Bu yılın en iddialı ve bol ödüllü filmi The Hurt Locker amerikan bağımsız sinemasının son yıllardaki en sükseli çalışmalarından biri.Yönetmeni Kathryn Bigelow’un sinematografisi açısından da farklı bir konumda zira Bafta ödülünün bir kadın yönetmene verildiği ilk film ve ayrıca akademi ödülleri tarihinde en iyi yönetmen oskarının bir kadına gitmesini sağlayacak en yakın film olarak görülüyor.Oskarlara daha iki hafta var izleyip görücez ,Peki nedir bu filmin sırrı.
Irak Savaşında görev alan Bomba imha ekibinin yaşadıkları üzerine kurulu bu filmde öncelikle esas ilginin nedeni bir kadın yönetmen ve kadının tabiatına aykırı erkeksi dürtüler üstüne kurulu savaş temasının kombinasyonu.Erkek egemen sinema anlayışına farklı gelen bu durumun filmin cinsiyetçi bir düşüncenin ürünü olduğu üzerine yoğunlaşması filmi farklı noktalara çekiyor.Filmi bir kadın ve ya bir erkek yönetmen çekebilir ama bunun eser üstündeki etkilerini süzmeye çalışmak filmi daha derinlemesine anlamamızı güçleştirir.
Filmin bomba imha ekibi üstüne kurulu olması, savaş temasının dışında daha felsefik alt metinleri barındırmasını sağlıyor.Savaş ortamında sıcak çatışmalar içinde her an ölümle burun buruna kalınması aslında doğanın bize öğrettiği vahşi bir anlayış olsa da hayattaki şans olgusunu bomba imha uzmanı üstünden daha da kalıcı bir şekilde zihinlerimize kazıyor.Her bomba imha uzmanının hayatta bir defa hata yapma şansı vardır lafı üzerine kahramanımızın etkisiz hale getirdiği sayısız bomba aslında bizlere onun ölümle ne kadar dalga geçtiğini anlatıyor.Ölümle yaşam arasındaki ince çizgide sürdürmüş olduğumuz cambazlık sadece savaşta değil insanın olduğu her yerde yaşanıyor.Arka plandaki savaşı çıkarıp yerine herhangi bir dekoru koysak bu canhıraş mücadele anlatılabilir.Misal evereste çıkan bir dağcının veya ikiz kulelerin arasında ip geren bir cambazın hikayesinde.Filmimizde ise kahramanımız her insanın hayatında amansızca savaştığı ölüm kavramına bir kaç gol atması,kahraman yaratma iddiası olmayan bu filmde bırakında onu kendince bir kahramana dönüştürsün.
Dekor olarak seçtiği Irak Savaşı’nın daha evrensel bir objektiften bakıldığında bir istila,bir zulüm olduğu çok aşikar.Çoğu eleştirinin temelinde insanların filmin içinde ‘burada ne işimiz var’ alt metnini araması olduğunu söyleyebiliriz.Ama bu filmde durum başka.Başlangıçta verilen filmin mottosunda belirttiği gibi ‘War is a drug’ sözü karakterlerimizin içine işlemiş durumda.Herhangi bir uyuşturucu müptelası kesinlikle varolduğu durumu sorgulamaz.Burada da kimse buna kafa yormuyor.Kahramanımızın sıra sıra dizilmiş mısır gevreği kutuları arasında düzenden sıkılması aslında onun tozu toprağın birbirine karıştığı kaosun müptelası olduğunun göstergesi.
Peki bu alt metinlerin üstüne sağlam bir hikaye var mı diye sorsak orada biraz hayal kırıklığı yaşıyoruz.Zira konu bir bütün şeklinde değil de daha ziyade parça parça skeçler şeklinde ilerliyor.Böyle olunca da kurgusundaki aksaklıklar yeterince filmin içine girilmesini engelliyor.Bunun üstüne görsel açıdan cok doyurucu olması ve çekimlerin farklılığı görüntü yönetimini çok başarılı kılıyor.Hal böyle olunca teknik açıdan iyi ama hikaye açısından yetersizlik ortaya çıkıyor.Bu dengesizlik de filmin genel başarısını etkiliyor.Bence oskarlarda Kathryn Bigelow’un en iyi yönetmen dalında şansı devam ederken ,en iyi film dalında Avatar’la pek yarışamaz gibi geliyor.7 Martta izleyip görücez.
*
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder