Elizabeth Gilbert adlı ablamızın herşeye sahip dünyasından hiç bir şey bulamayıp kendini yollara verişinin hikayesini anlattığı “Eat,Pray,Love” kitabından aynı adla uyarlanan filmde romantik komedilerin kraliçesi Julia Robert yine arzı endam ediyor.Yanında ise iç güveysinden hallice son dönemlerin en karizmatik ve en başarılı oyuncularından Javier Bardem eşlik ediyor.Peki orta yaşlarında hala güzel Hollywood güzeliyle,yakışıklı Avrupai esas oğlanımız filmi kurtarmaya yetiyor mu.İşte filmin koca bir soru işareti.Hele hele temel aldığı Amerikanın “bestseller” kitabı bile filmi kotarmaya yetmiyor.
Hiç doymak bilmeyen tüketim alışkanlığının sonucu olarak hiçbir şeyden zevk almamaya başlayan yurdum Amerikalısının “iç” yolculuğunu anlattığı Ye,dua et,sev hem kitabı hem de filme uyarlanışıyla vasatı aşamayan klişeler bütünü olarak karşımıza çıkıyor.Bugüne kadar sayısız örneği perdeye aktarılan şehirli insanın tüketimden sıkılıp kendini bulmaya adaması temasından hareketle yine aynı durum ısıtılarak karşımızda.Tabi söylemesi gerekenleri tekrar suya sabuna dokunmadan,klişelere boğarak üstünkörü geçiyor.Bu “iç yolculuğun” esas sonucu olarak kendilerinde bulmaları gereken kocaman boşluğu keşfetmektense zaten kendilerini bu noktaya getiren doyumsuz kişiliklerine hiç de odaklanmadan yazının başlığını haklı çıkarırcasına geçip gidiyorlar hayattan.
Hayatı ıskalayışlarını çok geç anlayıp geriye dönüp baktıklarında karşılarına çıkan kocaman boşluktan korkup alelacele önceden denenmiş hazır kalıpları kendilerine uydurmaya çalışmaları ekseninde ilerlese de bu tür filmler,kitaplar aslında ortaya çıkan ürünlerde anlaşılıyor ki tüm bu yaptıkları üstlerinde emanetmiş gibi duruyor.Hani derler ya alışmadık k*çta don durmazmış. Aynen o hesap bütün o meditasyonlar, yogalar, çakralar, enerji dengeleri içlerindeki kocaman boşluğu görmemek adına sabun köpüğü misali içlerini doldurmalarının tezahürüdür.
Elbet şunu da es geçmemek lazım her mistik inanışın temelinde bu içe yolculuğu bulabiliriz.Sadece mistik inanışlarla da bunu kısatlayamayız aslında.Her türlü inanışın ve ya ideolojinin kökeninde insan ve insanın içindekilere dair bir yöneliş vardır.Yunus Emre’nin “Bir ben var benden içeri” sözü zaten bu içe yönelişi çok güzel anlatıyor. Dünyanın neresine giderseniz gidin bu felsefenin bir benzerini bulabilirsiniz.Peki yukarıda da bahsettiğimiz kitaba ve filme konu olan bu içe yönelişte eksik olan ne? İşte orda karşımıza çıkan kocaman duygusuzluğu temel alarak şunu diyebiliriz.İçe yönelişlerin esas amacı kendin dışındaki bir dünyayı anlamak için önce kendinden başlayarak anlamlar verme sürecidir ve en sonunda topluma daha sağlam entegre olmayı getirir.Hali hazırda sürüden farkı olmayan bir tüketim toplumundan ayrılıp arınmayı onların yanına dönmek için yapmak,işte bu duygusuzluğu yaratan bir yapaylığı getiriyor.”Bakın ben ne güzel içe yöneliyorum” diyerekten insan kendi reklamını yapıyorsa işte orda kocaman bir yalan vardır demektir.Komşular alışverişte görsün misali kendini doldurmaktan ziyade “bakın ben boş değilim”mesajı gütmek dünyanın hiçbir inanışında hiç bir ideolojisinde yoktur.Olsa olsa her şeyi sömüren bir düzenin bu erdemli olayı da sömürmesinden öteye gidemez.Yılda yaklaşık yarım milyar dolar civarında seyreden günümüz mistik inanç pazarında yoga kuyruklarından insanlar,tezgahlardan küçük Buda’lar eksik olmuyor.Hal böyle olunca herşeyi pazarlamaktan geri durmayan açgözlü bir sistem belki kendisine mezar olacak bu mecrayı sırf tüketmek adına satmaktadır.Hani bir laf vardır kapitalizm kendinin asılacağını bile bile yine o ipi satar diye.Ama bu ve bunun gibi yapay örneklerle içi boş mistisizme alıştırılan halk bir anlık bir aydınlanma yaşasa da sonları mutlaka karanlık olacaktır.
Sonuç olarak Eat,Pray,Love her ne kadar oyunculukları iyi olsa da içi boş alt metniyle vasatı aşamayan bir görüntü sunuyor ve alttan alta asıl anlattığının consume,Obey,Die olması gerektiğini hatırlatıyor.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder