“Çiçeklerimizi koparabilirler ama baharın
gelişini engelleyemezler.”
Leila Khalid
Politik sinemanın
öncü isimlerinden Yunan asıllı Fransız Costas-Gavras’ın 1972 yapılımı État De Siège filmi gösterildiği dönemin
oldukça dikkat çeken yapımlarından biriydi. Bu filmden ve yazımıza konu olan sahnesinden
önce Costas-Gavras’ın sinema dilinden biraz bahsetmek gerek. Çoğunlukla
anti-komünizm çetelerini, derin devlet yapılanmalarını, siyasi suikastları konu
edinen Gavras’a dünya çapında ününü 1969 yapımı ‘Z’ filmi kazandırmıştı. Hikâyenin açıkça Yunanistan’da geçtiği
belirtilmese de, filmin başında "Gerçek olaylarla, sağ ya da ölü
olsun gerçek kişilerle olan benzerlikler tesadüfi değildir. Her şey
kasıtlıdır." sözüyle ülkesinde
1967-74 arasında hüküm süren askeri diktayı açıkça hedef aldığı kesindi. Bu
filmiyle Gavras; Cannes’da jüri özel
ödülü ve Oscar ödüllerinde yabancı dilde en iyi film ödülünü almıştı.
État de Siège’de ise Gavras, kamerasını Uruguay’a
çeviriyor. 1969 yılı Uruguay’ında geçen filmde, ülke yarı-askeri dikta ile
yönetilmektedir. Devrimci gerillalar CIA’nin Uruguay’daki en üst düzey adamı
Philip Mike Santore’yi (Yves Montand) kaçırırlar. Santore Uruguay’a sözde
Uluslararası Kalkınma Örgütü vasıtasıyla gelmiştir. Oysa ülkede bulunmasının
esas amacı asker ve polise komünizmle mücadelede istihbarat ve iletişim
danışmanlığı vermektir. Daha amiyane tabirle ‘ülkenin huzurunu bozmak isteyen dış mihrak’ tır. Daha önceki görev
yerlerindeki gibi sosyalist örgütleri sindirmek için gizli pasifikasyondan
sorumludur.
Amerika
Birleşik Devletleri, II. Dünya Savaşı sonrası Avrupa’daki Hitler faşizminin
geçmesiyle yeni tehlikeyi “komünizm” olarak belirlemiş ve dünyaya yayılan
komünizmle mücadele etmek için hemen hemen her ülkede aynı stratejileri
uygulamaya başlamıştır. İlk olarak Hollywood’un da desteğiyle komünizm
paranoyası oluşturulmuştur. “Komünistler
kötüdür, biz ise iyiyiz.” alt metni bütün filmlere işlenir. Kitle iletişim
organları vasıtasıyla empoze edilen düşünceyi korumak adına ikinci aşama ise,
sosyalist düşünceye sahip kişileri pasifize etmektir. Emek bilinci oluşmuş işçi
ve öğrenci kesim genellikle ilk hedef olur. Demokratik yöntemlerin yetersiz ve etkisiz
kaldığını düşündüklerinden gizli devlet örgütlenmeleri ile yasadışı -çoğunlukla
insanlık dışı- eylemlere imza atarak bu kitleleri sindirmeye çalışırlar. Bunu
yaparken de en büyük araç sistematik işkencedir. Filmde de bol miktarda, insanın
kanını çekercesine gerçeğe yakın işkence sahneleri yer alır.
Yukarıda da
bahsettiğim gibi anti-komünist hareket ilk olarak işçi ve öğrenci sınıfını
hedef almaktaydı. Filmde de bahsedeceğimiz sahne; Santore’yi bulmak için
operasyonlarını arttıran polisin üniversiteyi aramak istemesiyle başlar. İlk
başta öğrenciler direniş gösterseler de polis kuvvetlerinin uyguladığı
orantısız güç ile mücadele etmek zorunda kalırlar. Orantısız gücün ise en büyük
karşı silahı her zaman için orantısız zekâ olmuştur. (bknz. Gezi Direnişi).
70’li yılların başında, henüz t-shirt modeli olmamış ve anlamını yitirmemiş
Che’ye ithafen yapılmış Hasta Siempre (Sonsuza Kadar) şarkısı hoparlörlerden
duyulmaya başlanır. Tüm polisler öğrencilerle uğraşmayı bırakıp bu sakıncalı(!)
müziği kapatmaya çalışırlar. Her bir hoparlör indirilip parçalandıktan sonra
bir başka taraftan aynı şarkı duyulmaya devam eder. Polis kuvvetlerinin oradan
oraya koşturması, içinde bulundukları acınası durumun vücut bulmuş hâli olarak
ekrana yansır. Pavlov’un deneyi gibi. Koşullandırılmış ve mantıksızlaştırılmış
kıtalar, Pavlov’un köpeği misali duydukları bu sese karşı hayvansal güdüyle
yönelirler. Leila Khalid’in güzel bir sözü vardır. “Çiçeklerimizi koparabilirler ama baharın gelişini engelleyemezler.”
Bu sahnede de aynı alt metin geçerlidir. Hoparlörleri tek tek kırabilirler ama
şarkının adı gibi, Che’nin şarkısının sonsuza kadar dinlenileceği kesindir.
Filmde geçen farklı
yöntemlerdeki işkence sahnelerinin, dünyanın çeşitli ülkelerinde de birebir
uygulandığı, bilinen bir gerçektir. Bu özelliği nedeniyle de filmin bir nevi
yarı-belgesel özelliği taşıdığını gönül rahatlığıyla söyleyebiliriz. Asya ile
Avrupa arasında stratejik önemi olan ülkemizde de bu tip uygulamaların birebir
karşılıklarını bulmak mümkün. 60’lı yılların sonunda kitlesel direniş
hareketlerinin hız kazandığı bir ortamda ABD’nin eski Ankara büyükelçisi Robert
Komer’in anti-komünist harekete etkisi büyük olmuştu. Vietnam savaşında da aynı
şekilde etkisi bulunmuştu. Filmdeki gerillaların yaptığı gibi ülkemizdeki 68
kuşağı, bu emperyalist düzeni sezmiş ve buna dur demek için Komer’in ODTÜ’yü
ziyareti sırasında arabasını ateşe vermişti. Sonrasında yaşanan, yakın dönem
Türkiye siyasi hayatının dönüm noktalarından olan özgürlük hareketinin de
ateşini fitillemişlerdi.
*
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder