası. Anlattığı ne olursa olsun, salonda o gerilimi, o sorgulamayı yansıtmak her yönetmenin başarabileceği bir iş değil. Ve bunu yaparken müzik kullanımı gibi kurgu hilelerine başvurmayıp, konunun doğallığını korumaya çalışması filmin güzelliğini daha da arttırıyor.
Paulina (2015), anlatmak istediğini ne kadar iyi anlatabildiği tartışılan ama derdini anlatırken seyirciyi avucunun içine alabilen güzel filmlerden biri.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder