Kuzey Amerika tarihi dünya insanlık tarihinin en utanç
verici olaylarından çoğunun yaşandığı bir coğrafyadır. Beyaz adamın binlerce
kilometre öteden gelip hali hazırda yaşamakta olan yerli halka yaptığı zulüm
yetmiyormuş gibi Afrika’dan milyonlarca siyahi kölenin getirilmesi ile şu an
halen sonuçları yaşanan toplumsal dinamiklerin temelini oluşturur. Kristof
Kolomb önderliğinde beyaz adamın 1492’de Amerika’ya ayak basmasından 1886
yılına kadar geçen yaklaşık 400 yılda 70 milyon Kızılderili katledildiği bilinen
bir gerçektir. Acılar karşılaştırılmaz ama Yahudi holokostunda yaklaşık 6
milyon insan öldürülmüştü. Bu rakamlar ne denli büyük ve sistematik bir
soykırımın gerçekleştiğinin bir örneğidir.
1907 yılında Amerikan hükümeti yerlilerin müziklerinin
gelecek nesillere aktarılamayacağını öngörerek bir komisyon kurar. Buradaki ilk
amaçları iyi niyetli olarak yerli müziğinin tarihten silinip gideceğini
düşünüyor olmalarıydı belki ama bu hareketin daha derinine inince aslında beyaz
adamın kıtaya gelişi ile yerleşen muktedir anlayışın fiziksel soykırımın son
halkası olarak kültürel bir soykırımın da yaşanacak olmasa emin olmalarıdır.
Yani bu kültürü tarihten silen onlar ve yine kayda alıp
belgelemeyi isteyenler de onlar. Gerçi bu niyetleri tutmuyor ve film tam da bu
damar üzerinden şekilleniyor ve yerli halkın müzikal kültürünün müzik tarihine
etkisini bağıra bağıra anlatıyor Rumble: The Indians Who Rocked The World (Amerikan
Yerlileri Dünyayı Sarsar) belgeseli.
Dünya siyasi ve müzik tarihine paralel baktığımızda müzik
türlerinin gelişimi siyasi baskılarla paralel gelişmiştir. Yazı öncesi çağlarda
insan toplulukları yaşadıklarını sözlü bir gelenekle bir sonraki nesillerine
aktarıyordu. Zaman geçtikçe bu sözlü gelenek müzikle birlikte gelişerek bir
kültür halini almıştır. Halkların kendi tarihlerini özellikle acılarını
unutmamak adına ilk sarıldıkları kültürel araç hep müzik olmuştur. Çünkü en
etkili ve en akılda kalıcı yoldur. Belgeselde şu an dünya üzerinde belki de en
çok dinlenen türler olan rock (metal), blues (r&b), folk (country), jazz ve
pop müziklerin temelindeki yerlilerin izlerini izleriz ve dinleriz. Aslında
bunun tam tersini düşünmek bile abes. Blues tamamen pirinç tarlalarındaki
siyahilerin var oluş çığlıklarıydı. Rock ve metal müziğin içerdiği sertlik de
aslında toplumdaki duvarların yıkılması için bir haykırıştır.
Belgesele ismini veren Link Wray’in Rumble adlı şarkısı 2
buçuk dakikalık enstrümantal bir parça olmasından öte yayınlandığı zamanın
siyasi ikliminde bir nevi ezilenlerin marşı olmuştu. Hatta bu etki o zamanki
muktedirleri fevkalade endişeye sürüklemiş ve gençliğin isyanının
körüklemesinden korkulduğu için yasaklanmıştı. Evet sözleri olmayan 2 buçuk
dakikalık bir parça radyolarda çalınması yasaklanıyor. İşte bu müziğinin ne
denli etkili olduğunun bir kanıtı.
Filmde beni oldukça şaşırtan anekdot ise Buffy
Sainte-Marie’nin ülke çapında müziğinin popüler olmasından sonra FBI ve CIA’in
radyo kanalı sahiplerine yaptığı baskı sonrasında Marie’nin kariyerini bitirme
noktasına getirme çabaları. Burada beni asıl şaşırtan FBI gibi CIA gibi ülke
güvenliğini tehdit eden unsurlara karşı savaştıklarını inandığımız böylesine
büyük kurumların sanatı ve sanatçıyı potansiyel tehdit olarak algılaması ve
üzerine ciddi çalışma yürütmesi. İşte müziğin gücü bu, ülkeyi yöneten
muktedirlerin, Amerikan rüyasını pompalayan Wasp (white anglo-sakson protestan)
anlayışın bundan ne denli korktuğunun çarpıcı bir örneği. Mesela filmlerde çok
görürüz, Amerikan ajanları dünyanın bir yerinde nükleer bir savaş çıkmaması
için amansız mücadeleye girerler falan filan, ama gerçek dünyada işin aslı;
birkaç ajanın radyo sunucularına gidip bu şarkıcının şarkılarını çalmayacaksın
demesi hakikaten trajikomik bir durum.
Rumble: The Indians Who Rocked The World hem
göze hem de kulağa hitap eden, bana göre dört dörtlük bir yapım. Sevdiğim
müziğin tarihini siyasi tarih paralelinde izlerken hem çok şey öğrendim hem de
keyifli bir müzik dinleme seansı geçirmiş oldum.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder