4 Mayıs 2016 Çarşamba

Hasta Siempré Comandante; Susturulamayan Che Şarkısı





“Çiçeklerimizi koparabilirler ama baharın gelişini engelleyemezler.”
Leila Khalid

Politik sinemanın öncü isimlerinden Yunan asıllı Fransız Costas-Gavras’ın 1972 yapılımı État De Siège filmi gösterildiği dönemin oldukça dikkat çeken yapımlarından biriydi. Bu filmden ve yazımıza konu olan sahnesinden önce Costas-Gavras’ın sinema dilinden biraz bahsetmek gerek. Çoğunlukla anti-komünizm çetelerini, derin devlet yapılanmalarını, siyasi suikastları konu edinen Gavras’a dünya çapında ününü 1969 yapımı ‘Z’ filmi kazandırmıştı. Hikâyenin açıkça Yunanistan’da geçtiği belirtilmese de, filmin başında "Gerçek olaylarla, sağ ya da ölü olsun gerçek kişilerle olan benzerlikler tesadüfi değildir. Her şey kasıtlıdır." sözüyle ülkesinde 1967-74 arasında hüküm süren askeri diktayı açıkça hedef aldığı kesindi. Bu filmiyle Gavras;  Cannes’da jüri özel ödülü ve Oscar ödüllerinde yabancı dilde en iyi film ödülünü almıştı.

État de Siège’de ise Gavras, kamerasını Uruguay’a çeviriyor. 1969 yılı Uruguay’ında geçen filmde, ülke yarı-askeri dikta ile yönetilmektedir. Devrimci gerillalar CIA’nin Uruguay’daki en üst düzey adamı Philip Mike Santore’yi (Yves Montand) kaçırırlar. Santore Uruguay’a sözde Uluslararası Kalkınma Örgütü vasıtasıyla gelmiştir. Oysa ülkede bulunmasının esas amacı asker ve polise komünizmle mücadelede istihbarat ve iletişim danışmanlığı vermektir. Daha amiyane tabirle ‘ülkenin huzurunu bozmak isteyen dış mihrak’ tır. Daha önceki görev yerlerindeki gibi sosyalist örgütleri sindirmek için gizli pasifikasyondan sorumludur.

Amerika Birleşik Devletleri, II. Dünya Savaşı sonrası Avrupa’daki Hitler faşizminin geçmesiyle yeni tehlikeyi “komünizm” olarak belirlemiş ve dünyaya yayılan komünizmle mücadele etmek için hemen hemen her ülkede aynı stratejileri uygulamaya başlamıştır. İlk olarak Hollywood’un da desteğiyle komünizm paranoyası oluşturulmuştur. “Komünistler kötüdür, biz ise iyiyiz.” alt metni bütün filmlere işlenir. Kitle iletişim organları vasıtasıyla empoze edilen düşünceyi korumak adına ikinci aşama ise, sosyalist düşünceye sahip kişileri pasifize etmektir. Emek bilinci oluşmuş işçi ve öğrenci kesim genellikle ilk hedef olur. Demokratik yöntemlerin yetersiz ve etkisiz kaldığını düşündüklerinden gizli devlet örgütlenmeleri ile yasadışı -çoğunlukla insanlık dışı- eylemlere imza atarak bu kitleleri sindirmeye çalışırlar. Bunu yaparken de en büyük araç sistematik işkencedir. Filmde de bol miktarda, insanın kanını çekercesine gerçeğe yakın işkence sahneleri yer alır.


Yukarıda da bahsettiğim gibi anti-komünist hareket ilk olarak işçi ve öğrenci sınıfını hedef almaktaydı. Filmde de bahsedeceğimiz sahne; Santore’yi bulmak için operasyonlarını arttıran polisin üniversiteyi aramak istemesiyle başlar. İlk başta öğrenciler direniş gösterseler de polis kuvvetlerinin uyguladığı orantısız güç ile mücadele etmek zorunda kalırlar. Orantısız gücün ise en büyük karşı silahı her zaman için orantısız zekâ olmuştur. (bknz. Gezi Direnişi). 70’li yılların başında, henüz t-shirt modeli olmamış ve anlamını yitirmemiş Che’ye ithafen yapılmış Hasta Siempre (Sonsuza Kadar) şarkısı hoparlörlerden duyulmaya başlanır. Tüm polisler öğrencilerle uğraşmayı bırakıp bu sakıncalı(!) müziği kapatmaya çalışırlar. Her bir hoparlör indirilip parçalandıktan sonra bir başka taraftan aynı şarkı duyulmaya devam eder. Polis kuvvetlerinin oradan oraya koşturması, içinde bulundukları acınası durumun vücut bulmuş hâli olarak ekrana yansır. Pavlov’un deneyi gibi. Koşullandırılmış ve mantıksızlaştırılmış kıtalar, Pavlov’un köpeği misali duydukları bu sese karşı hayvansal güdüyle yönelirler. Leila Khalid’in güzel bir sözü vardır. “Çiçeklerimizi koparabilirler ama baharın gelişini engelleyemezler.” Bu sahnede de aynı alt metin geçerlidir. Hoparlörleri tek tek kırabilirler ama şarkının adı gibi, Che’nin şarkısının sonsuza kadar dinlenileceği kesindir.

Filmde geçen farklı yöntemlerdeki işkence sahnelerinin, dünyanın çeşitli ülkelerinde de birebir uygulandığı, bilinen bir gerçektir. Bu özelliği nedeniyle de filmin bir nevi yarı-belgesel özelliği taşıdığını gönül rahatlığıyla söyleyebiliriz. Asya ile Avrupa arasında stratejik önemi olan ülkemizde de bu tip uygulamaların birebir karşılıklarını bulmak mümkün. 60’lı yılların sonunda kitlesel direniş hareketlerinin hız kazandığı bir ortamda ABD’nin eski Ankara büyükelçisi Robert Komer’in anti-komünist harekete etkisi büyük olmuştu. Vietnam savaşında da aynı şekilde etkisi bulunmuştu. Filmdeki gerillaların yaptığı gibi ülkemizdeki 68 kuşağı, bu emperyalist düzeni sezmiş ve buna dur demek için Komer’in ODTÜ’yü ziyareti sırasında arabasını ateşe vermişti. Sonrasında yaşanan, yakın dönem Türkiye siyasi hayatının dönüm noktalarından olan özgürlük hareketinin de ateşini fitillemişlerdi.

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder