Wes anderson'un büyülü hayal gücünden çıkmış diğer bütün filmlerinin alameti farikalarını taşıyan kelimenin tam anlamıyla görsel bir şölen Büyük Budapeşte Oteli. İstanbuldaki Londra oteli,Las Vegas'taki Paris Oteli gibi başka ülkelerdeki metropollere atıfta bulunan otel benzetmesiyle Doğu avrupanın hayali Zubrowka şehrinde kaplıca banyolarıyla ve entaresan tipleriyle meşhur Büyük Budapeste Oteli'inde hayatını işine adamış konsiyerj M. Gustave (Ralph Fiennes) ve filmin başında sahibi olarak tanıdığımız sonradan gençliği ile hikayemize dahil olan M. Moustafa (Murray Abraham) yani namı diğer Zero'yla beraber görsel bir maceraya çıkıyoruz.
Wes Anderson'u bilen bilir.Kadrajı kusursuz bir simetri içinde binbir renk ile doludur. Enteresan tiplerin enteresan hikayelerini konu alır.Hikaye kadar içinde geçtiği sahne de başroldedir. Artık alametifarikası sayılabilecek sinema anlayışıyla afişinin üstünde adının yazmasına gerek kalmayacak derece kendi ile özdeşleşmiştir.İş dünyasında da geçerlidir bu durum. Eğer bir firma logosundan adını çıkartacak kadar insanların aklında yer edinmişse o firma olmuştur artık. Aynı hesap Wes Anderson'un filmlerinde de geçerli artık. Her karesinin ayrı ayrı izlenmesi gerektiği gibi sahneler,kadrajlar akıp giderken mutkala birşeyleri tam yakalayamıyormuş hissine kapılıyor insan. İste bu yüzden filmleri art arda izlenebilecek ve asla bıktırmayacak cinsten.Film akarken rastgele bir sahnenin ortasından durdurun ve dakikalarca bakın, abartı yok sıkılmazsınız.
Filme girmeden hazırlıklı olmak gerek zira her karesinden bir ünlü fışkırabiliyor. Bir nevi amerikan bağımsız sinemasının all starı diyebiliriz.
Filme gelirsek 1985 yılında bir parkta elinde Büyük Budapeste Oteli kitabını okuyan kız ile karşılaşırız. Söz konusu kitabın yazarını canlandıran Tom Wilkinson kitabı yazmasına vesile olan egzantirik adam Mr. Moustafa (Murray Abraham) ile 1968 yılında genç haliyle (jude Law) tanışmasını ve ve otelin nasıl kendisine geçtiğine dair sohbetine tanıklık ederiz. İşte esas hikaye burada başlıyor ve 1932 yılından otelin en şaşaalı yıllarına gidiyoruz. Nevi şahsına münhasır otelin herşeyi Mr. Gustave H. (Ralph Fiennnes) ile tanışırız. Müşterilerini bir ev sahibi edasıyla ağırlayan her daim güzel kokan,jilet gibi giyinen Mr. Gustave ile yeni yetme bellboy Zero ile esas kahramanlarımızla tanışmış oluruz. Yaşlı ve zengin kadın misafirlerine biraz daha fazla özen gösteren özellikle yakın arkadaşlıklarından hoşlanan Gustave otelin hatırı sayılır müşterilerinden Madame D.(Tilda Swinton)'nin ölümüyle şoke olur. Vasiyetnamesinde çok değerli paha biçilemez Elma Tutan Çocuk tablosunu Gustave'a bırakan Madame D.'nin şüpheli ölümü ve tekinsiz oğlu Dmitri (Adrien Brody) ile amansız hafiyesi Jopling (Willem Dafoe) 'in tabloyu geri alma girişimleri kahramanlarımızı son derece absürt ama bir o kadar da komik bir kovalamayacaya sürükler.Bu kovalamaca sırasında perde ünlüler geçidine sahne olur. Madam D.'nin süpheli ölümünde kilit rolü olan aşçıbaşı Serge (Mathieu Amalric),otel sahibinin ve Madame D.'nin vasiyetinden sorumlu avukat Kovacs (Jeff Goldblum), uçuk hapishane tiplemesi Ludwig (Harvey Keitel), olayı araştıran subay Henckels (Edward Norton), yanağındaki garip doğum lekesiyle bile güzel pastacı yamağı Agatha (Saoirse Ronan), Madam'ın hizmetçisi Clotilde (Lea Seydoux), garip bir okadar da güçlü çapraz anahtar örgütünden hızır gibi yardıma koşan M.Ivan (Bill Murray), otelin diğer zaman dilimlerindeki çalışanları M.Chuck (Owen Wilson), M. Jean (Jason Schwartzman)..Ve bütün bu güçlü oyunlar karşısında hiç ezilmeyen Zero lakaplı göçmen lobby boy Tony Revolori. Tamamen karakterleri ile bütünleşen asla ticari bir hamle gibi algı yaratmayan oyuncu çeşitliliğiyle arka fondaki masalsı ambiyansa oyunculuk bolca görsel katkı sağlıyor.
İki dünya savaşı arasında Avrupa'nın kanlı kaosa sürükleneceği yıllarda bu denli insanın içini ısıtan, iyi hissetmesini sağlayan güzelliklerin merkezi Budapeşte Oteli'nin şatafatının sonu tıpkı o yıllardaki Avrupa'nın bütün kaideleri yerle bir edercesine değişmesini, açıkça Nazi Almanyasına ZZ armasıyla atıfta bulunan askerlerin oteli doldurmasıyla son bulmuş oluyor.Kelimenin tam anlamıyla hayatının ta kendisi olan oteli siyah üniformalarıyla askerlerin sarmış olduğu gören Gustave'ın deyişiyle bir daha oraya ayak basmayacağını söylemesi aslında otelin 30lu yıllardaki o şatafatlı günlerinin bitmiş olduğunu, Nazi tehdidinden sonra Doğu Avrupayı etkisi altına alan komünist estetiğin oteli nasıl değiştirdiğini tanık oluruz. Tabi bunu tersten olarak en başta gördüğümüz haliyle anlarız.
Ülkemizdeki galasını İstanbul film festivali ile yapan ve öncesinde Berlin film festivalinden büyük juri ödülüyle dönen Büyük Budapeste Oteli Wes Anderson filmografisinde hakkettiği yerde duracağı kesin. Diğer filmlerindeki kaliteyi koruyan ve çıtasını yükselten Anderson kesinlikle amerikan bağımsız sinemasına kat kat fazla geldiği aşikar. Daha çok avrupa sineması estetiğine yakın duran Anderson'un sonrasında gelecek filmlerini şimdiden merak ediyoruz. Her karesi sanatsal işçilikle dolu bu görsel şölenin bir değil birden fazla izlenmesini şiddetle tavsiye ederim.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder