28 Haziran 2014 Cumartesi

24 Filmlik En İyi 10 Filmim


Bu yılın Türk sinemasının 100. Yılı olması nedeniyle Kültür ve Turizm Bakanlığına bağlı Sinema genel müdürlüğünün düzenlediği 100 Yıl 100 Film anketi 1 Eylül’e kadar devam edecek.
Fuat Uzkınay tarafından 1914’te çekilen “Ayestefanos’taki Rus Abidesi’nin Yıkılışı” adlı belgesel ile tarihi yolculuğuna başlayan “Türk Sineması” bu yıl 100. Yaşını Kutluyor!

http://www.yuzyilyuzfilm.gov.tr/

Oldum olası film anketlerine hep mesafeli durmuşumdur. Bence sinema kişinin kendi algılarından yola çıkılarak oluşturduğu bir dünyadır. Hani kitaplardan uyarlanmış filmlerin  okuyucularına göre her zaman kötü olması gibi. Çünkü roman da olsa sinema filmi de olsa bütün kurgusal yapıtlarda kişi kendi algılarından yola çıkarak beğeni düzeyini oluşturur ve kendince bir şey bularak yapıta yakınlaşır.100 yılın 100 filmi anketinde de elim bütün filmlere oy vermeye gitti ama maalesef 10 oy hakkıyla bunu kısıtlamam gerekiyordu. En iyi filmleri belirlemek her zaman zor olmuştur benim için. Öyle yapıtlar vardırki birini seçersin diğerini elersin  ona hakaret. Hele hele en iyi film onurunu bahşedecek kadar tek bir filme yakınlık duyamıyorum. Yurtdışında ilk ödülümüzü getiren Susuz yaz’ı mı seçersin, Cannes’dan ödülle dönen Uzak’ı mı, Yol’u mu(şimdi Kış uykusu da girmeli bu listeye), yediden yetmişe herkesin sevdiği Hababam Sınıfı’nı mı, Kapıcılar Kralı’nı mı. Bu sorular uzar gider. Birini seçsen diğeri boynu bükük kalır. İşte bu yüzden oy verirken çok zorlandım ve oy verdiklerimden çok oy veremediklerime üzüldüm. Oy verirken 10 filmle kendimi zorlamadan biraz hormunlu da olsa 24 filmlik en iyi on filmimi belirledim. Kafan mı güzel, matematiğin mi zayıf demeyin işte benim en iyi filmlerim listem. Buyrunuz:)


1-MASUMİYET 
Zeki Demirkubuz'un başyapıtı Masumiyet her zaman ilk üçümde olmuştur. Hikayesi öyle insanın içini derinden yaralarki ne zaman izlersem izleyeyim Bekir'in Uğur'a aşkından öte saplanışını başka hiçbir  filmde yakalayamam. Hele hele öykünün gerçek olma ihtimali bile tüylerimi diken diken etmeye yeter.

2-ANAYURT OTELİ
Küçük  bir Anadolu kasabasındak küçük bir otelin katibi küçük insan  Zebercet'in büyük yalnızlığının hikayesi. 80 darbesi sonrası toplumcu sinemanın bitip karaktere dayalı sinemanın başlangıcı sayılır. Macit Koper'in efsane Zebercet performansı oyunculuk anlamında da sinema tarihimizde en iyilerden sayılır.

3-SEVMEK ZAMANI - SELVİ BOYLUM AL YAZMALIM-KIRIK BİR AŞK HİKAYESİ
Bu filmler benim için aşkın en temiz en saf şekliyle anlatıldığından birini diğerinden ayıramam. Tek bir filmmiş gibi listeye dahil ediyorum. Türk sinemasının en iyi aşk filmleri.

4-SUSUZ YAZ
Yukarıda da bahsetmiştim. Yurtdışında ilk büyük ödülümüzü getiren Susuz Yaz susuzluk ve kadınsızlık gibi toplumsal konuları çok iyi işler ve o zamanın küçük anadolu köylüsünün çıkmazlarını çok iyi yansıtır. 64 yılında Berlin'de altın ayıyı almasıyla Türk sinemasının Avrupa'ya açılışının simgesidir aynı zamanda. Filmle ilgili tek olumsuz yan;oyuncusu ve yapımcısı Ulvi Doğan ile yönetmeni Metin Erksan arasındaki kavga ve yıllar sonra Hülya Koçyiğit'e benzeyen bir figuranla birkaç erotik-pornografik sahnenin eklenmesiyle I had my brothers wife (Kardeşimin karısına sahip oldum) adıyla erotik sinemalarda gösterilmesi.

5-EŞKİYA - MUHSİN BEY - AŞK FİLMLERİNİN UNUTULMAZ YÖNETMENİ
Büyük oyuncu Şener Şen'in filmografisindeki en iyi filmleri. Şu an türk sinemasının gişede tekrar canlanmasının başlangıcı kabul edilen Eşkiya gösterildiği zaman Hollywood hegemonyasını yıkmış ve 80 sonrası çöken türk sinema endüstrisinin tekrar yükselmesini sağlamıştı. Muhsin Bey ise yine 80 sonrası toplumun kültür sanat hayatını arabesk-türkü ekseninde çok iyi analiz ederek döneminin en iyi filmlerinden biri olmuştu. Aşk filmlerinin unutulmaz yönetmeninde de sinema emekçilerini onurlandırarak film çekmenin ne kadar zor bir iş olduğunu göstermesi bakımından oldukça önemlidir.

6-YOL - SÜRÜ - DUVAR
100 yıllık türk sinemasında Yılmaz Güney kadar etki bırakmış başka bir sanatçi var mıdır bilmiyorum. Sahip olduğu politik duruş ile 80 öncesi çalkantılı yıllarda sinemayı başka bir boyuta taşımış ve sessizlerinin sesi olarak sinemayı toplumsal bir uyanışı yaratmak için ulvi bir amaca büründürmüştü. 70'li yıllar sinema anlamında zor yıllardı, sansür denilen demokles'in kılıcı sinemacıların tepesinde durmuş ve kim bilir kaç dünya yapıtının oluşmasını engellemişti. Ama bu zorbalık Yılmaz Güney'i durdurmamış ve Yol ile Cannes'da en iyi film olma yolunda engel olmamıştı. Yol- Sürü - Duvar bence açık ara Yılmaz Güney sinemasının başyapıtları ve 100 yıllık film serüvenimizde kilometre taşlarıdır.


7-HABABAM SINIF 
HABABAM SINIFI SINIFTA KALDI 
HABABAM SINIFI DOKUZ DOĞURUYOR
Hababam sınıfı hakkında ne desek boş. Rıfat ılgaz'ın türk edebiyatındaki en önemli eserlerinden Hababam sınfı serisi Ertem Eğilmez,Minur Özkül,Adile Naşit, Tarık Akan, Halit Akçatepe,Kemal Sunal'lı ekibiyle unutulmazlar arasındadır. Sadece şunu diyebilirim ilk film 1974 yılında  yani bundan 40 sene önce çekilmiş ama daha dün televizyondaydı sanki ilk defa izliyormuş gibi gözümü kırpmadan izledim.

8- BİZİM AİLE - NEŞELİ GÜNLER - GÜLEN GÖZLER-AİLE ŞEREFİ
Fakir ama gönlü zengin türk ailesinin en iyi yansıtıldığı sıcacık filmlerdir Bizim aile, neşeli günler, gülen gözler. Hala sorsanız hangi konu hangi filmin diye söyleyemem. Vecihi hangi filmdeydi, tavanarasında sabun tozu hangi filmdi,sirke-limon kavgası hangi filmdeydi hakikaten söyleyemem. Bence hepsi bir film. Eminin benim yaşıtım çoğu kişi de bilmiyordur. Biraz google'ın yardımıyla söyleyecek olursak;

Gülen Gözler; Vecihili film aynı zamanda tavan arasında sabun tozu olan film. Yunus'un oğlu Temel'in pısırıklığı, Itır Esen'in sahte öksürükleri, Vecihi'nin seviyorum veriyor musun şarkısı.

 Neşeli Günler; sirke-limon kavgasından ayrılan Minur Özkul-Adile Naşit yıllar sonra tekrar biraraya geldiği film. Rahmetli başkan kennedy, taçsız kral pele, backenbauer, kaleci mayer, nadia comaneci, brigitte bardot, Fenerbahçe'li Cemil yani Atma Ziyaaa desek yeter galiba.

Bizim aile ise Yaşar usta'ın fabrikatöre verdiği efsane ayardan hatırlarsınız. Bana bak beyim ile başlar dokunma yavruma dokunma gelinime diye biter. Tuzu verir misin feride abla, baba ben profesyonel oldum, büyüdüler yaşar bey büyüdüler, annem bi buttan fazlasını göndermedi. Nasıl unutulur bu replikler!

Bir de bu güzel dramla komedinin içiçe geçtiği filmlere ek bence dram anlamında en yüklü filmi de boş geçmemek lazım. Aile Şerefi çocukluğumda izlediğim en kasvetli filmlerden.Bütün bu filmlerin ortak noktası fakir ama gururlu küçük ailelerin sevgiyle dayanışmayla hiçbir zaman yıkılmayacaklarını bize çocukken öğretmiş olmaları.


9 - UZAK
Yakın zamanda Kış uykusu ile Cannes'da altın palmiyeyi alarak sinema tarihimize altın harflerle yazılan Nuri bilge Ceylan'ın bence en iyi filmi (Kış uykusunu henüz izlemedim, o hariç diğerleri içinde diyelim). Karlar altındaki müthiş istanbul fonunda birbirinden uzak iki kişinin muhteşem anlatımı.

10 -HACİVAT KARAGÖZ NEDEN ÖLDÜRÜLDÜ?
Bu listede olması en garip gelen film olabilir ama bence Ezel akay'ın 2005 yapımı Hacivat Karagöz neden öldürüldü filmi sinema tarihimizde değeri anlaşılmamış nadir yapımlardan biri. Öncelikle Haluk Bilginer, Beyazıt Öztürk, Ayşen Gruda, Güven Kıraç, Şebnem Dönmez gibi sağlam oyuncu kadrosuyla tarihimizin en büyük değerlerinden Hacivat Karagöz ekseninde onları anlatırken asıl mizah ile politikanın amansız savaşını anlatması ve osmanlının kuruluş zamanını çok iyi yansıtması bu listeye girmesini sağlıyor. Filmin tek kusuru ses miksajı olabilir. Bu yüzden sanırsam hakettiği ilgili ve onuru görmedi zamanında.

BONUS 11 – ZÜĞÜRT AĞA
Dedim ya kimi listeye alsam dışarıda kalanlara içim acıyor diye. Şener Şen'in yine efsane oyunculuğuyla bir başyapıt. Zamanın anadolu hiyerarşisinin kapitalizm karşısında nasıl çöktüğünün en büyük ispatı. Tam bir anadolu çözümlemesi. Eğer sosyoloji okusaydım eminim bu film üstüne doktora yazardım. Sosyologlar için tam bir vaha.

BONUS 12 – MAVİ BONCUK
Minur Özkul, Zeki Alasya, Metin Akpınar, Tarık Akan, Kemal Sunal, Halit Akçatepe, Adile Naşit ve Emel Sayın. Türk sineması bu kadrodan daha iyi bir kadro gördü mü acaba? Psikoloji literatüründe Stockolm sendromu olarak geçse de ben Mavi Boncuk sendromu demeyi tercih ederim.

BONUS 13 – CANIM KARDEŞİM
Kahraman, Kahraman canım kardeşim. Televizyonda çizgi film izlemenin bu kadar insanı burkacağı kimin aklına gelir. Hele o Cahit Oben'in bestesi. müziğiyle bile listeye girmesi yeter.
 




*
Share/Save/Bookmark

25 Haziran 2014 Çarşamba

Tek kişiden game of thrones karakterleri






*
Share/Save/Bookmark

18 Haziran 2014 Çarşamba

Sınırsızlar Kulübü

Bu sene akademi ödüllerinde başta en iyi film olmak üzere 11 dalda adayık kazanıp oskar tarihinde nadir yaşanan en iyi erkek ve yardımcı erkek ödüllerini kapan Dallas Buyers Club bu yılın bence hakkı yenen yapımlarından. Zaten son yıllarda özellikle en iyi film dalında oldukça eleştiriye tutulan akademi bu yıl da her ne kadar 12 yıllık Esaret favori olup kazansa da bence diğer filmlerde göz önünde bulundurulduğunda en iyisi olmaya aday bir filmdi.
Öncelikle filmin ana kahramanı Ron Woodroof'un gerçek hikayesinden yola çıkıldığını söyleyelim. Genel olarak sinemada" based on a true story" hikayeler nedense oldukça derinden etkiler beni. Diğer kurmaca filmler her ne kadar gerçek olabilecek kadar gerçeksi olsa bile gerçek bir hikayenin yarattığı etkiyi yaratmıyor bende. Eğer içinde yoğun dram varsa özellikle kahramanla direk bağ kurarak empati yanı ağır basıyor. Belki bu durum perdede gösterilen dramaya olumsuz etki de yaratadabilir. Karaktere, konuya, mekana girilmesini engelleyebilir. Bir bakıma kurmaca filmden çok belgeselvari bir izlenceye dönüşme ihtimali doğuyor. İşte burda esas filmin kalitesi ortaya çıkıyor. Ne kadar konuyu ve ya kahramanı içselleştirseniz de film kurmaca yanını koruyabiliyorsa başarılı bir uyarlama olduğu ortaya çıkar. Yani kısacası gerçek hikayelerden beslenen yapımlarda izleyici kurmacanın kalitesini anlamak için soyutlamak yerine içselleştirmesi işe yarayabilir. Ya da ne bileyim sadece bende işe yarıyor da olabilir.
Yukarıda da bahsettik Ron Woodroof'un gerçek hikayesinden yola çıkılarak senaryosu oluşturulan Dallas Buyers Club(Sınırsızlar Kulübü) yapım süreci de hayli ilginç geçmiş. 90'ların başında yazımına başlanan senaryo Woodroof'la yapılan söyleşiler ve günlüklerinden yararlanılarak oluşturulmuş. 90'ların ortasında filme çekilmesi gündeme gelmiş ama maddi durumlar yüzünden proje hep ileri bir tarihe ertelenmiş. Taki 2013 yılında başrol oyuncusu sorunsalı çözülerek rol Matthew McConaughey'e teslim edilmiş. Öncesinde Woody Harrelson, Brad Pitt, Ryan Gosling gibi adaylar üzerinde çokca durulmuş ama en son McConaughey de karar kılınması oldukça isabetli olmuş. Bunun nedeni de hem fiziksel anlamda McConaughey'in Woodroof'a benzemesi hem de güneyli aksanı için Teksas doğumlu bir aktörün seçilmesi gerekçilik anlamında işe yaramış. Özellikle method oyunculuğu bakımından McConaughey biçilmiş bir kaftandı ve rolü için 23 kilo vermesi işine ne kadar tutkuyla bağlı olduğunun bir ispatı. Yine aynı şekilde Jared Leto'nun da hakkını yememek lazım. O da Aids'li eşcinsel Rayon rolü için 13 kilo vermiş. Hatta Jared Leto için ayr bir parantez açmak isterim. Filme başlarken oynadığını bliyordum ama hangi rol olduğunu bilmediğimden sürekli ne zaman çıkacak diye bekledim. Rayon'u izlerken de ben bu adamı bir yerden tanıyorum diye dövündüm durdum katiyen Leto bu olabilir hissine kapılmadım, abartı değil anca film bittikten sonra credits de anlayabildim. McConaughey ile birlikte en iyi oyuncu oscarları yanı sıra Altın küre olsun, oyuncular derneği ödülleri olsun, Spirit ödülleri olsun piyasada nerdeyse bütün oyunculuk ödüllerini toplamaları ne kadar kaliteli iş yaptıklarının da bir ispatı.
Filmden bahsedelim biraz. Ron Woodroof tam teksaslı protipine uygun çizmeleri, büyük tokalı kemeri, kovboy şapkasıyla tam bir yürüyen klişe. Maço tavırları, homofobik görüşleri, uyuşturucu, alkol ve seks müptelası bir hayata sahip. Zaten bunun sonucu 80lerin ortasında dünyaya yayılan HIV virüsüne kapılıyor. O zamanlar tıp dünyası bu yeni hastalık ile tanışma halinde. Toplumda da eşcinsel ilişkilerin sonucu olduğunu dair genel bir kanı yer etmiş. Bizim homofobik kahramanımız da ilk başlarda bu hastalığı eşcinsel ithamıyla birleştirip inkar yöntemine başvuruyor ama hastalığının ilerlemesiyle bir nevi aydınlanma yaşayarak hastalık hakkında geniş bilgi sahibi olmaya başlıyor. O yıllarda AIDS tedavisi için henüz emekleme aşamasında olan ilaç sektörü yüksek toksin barındıran AZT isimli ilaç ile hastalığın tedavisi mümkün kılınmaya başlıyor. Ama asıl sorun burada ortaya çıkıyor ve film hasta adam hikayesinden çıkarak sistem eleştirisi rayına oturuyor. Piyasa da satan en pahalı ilaç olması, insanların tedaviden yararlanması için denek olmaları (ki deneklerin yarısı plasebo ilaçlarının etkisinde tedavi olamama durumunu da var,yani bir nevi piyango) ilaç sektörünün ne kadar acımasız olduğunu vurguluyor. Özellikle Amerikan Gıda ve İlaç Kurumu'nun büyük ilaç şirketleri tekelinde kararlar alması, alternatif tedavi yöntemlerinin göz ardı edilmesi vahşi kapitalizmin en büyük göstergelerinden biri olarak yüzümüze bir tokat gibi çarpıyor. Milyonlarca insanın umutsuzca ölümü beklerken ilaç şirketinin borsada hisselerinin yükselmesi vahşi kapitalizm değil de nedir?
Bu sisteme Teksas’lılığının vermiş olduğu cesaretle yasalardaki boşluklardan yararlanarak kendince bir sistem kuruyor Woodroof. Meksikada daha çok merdiven altı tabir edilebilecek küçük bir hastanede AZT'nin ne kadar zararlı olduğunu ve asıl vitaminler ve benzeri bağışıklığı güçlendirici ilaçlarla hastaların daha iyi olabildiğini keşfeden Woodroof yurtdışından kaçak ilaçlar getirerek filme isim olan Dallas Buyers Club'ı kuruyor. Genelde yabancı film isimlerine skandal çeviriler yaparlar ama bunda tam cuk oturmuş. Sınırsızlar Kulübü. Yani üyelik bedeli karşılığında kulüp üyeleri sınırsız ilaç alma hakkına sahip. Woodroof’un bundaki amacı yasadaki boşluktan yararlanmak. Kağıt üzerinden kendi hastalığı için ilaç bulundurması ve ilacı satmaması işlerini ilerletmesini sağlıyor. Tabi vahşi kapitalizm bu kendine tehdit herşeyi yoketme hırsında olduğundan işin içine adalet sisteminin yozlaşması da eklenine Woodroof kendini büyük bir mücadelenin içinde buluyor. Zaten hali hazırda hastalığının getirdiği yaşam savaşına ek olarak bunları yaşaması gerçek hikayedeki Woodroof'a sonsuz saygı duymaya itiyor insanı. Doktorların bir aylık ömrü kaldı demesine rağmen bu iki koldan savaş kendisini bitiriyor ve hastalığının 7. yılında aramızdan ayrılıyor. 
Dediğim gibi 12 yıllık Esaret de her ne kadar iyi bir yapım da olsa bence bu yılın oskar adayları arasında en iyi filmdi ve oyunculuklarına gösterilen saygı gibi filme de gösterilmeliydi.



*
Share/Save/Bookmark

11 Haziran 2014 Çarşamba

“Tinkerbell: Gizemli Kanatlar'ın yapımcılarından zamanda yolculuk

“UÇAKLAR”
VE
“TINKERBELL: GİZEMLİ KANATLAR”IN
YAPIMCILARINDAN
ZAMANDA YOLCULUK 3-D
SAVING SANTA

YEKTA KOPAN SESLENDİRMESİYLE – TÜRKÇE DUBLAJ
BİR MİR YAPIM SUNUMU – MİR YAPIM DAĞITIMIYLA
Gösterim Tarihi: 11 Temmuz 2014
YAPIM NOTLARI

Synopsis

Evvel zaman içinde Noel Baba, birkaç elf ve küçük bir atölyeden ibaret mütevazi kasabasında yaşamaktadır. Aradan geçen binlerce yılda, yılbaşında hediye bekleyenlerin sayısı katlanarak arttığı için Noel Baba bazı değişiklikler yapmak zorunda kalır. Santek adındaki şirkette çalışmakta olan en zeki Elf’ler,kuzey kutbunu gizleyecek bir hologram ve Noel Baba’nın her evi bir gecede dolaşarak dünyanın dört bir yanında yaşayan çocuklara oyuncaklarını dağıtabilmesini sağlayacak bir zaman makinesi yaparlar. Mucit ise, Santek’in bir parçası olmayı hayal eden ancak asıl görevi Noel Baba’nın ren geyiği ahırını temizlemek olan bir Elf’tir. Her sene yılbaşı gününde Santek, her Elf’e kendi icatlarını sunma ve icadın kabul görmesi durumunda ise seçkin Elf’lerden olma imkanı sunmaktadır. Geçmişte her sene başarısızlığa uğramış olan Mucit, bu sene insanların en mutlu yılbaşı anılarını okuyup, bunu tekrar tekrar keyifle yaşamalarını sağlayan yepyeni icadıyla hayallerinin gerçek olabileceğine inanmaktadır. Ama meraklı bir Elf yüzünden Mucit’in icadı elektriklerin kesilmesine neden olarak bozulur. Kuzey Kutbu’nu gizleyen hologram da sözkonusu bu kesintiden nasibini alır. Dış dünyaya karşı gizliliğini yitiren Kuzey Kutbu, yıllardır Noel Baba’ya kin besleyen Bay Hızlı Taşıyıcı ve annesi tarafından tespit edilir. Dünyanın en büyük taşımacılık şirketinin sahibi olan anne-oğul, Noel Baba’nın kızağının sırrını kendileri için istemektedir ve onları durdurabilecek tek kişi ise Mucit’tir...


Yapım Hakkında

Yılbaşı adeta sihirli bir zamandır. Bir gecede Noel Baba dünyanın dört bir yanındaki sayısız çocuğa Elf’ler ordusu ve çok özel ren geyiklerinin yardımıyla hediyeler dağıtır. Ama ZAMANDA YOLCULUK söz konusu bu sihirin ardında bilimin olduğunu gözler önüne sermekte...

ZAMANDA YOLCULUK filminde, Noel Baba’nın Kuzey Kutbu’nda yer alan atölyesi binlerce yıldır varlığını sürdürmektedir. Başlangıçta Noel Baba ailesinin ve bir avuç Elf’in yaşadığı dünya, küçük kulübeler ile ren geyiği ahırı ve küçük bir oyuncak atölyesinin yer aldığı mütevazi bir dünyadır. Ancak yıllar geçtikçe dünyadaki nüfus artışına paralel olarak Noel Baba’nın yılbaşında dünya çocuklarına sorumlulukları da artmıştır. Tıpkı yılbaşının sihirli bir yanı olduğu gibi Noel Baba’nın da sihirli güçleri vardır ancak talepleri karşılamaya yetmemektedir. Böylece Noel Baba kendi teknoloji şirketi Santek’i, yılbaşı sabahı tek bir çocuk uyanmadan once tüm dünyada ki çocuklara hediyelerini dağıtmasını sağlayacak teknolojiler geliştirmesi için kurar. Zaman Küresi dünya çocuklarının hediyelerini yılbaşında dağıtabilmesi için Noel Baba’ya dilediği kadar zamanda geri yolculuk yapmasını sağlamaktadır.

ZAMANDA YOLCULUK filminin ana fikri Tony Nottage’ya aittir. Yazar Ricky Roxburgh’un kaleme aldığı pek çok taslağın ardından senaryo son halini almıştır. Yapımcı Terry Stone “Tony ilk başta bana başka bir fikirle gelmişti” diye anlatıyor ve sözlerine şöyle devam ediyor “Beğendiğim bir fikir değildi ama ona dedim ki; Başka bir fikrin var mı?”. Onun cevabı ise “ Aslında aklımda bir yılbaşı filmi projesi var ve içinde bugüne kadar hiç kimsenin kullanmadığı unsuru içeriyor. Çocukların çoğu 9 ya da 10 yaşına geldiğinde yılbaşının sihirini kaybederler. Ben onlarda bunu yeniden canlandırmak istiyorum” oldu.
Hikâyeyi hayata geçirmek için yapımcılar, daha once Küçük Denizkızı ve Kuğu Prenses gibi animasyon klasiklerinde çalışmış olan ve ZAMANDA YOLCULUK filmi ile yönetmenliğe başarılı bir adım atacak olan Leon Joosen’un kapısını çalarlar. Stone : “ Animasyon dünyasına yeni bir soluk getirecek birilerini arıyorduk ve bizce Leon tam da aradığımız kişiydi”diye devam ediyor ve sözlerini şöyle bitiriyor: “Bence Leon animasyon dünyasının yükselen yıldızı. O bir deha.”

ZAMANDA YOLCULUK filminin kahramanı Mucit, Santek’e girip icat yeteneklerini kullanmayı hayal eden bir Elf’tir. Ancak ona küçük bir çocukken seçilen rol bu standarttan uzaktır. Mucit ahırlarda çalışmakta, Noel Baba’nın kızağının ve en iyi arkadaşı Benekli’nin de aralarında olduğu ren geyiklerinin bakımından sorumludur. Ancak az da olsa bir umut vardır. Her sene, yılbaşı gününde Santek her Elf’e kendi icatlarını sunma ve icadın kabul görmesi durumunda ise seçkin Elf’lerden olma imkanı sunmaktadır. Geçmişte her sene başarısızlığa uğramış olan Mucit, bu sene insanların en mutlu yılbaşı anılarını okuyup, bunu tekrar tekrar keyifle yaşamalarını sağlayan yepyeni icadıyla hayallerinin gerçek olabileceğine inanmaktadır. Ama Santek Elf’lerinden biri kıskançlık dolu merak dürtüsüyle Mucit’in icadını bir türlü bırakmak istemez ve düşürerek bozar. Mucit’in bozulan icadı elektrik kesintisine neden olur ve bu esnada Kuzey Kutbu’nu perdeleyerek gizleyen hologram devre dışı kalarak, dünyanın en büyük sırrı açığa çıkar.

Film Yapımcıları

TONY NOTTAGE

Tony'nin film ve animasyon tutkusu çok küçük yaşlarda başlamış ve gençlik yıllarında da devam etmiş. Anglia Üniversitesi’ni dereceyle bitiren Tony, kariyerindeki büyük sıçramayı yapıp 2002 yılında kendi şirketi, Creation Stüdyo’yu kurmadan once yıllarca Planlama Müdürü olarak çalıştı.

Creation Stüdyo, Tony’e hem animasyon hem de film yapımcılığı alanına duyduğu ilgisini ve aynı zamanda bu alanda ki tekniğini geliştirmesini sağladı. Film endüstrisindeki en büyük şansı 2007 yılında Terry Stone ile tanışması oldu. Pek çok yeteneğinin yanı sıra Tony aynı zamanda çoşkulu bir yazar ve yapımcıdır.


TERRY STONE – Yapımcı

Terry Stone oyunculuk kariyerine Mayıs 2003’te Billy Murray, John Altman ve Martin Hancock ile düşük bütçeli kült bir gangster filmi olan Hell to Pay adlı filmed, başrollerden birini oynayarak adım attı. O günden sonra dünyaca ünlü Meisner tekniği ile çalışarak oyunculuk kariyerine odaklandı. Doğal oyunculuk tarzı İngiltere’nin Eastenders, My Family ve The Bill gibi en sevilen pek çok büyük televizyon dizisinde ve One Man And His Dog gibi oldukça keyifli fantastik sinema filminde ve BAFTA adayı ve Raindance Film Festivali’nde ödül kazanmış Rollin' With The Nines gibi filmlerde oynamasını sağladı.

LEON JOOSEN – Yönetmen

Leon Kanada’da büyümüş ancak California Sanat Enstütüsü’ne gitmek için Amerika’ya gitmiştir. Mezun olduktan sonra, sektördeki ilk işi Los Angeles’ta yer alan Marvel Productions’da çizgi karakter yaratıcısı olan Stan Lee ile birlikte çalıştıkları Muppet B



abies adlı bir televizyon şovu olmuştur.

Sonrasındaysa Leon, The Little Mermaid ve Oliver And Company gibi filmlerde Disney çizgi karakter yaratıcısı olarak görev almış, akabinde ise kariyerine Roy Disney ile “Unicef” için Kuzey Amerika ve Afrika’daki çekilen filmlerle devam etmiştir.

Daha sonrasındaysa Leon, yönetmen Ivan Reitman ile bir sene boyunca Dreamworks’te live action animasyon olan Wish adlı filmde çalışmış, ardından Scooby Doo 1 & 2, Dr. Doolittle 2 ve Aliens In The Attic for RHYTHM and HUES gibi diğer live/action animasyon filmlerinde yönetmenlik yapmıştır.

Günümüzde Leon New York’ta yaşamaktadır.

AARON SEELMAN – Yönetmen

Aaron Seelman’ın filmcilik kariyeri, New York’un prestijli okulu Tisch Sanat Okulu’nun 4 yıllık eğitim veren Sinema ve Televizyon bölümüne kabul edilmesiyle başlar. Mezun olduktan sonra Los Angeles’a taşındı ve kısa zaman içerisinde dünyanın en ünlü karakter ve markalarının projelerinde editor olarak çalışmaya başladı.

Bunların ilki Garfield animasyon filminin yaratıcısı Jim Davis’e ait olan GARFIELD GETS REAL idi. Aaron bu filmin hemen ardından LEGO için pek çok projede çalışmaya başlamadan once yine iki animasyon Garfield filminde de çalıştı. LEGO’ya yaptığı işler arasında çizgi film kanalında da yayınlanmış olan çok başarılı olmuş HERO FACTORY serisi sayılabilir. Bunu pek çok başarılı iş takip etti. Mattel için iki BARBIE filmi takip etti ki, söz konusu filmler Mattel’in entertainment bölümünün amiral gemisi olmuştur. Aaron, televizyon için yaptığı çalışmalar ve pek çok özel projelerinin yanı sıra, editor olarak toplamda 10 filmde editörlük yapmıştır.


*
Share/Save/Bookmark

5 Haziran 2014 Perşembe

100 Yıl 100 Film


FUAT Uzkınay tarafından 1914’te çekilen ‘Ayestefanos’taki Rus Abidesi’nin Yıkılışı’ adlı belgesel ile tarihi yolculuğuna başlayan Türk sineması, bu yıl 100’üncü yaşını kutluyor. Kültür ve Turizm Bakanlığı’nın kutlama etkinlikleri dolayısıyla hazırladığı proje kapsamında akademisyenler, meslek birlikleri ve sivil toplum kuruluşları Türk sinemasının en önemli 500 filmini belirledi. Bakanlık bu sayıyı 300’e indirerek, halkın oylamasına sundu. Oylama, 1 Eylül tarihine dek şu web adreslerinde sürecek: www.100yil100film.gov.tr ve www.yuzyilyuzfilm.gov.tr *
Share/Save/Bookmark

25 Mayıs 2014 Pazar

32 yıl sonra aynı poz, Türk Sinemasının gurur anı

Hani klişe bir laf vardır ya, birlik ve beraberliğe en çok ihtiyaç duyduğumuz şu günlerde diye başlar. İlk defa gerçekten bu kadar birlik ve beraberliğe ihtiyaç duyduğumuz, deyim yerindeyse kan ağladığımız bu günlerde yüzümüzü güldürecek haber geldi Cannes'dan. 
Twitter'da biri yazmış,çok hoşuma gitmişti. "Soma,Okmeydanı,deprem,Köln,Cannes   şizofren olmamak elde değil". Aynen bu yoğun gündemde her günü olaylı bu ülkede biraz olsun nefes almamız gerekliydi ve Ceylan sağolsun yoğun acılar sırasında küçük bir mola alabildik.
İlk gösterildiği andan itibaren bütün sinema yazarlarının ortak görüşü bir başyapıt olması üzerineydi. Zaten Cannes için Nuri Bilge Ceylan yeni tanınmış biri değildi.Gediklisi sayılabilirdi artık. Daha öncesinde Uzak filmiyle  juri büyük ödülü ve genç yaşta kaybettiğimiz Mehmet Emin Toprak'a en iyi erkek oyuncu ödülü kazandırmıştı. Sonrasında Üç maymun ile en iyi yönetmen ve Bir Zamanlar Anadolu'da ile yine juri büyük ödülünü almıştı. 
Yılmaz güney'in Yol filminden 32 sene sonra büyük ödüle ulaşan Nuri bilge Ceylan'a sonsuz teşekkürler.Türk Sinemasının 100. yılında böyle büyük bir onura erişmek her yönetmene nasip olmaz.
Bu yıl 67.'si düzenlenen Cannes film festivalinde kazananlar ise şöyle,
Ana Yarışma Bölümünde;
  • Altın Palmiye: Kış Uykusu (Nuri Bilge Ceylan)
  • Jüri Büyük Ödülü: Le Meraviglie (Alice Rohrwacher) 
  • Jüri Özel Ödülü: Mommy (Xavier Dolan) / Goodbye to Language (Jean Luc Godard)
  • En İyi Yönetmen: Bennett Miller (Foxcathcer)
  • En İyi Kadın Oyuncu: Julianne Moore (Maps To The Stars)
  • En İyi Erkek Oyuncu: Timothy Spall (Mr. Turner)
  • En İyi Senaryo: Leviathan (Andrey Zvyagintsev, Oleg Negin)
  • Altın Kamera Ödülü: Party Girl (Marie Amachoukeli-Barsacq, Claire Burger, Samuel Theis)
  • En İyi Kısa Metraj Film: Leidi (Simon Mesa Soto)

Belirli bir Bakış Bölümünde;
  • En İyi Film: White God (Kornél Mundruczó)
  • Jüri Ödülü: Turist (Ruben Östlund)
  • Belirli Bir Bakış Özel Ödül: The Salt of the Earth (Wim Wenders, Juliano Ribeiro Salgado)
  • En İyi Oyuncu Ödülü: David Gulpilil (Charlie’s Country)
  • Toplu Performans Ödülü: Party Girl (Marie Amachoukeli, Claire Burger, Samuel Theis)

FIPRESCI Ödülleri;
  • Yarışma: Kış Uykusu (Nuri Bilge Ceylan)
  • Yönetmenlerin 15 Günü: Love at the First Fight (Thomas Cailey)
  • Belirli Bir Bakış: Janjua (Lisandro Alonso)
*
Share/Save/Bookmark

23 Mayıs 2014 Cuma

THE ANGRIEST MAN IN BROOKLYN



SİNOPSİS
Komedi esintileri taşıyan bir drama. THE ANGRIEST MAN IN BROOKLYN, en hafif tabirle mutsuz bir adam olan Henry Altmann'la (ROBIN WILLIAMS) başlar. Aşırı huysuz dış görünümüne karşın, Henry'nin bu sertliğinin ardında kesinlikle başka sebepler var. Bu "yaşam içinde bir gün" hikayesinde Henry Altmann'ın günü kötüleşmek üzere. Bir araba kazasının ardından kendini bir çılgınlığın içine soktuktan sonra, Henry bir doktorun muayenehanesinde sabırsız bir şekilde otururken, kendisi de kötü bir gün geçirmekte olan Doktor Sharon Gill (MILA KUNIS) onu kabul eder. Fazla çalışmış, duygusal açıdan tükenmiş ve doktorluğun gerçeği yüzünden hayal kırıklığına uğramış olan Sharon, Henry'de beyin anevrizması olduğunu açıklar. Henry'nin öfkesiyle ve ona ne kadar vaktinin kaldığını söylemesini isteyen bağrışlarıyla karşılaşan Sharon, aniden ona sadece 90 dakika ömrü kaldığını söyler. Haber yüzünden sarsılan Henry, muayenehaneden koşarcasına çıkarak Sharon'ı bir anlık muhakeme eksikliği ve hayal kırıklığıyla yaptığı şey yüzünden afallamış hâlde bırakır. Sharon onu yakalamak için dışarı koşar ama Henry ortada yoktur. Henry şaşkınlık içinde bu ani teşhisle boğuşurken, hayatta nefret ettiği şeyler ve hayatı boyunca incittiği insanların gittikçe büyüyen listesini düşünmeye başlar. Henry, erkek kardeşi Aaron'la (PETER DINKLAGE) konuştuktan sonra yanlışlarını düzeltip eşi Bette (MELİSSA LEO) ve oğlu Th

omas'a (HAMISH LINKLATER) karşı hatalarını telafi etmeye karar verir. Ancak ikinci şanslar için çok geç olduğunu fark eder. Eşi boşanmaya hazır. Kendinden uzaklaştırdığı oğlu ise telefonu bile açmıyor. Bu arada suçluluk duyan ve bir hastanın ölüm cezasıyla kapıdan çıkmasına izin verdiğini fark eden Sharon, yanlışını düzeltmek için çılgınca Henry'yi aramaktadır ama onun daima bir adım gerisindedir. Sonunda Henry'yi Brooklyn Köprüsü'nden atlamaya hazır bir hâlde bulur. Hem Henry hem de Sharon bütün günlerini, yaptıkları hataların peşinden koşarak ve işleri düzeltmeye çalışarak geçirirlerken film, kaderin cilveleri ve yaptığımız seçimlerin sonuçları hakkında açıklayıcı ve rastlantılara dayanan bir öykü anlatır. Daniel Taplitz'in yazdığı ve Phil Alden Robinson (Düşler Tarlası) THE ANGRIEST MAN IN BROOKLYN, bizleri dürüstçe şu teorik soruyla yüzleşmeye zorlar: "Hayatınızda önemli olan nedir? Sizin için önemli olan nedir?"


PRODÜKSİYON NOTLARI
Her birimizin tanıdığı bir Henry Altmann vardır. Çabuk öfkelenen, en küçük bir rahatsızlıkta şalteri atan biri. Ancak muhtemelen bizler de zaman zaman Henry Altmann'a benzer tavırlar göstermişizdir. Çoğu kişi kendine hâkim olsa da Henry nasıl davranılması gerektiği hakkındaki sözlü olmayan sayısız sosyal kuralı çiğner. Bazılarımız onun kurallara karşı bu umursamazlığını özgürleştirici bulsak da Henry sevdiği insanlara karşı davranışlarını daha çok umursamaya başlar. Tanımlanabilir bir karaktere dayanan THE ANGRIEST MAN IN BROOKLYN, aslında yapımcı Bob Cooper'ın dikkatine sunulan bir İsrail filminden doğdu. Cooper; HBO Pictures, Tri-Star ve Production of Dreamworks'ün başkanı olduktan sonra ve Landscape Entertainment'ı yaratmadan önce yıllardır Steven Spielberg'e bağlı olarak yapımcılık yapıyordu. Yapımcı arkadaşı Dan Walker filmin konusunu anlatınca, Cooper hemen kendisine 92 dakika sonra öleceği söylenen bir adamın benzersiz bakış açısını yakalama fikrine kapılır. Cooper şöyle der: "Bu fikri benimsedim çünkü arkasındaki içerik gücünü anladım. "92 dakika veya 92 yıl yaşarsanız, bunlar zamandaki, sonsuzluğa komşu olan küçük anlardır. Öfke, kıskançlık, boş işler ve çekişmeyle zaman harcamamamız gerektiğini düşünürsünüz." Ama bunları yaparız. Bu film önceliklerimizi doğru belirlemediğimizi ancak bu adamın dakikalar içinde neyin önemli olduğunu bulması gerektiğini gösteriyor çünkü ilelebet dünyada kalmayacağını kesin olarak biliyor. "Dan Walker ve Bob Cooper arasındaki konuşmadan yapımcıların filmi çekmeye başlamasına kadar 12 yıl geçti." Daha önce yabancı bir ülkeye ait bir filmin uyarlanmasında senarist Dan Taplitz'le çalışmış olan Cooper'ın, Taplitz'in bu yeni projenin arkasındaki konseptin Amerika'da ve bütün dünyada tutmasını sağlayacak bilgiye sahip olduğuna güveni tamdı. Sadece film hakkındaki bilgiyi okuduktan sonra bile, anlatabileceği hikaye Taplitz'in ilgisini çekmişti. Taplitz şöyle demişti: "Bir adamın muayenehaneye gidip iki saatten az ömrü kaldığını öğrenmesi fikri çok hoşuma gitti. Bana çok hitap etti çünkü yirmili yaşlarımdayken benzer bir deneyim geçirmiştim. Kanser olduğum ve altı ay ömrüm kaldığı söylenmişti. Şu anda hayatta olduğum ortada ama o anı asla unutmayacağım. O özel deneyim hakkında bir şey yazmayı hiç istememiştim ama bu film bana, hayatımın o kısmı hakkında bir şeyler söylemek için harika bir fırsat olur gibi geldi." Günde birkaç sayfa yazan Taplitz, dikkat çekmeye başlayan senaryoyu tamamladı. Anlatılan hikayeye daha büyük bir bakış açısı kazandırmak için Taplitz filmi anlatan üçüncü bir kişi kullandı. Taplitz şöyle demişti: "Hikayeyi güçlendiren o eldeki malzemeyle uyumlu olduğunu gördüğüm bir teknikti". Taplitz'e göre her erkek Henry gibidir. Karakteri ilişkilendirilebilir kılan özellikleri ve kusurları ortaya çıkarmak onun için çok önemli. "Henry herkesin hissettiği şeyleri bir üst boyuta taşıyor. Duyguları bu çevredeki her şey tarafından, küçük aşağılanmalar tarafından tetikleniyor. Ama o tetiklenmeler herkeste mevcut. Sadece çoğumuz onları yutup yaşamımıza devam ediyoruz." Taplitz'in senaryosu ve karakteri geliştikten sonra, Akademi Ödülü® adayı yönetmen Phil Alden Robinson projeye dâhil oldu. Robinson, Taplitz'in senaryosunu iki yıldan fazla bir zaman önce okumuş ve hissettiği duyguların paralelliği onu anında cezbetmişti. Robinson, "Henüz belki üç sayfa yazmıştım ki neredeyse gözyaşları içinde gülmekte olduğumu fark ettim" demişti. "Gittikçe güzelleşiyordu. Senaryoya âşık olmuştum ve bu filmi çekmek gerektiğini düşünüyordum."

Bu kadar öfkeli birini oynama fikri Williams'ı cezbetmiş. Williams bu konuda "Oldukça cesaret isteyen bir işti. İnsanlar bana 'Ne kadar tatlısın' diyor" demişti. "Ama bu adam tatlı değil. Öfkeli biri. Üstelik 90 dakika ömrü kaldığı söylendiğinde risk daha da artıyor. Benim açımdan Henry'yi oynamak büyük bir rahatlamaydı." Filmde Williams alaycılıktan fiziksel temasa kadar farklı öfke seviyelerini açıklıyor. Williams: "Oynadığım karakter yıllardır öfkeli. Oğlu öldükten sonra daha da kötü olmuş. Dibe vurmuş. Eşinin filmde dediği gibi, eskiden etkileyici ve pislikken artık sadece pisliğin teki. Ve artık hiçbir şey ona doğru gibi gelmiyor.
"Williams, Henry Altmann'ı geliştirmenin, "iç popo deliğini bulmada çok faydalı" olduğunu söylemişti. Bu kadar pişmanlık bilmeyen birini oynamak, Williams için çok özgürleştiriciydi çünkü "İnsanlar doğal bir hayatta kalma mekanizması olarak o yönlerini örtbas etmeye çalışırlar" demişti. "Ana kadronun her bir üyesi ya Akademi Ödülü'ne® ya da Altın Küre'ye® aday gösterilmiş veya onu kazanmıştı. Mitchell bir yapımcı olarak ortada öyle bir yetenekler topluluğu olduğunu hissetti ki geriye izlemekten başka bir şey kalmamıştı. Mitchell: "Hepsi harikaydı. Hepsi bu projeyi çok seviyor çünkü hepsi de uzun zamandır projenin içinde."
Robinson: "Henry'yle buluştuğumuzda konu, bir insanın yaşayabileceği en korkunç gün hakkında oluyor. Robin bu rolü çok güçlü bir dürüstlük, gerçekçilik ve açıklıkla oynuyor ve bunu izlemek harika." Duygusuz bir 90 dakika yaşam beklentisi teşhisiyle Henry'ye aklın alabileceği en kötü haberi verip dünyayı başına yıkan kişi de Mila Kunis'in canlandırdığı Doktor Sharon Gill.

Kunis de senaryoyla yıllardır ilgileniyor. Bunun birçok kişinin, hayatının bir aşamasında düşündüğü bir kavramın alışılmadık bir yorumu olduğunu düşünüyor. Robinson: "Sharon bezgin, fazla çalışmış, çok gergin ve genç bir doktor. Yaşamı, Henry'nin yaşamıyla iç içe geçiyor. Hayatının bu en kötü gününde Henry'ye sırf muayene odasından çıkıp gitsin diye 90 dakika ömrü kaldığını söylüyor. Kunis: Bence o, iyi niyetli bir kız. Hep iyi niyetli olmuş ama yaşamına ve kariyerine bir zamanlar duyduğu tutkuyu kaybetmiş. Yanlış yola sapıp hatalı kararlar almış ve Henry'yle karşılaşana kadar kendisini nasıl toplayacağını bilememiş." Sharon ve Henry arasındaki ilişki, filmde anlatıldığı kadarıyla kriz hâlindeki iki kişi karşılaştığında nasıl olursa öyle. Bir hastasına bu kadar vurdumduymaz bir teşhis koyarak korkunç ve sorumsuzca bir hata yaptığını fark eden Sharon, Henry'yi bulup hayatını kurtarmak için bir yolculuğa çıkıyor. Kunis: "Bu deneyim sırasında, kulağa ne kadar ucuz gelse de Henry onu kurtarıyor ve kendisinin daha değerli olduğunu ona fark ettiriyor. Çünkü bence canlandırdığım karakterin senaryo boyunca bocaladığı sorun, daha iyisini hak ettiğine inanmaması. Henry'yi fiziksel olarak kurtarmaya çalışması, onun da Sharon'ı gerçek mutluluk yoluna sokması hikayeye çok güzel bir bakış açısı katıyor." Henry Sharon'ın yanından ayrıldıktan sonra ilk iş olarak, Peter Dinklage'ın canlandırdığı erkek kardeşi Aaron'la birlikte işlettiği hukuk firmasına gider. Önceleri Henry'nin aniden hayatı sorgulamaya başlamasıyla kafası karışan Aaron, ağabeyinin bu tuhaf davranışını Sharon Henry gittikten hemen sonra oraya gelene dek göz ardı eder. Sharon ona Henry'nin durumunu söyleyince Aaron'ın ağzı açık kalır ve geç olmadan Henry'yi bulma konusunda Sharon'la güçlerini birleştirir. Dinklage: "Aaron ağabeyinin onun için ne kadar önemli olduğunu, onu kaybetme ihtimali baş gösterdiğinde fark ediyor. Onu kanıksamış ve bence bu, hepimizin yaptığı bir şey. Birbirimize gerektiği gibi bağlanmıyoruz. Ağabeyinin yolculuğu, kendi hayatında neyi değiştirmek istediğini merak etmesini sağlıyor." Robinson: "İlk başlarda filmi Toronto'da çekmemiz önerilmişti. "Toronto'yu seviyorum. Harika bir şehir ama Brooklyn'in eşsiz bir yer olduğunu biliyordum. Mimarisi, Arnavut kaldırımlı taşları, yeni binaları, şehir yaşamı, sokaktaki insanların Hasidim'den rapçilere, Jamaikalı Rastafaryanlardan gençlere ve yaşlılara kadar uzanan çeşitliliğini başka bir yerde taklit edebileceğimi sanmam. Beni, filmi Brooklyn'de çekmeye iten de buydu. Filmdeki her sahnenin içinde Brooklyn'in hayatı var."

Film, seyircilere herkesin hayatında hatalar yaptığı, herkesin pişmanlıkları olduğunu ve herkesin kendi ölümlülüğünün farkında olduğu anlayışıyla evrensel bir seviyeden ulaşıyor. Pişmanlık karanlığında yaşamaktansa film kişisel bir telafinin hikayesini anlatıyor. Mitchell: "Bence herkes geriye dönüp hayatı üzerine düşünme fikriyle bağ kurabilir." Cooper: "Ve herkes hoşnutsuz, mutsuz olma ve değişmeye çalışma hissini anlayabilir. Bence insanlar bu karakterlerde kendilerinden gölgeler görüyorlar. Tıpkı hayattaki gibi, bazen acı çekerken gülmekten kendinizi alamıyorsunuz.
Umarım seyirciler filmi izlediğinde gülerler ve etkilenirler. Bu, bir şeyde mizah bulup sonunda etkilenmek demek."
Williams, seyircilerin filmi katartik bulmasını umuyor. Kunis de benzer şekilde seyircilerin filmden ilham almış ve mutlu bir şekilde çıkmasını umuyor. Kunis: "Umarım hayatlarını değiştirme ve onları daha iyi kişiler hâline getirecek kararlar alma isteğiyle çıkarlar."



*
Share/Save/Bookmark

ŞEKER PORTAKALI 23 Mayıs'ta Vizyona Giriyor

  • Vizyon Tarihi:23 Mayıs 2014
  • Yönetmen: Marcos Bernstein
  • Oyuncular: :  Joao Guilherme de Avila, José de Abreu
  • Yapımcı: Katia Machado
  • Senaryo: Marcos Bernstein, Melanie Dimantas
  • Görüntü Yönetmeni:Gustavo Hadba
  • Kurgu:Marcelo Moraes
  • Müzik: Armand Amar
  • Yapım Yılı: 2012
  • Ülke: Brezilya
  • Süre:99 dk.
  • Dağıtım: M3
  • İthalat: Calinos Films

Tüm dünyada 16 dile çevrilerek 19 ülkede milyonlar satan, 20. yüzyılın başyapıtlarından biri olarak kabul edilen Şeker Portakalıromanından uyarlanan MY SWEET ORANGE TREE / ŞEKER PORTAKALI, sevgiyi kendisi bulmak zorunda kalan ve günün birinde acıyı keşfeden küçük bir çocuğun öyküsünü anlatıyor. Film 23 Mayıs'ta vizyona giriyor.
Filmin konusu:
Brezilyalı yazar José Mauro De Vasconcelos'un çocukluğundan derin izler taşıyan hikayede, çok yoksul bir ailenin oğlu olan Zezé, hayatın karşısına çıkardığı sarsıntı ve zorlukları hayal gücünün yardımıyla, yazarak aşabileceğini keşfeder. Yeni taşındıkları evlerindeki portakal ağacı ise, artık en iyi arkadaşı olmuştur.



*
Share/Save/Bookmark

21 Mayıs 2014 Çarşamba

Christian Marclay’in 24 Saatlik Sinematik Başyapıtı Salt Beyoğlu'nda

Christian Marclay’in 24 Saatlik Sinematik Başyapıtı

The Clock 9 Mayıs’ta SALT Beyoğlu’nda açıldı.



SALT’ta Sergi: The Clock
Christian Marclay






9-25 Mayıs
SALT Beyoğlu, Açık Sinema





Sanatçı Christian Marclay’in 2010 tarihli sıradışı video işi The Clock [Saat], 9-25 Mayıs tarihlerinde
SALT Beyoğlu’nda 24 saat boyunca izlenebilecek.

Marclay, The Clock’ta sinema tarihinden zamanın akışına vurgu yapan binlerce sekans kullanır. Kol saati, saat kulesi, çalar saat, hatta guguklu saat görüntüleri orijinal içeriklerinden çıkarılıp kronolojik olarak 24 saatlik gerçek zamanlı bir kurgu şeklinde yeniden düzenlenmiştir. Çok sayıda sinemasal dönem, kurgu, stil ve türün sıralandığı The Clock, birbirinden farklı bu film kesitlerini, zamanın durmak bilmez ilerleyişinin işin hikâyesine dönüştüğü anlamlı bir bütün hâlinde bir araya getirir.

Yerel saate göre işleyen The Clock, bir görüntü deposu olarak her bir dakikayı, ağır dramdan Hollywood türü gerilime, alelade bir iş gününden büyük bir aşka çeşitli sahnelerle göz önüne serer. Ayrıca, gerçek bir saat gibi işleyerek izleyicilere o an günün hangi saatinde olduklarını gösterir. The Clock, dakika dakika sonsuz bir çelişkiyi; zamana kimsenin hükmedemeyeceğini anımsatır.

Üç yıllık yoğun bir araştırma ve çalışmanın ürünü olan iş, “zamanımızın başyapıtı” (The Guardian) ve “tek kelimeyle vurucu” (The Huffington Post) olarak nitelendirildi; 54. Venedik Bienali’nde Altın Aslan ödülüne layık görüldü.

The Clock bugüne dek Londra, New York, Kudüs, Ottawa, Seul, Venedik, Moskova, Toronto ve Los Angeles gibi kentlerde sergilendi. İlk gösterimi Ekim 2010’da Londra’da White Cube’de gerçekleştirilen iş, Ocak 2011’de New York’ta Paula Cooper’da yer aldı. O tarihten bu yana, 2011’de Illuminations sergisi kapsamında 54. Venedik Bienali ile British Art Show: 7 kapsamında Hayward Gallery, Los Angeles County Museum’da (LACMA); 2012’de New York’ta Lincoln Art Center’da; 2013’te San Francisco Museum of Modern Art (SFMOMA) ile New York’ta Museum of Modern Art’ta (MoMA) ve son olarak Guggenheim Bilbao’da (18 Mayıs’a kadar) gösterildi.


Christian Marclay’in işleri, son 30 yıl içerisinde dünya çapında birçok kurumda sergilendi. 2003’te Los Angeles’ta UCLA Hammer Museum tarafından gerçekleştirilen retrospektif sergisi, Kuzey Amerika’da başka kültür kurumlarının yanı sıra Fransa, İsviçre ve Birleşik Krallık’a taşındı. Sanatçının video işlerine odaklanan ve 2007’de Paris’teki Cité de la Musique tarafından hazırlanan Replay adlı gezici sergi, 2008’de Montreal’da DHC/ART’ta açıldı. 2010’da Whitney Museum of American Art, Marclay’in “grafik notaları”nın farklı performanslarla müzisyenlerin yorumuna açıldığı Christian Marclay: Festival adlı kişisel bir sergi düzenledi.

9-25 Mayıs tarihlerindeki The Clock gösterimi boyunca SALT Beyoğlu’nun giriş katı 24 saat açık olacak. The Clock, gösterim için mekânsal açıdan yeniden düzenlenen Açık Sinema’da yer alıyor. SALT Beyoğlu, Pazar 18.00’den Salı 12.00’ye kadar kapalıdır.


The Clock, Christian Marclay.
Paula Cooper Gallery (New York) ve White Cube (Londra) izniyle



*
Share/Save/Bookmark

19 Mayıs 2014 Pazartesi

Gündeme dair; Bu filmi daha önce görmüştük

Malumunuz ülke olarak oldukça acılı dönemden geçiyoruz. Kelimelerin anlamsız geldiği bu noktada ölenleri geri getirmeyeceğini bilmenin üzüntüsüyle sadece ileride bunları yaşamamak adına bir iki kelam etmek gerek. Aslında bu yaşananlar ilk değildi. Hem maden faciası olarak hem de muktedirlerin sistematik katliamları olarak. Uzun uzadıya anlatmak için ne bu sayfa yeter ne de zaman. Soma üzerine yazılanları okurken bir yorum dikkatimi çekti. Aslında son zamanlarda bütün yaşadıklarımızı özetliyordu. "Bu artık devletsiz bir milletin çetelerle mücadelesidir." gerçekten de öyleydi. Artık tek umudumuz başımızdakinin tarihteki muadillerinin sonları gibi yaptığı işin fıtratında olan sonu yaşamasıdır.

Evet dediğimiz gibi bu yaşadıklarımız ilk değildi. Sinema gibi sonsuz görsel ansiklopedimizde yaşadıklarımızın bire bir aynısı örneklere sahibiz. Maden faciası sonrası hemen hemen herkesin aklına gelen iki filmden biraz bahsedelim. İlki sinema tarihimizden 1978 yapımı Yavuz Özkan yönetmenliğinde Cüneyt Arkın ve Tarık Akan'ın başrollerinde dönemin Antalya altın portakal film festivalinde en iyi film,en iyi erkek,kadın ve yardımcı kadın oyuncu ödüllerini alan Maden filmi. 80 darbesine doğru siyasal tarihimizdeki 60 demokrasisi denilen o en çalkantılı ve bence o dönemi yaşamadım ama şimdiye kıyasla en onurlu yıllarında, Türk sinemacıları sinema sanatının var olma amacını yerine getirerek toplumsal olaylara kayıtsız kalmadan toplumsal belleğimize bu filmi kazandırdı. Film; kötü koşullar altında çalışan maden işçilerini bilinçlendirerek patronlara karşı birlik olmayı çabalayan devrimci İlyas'ı (Cüneyt Arkın) anlatır.O sıralarda göçük altında kalan işçilerin etkisiyle diğer işçilerde yavaş yavaş sendika bilinci oluşmaya başlar. Bunun üzerine işçilerinin biraz da olsun dikkatini dağıtmak için madenin sahibi kapitalizmin en büyük silahı yani eğlenceyi kullanarak şehre lunapark getirtir. İlyas ve Nurettin(Tarık Akan) bilinçlendirme faaliyetlerini yürütürken çalışma koşullarını düzeltmek için imza kampanyası düzenlerler. Tabi bu durum patron sahiplerinin işine gelmez ve İlyas'a suikast düzenleme noktasına kadar gelirler. Bundan sonra işçilerin dayanışması iyice artar ve İlyas'ın göçük altında kalmasıyla zirveye ulaşır,sonuç olarak greve giderler. O döneme göre oldukça sıradan gelebilecek ama şimdi düşününce neredeyse ütopik görünen bu hikaye döneminde takdir toplamış ve alkışlanmıştı. Sanki gelecekten bir filmden bahsediyormuşuz gibi şuanki bize ne kadar uzak görünüyor bu hikaye. Patrona karşı çıkma,mücadele,grev ve kazanma. Tekrar tekrar izlenilesi ve ders alınası bir başyapıt.



Diğer akla gelen film ise Emile Zola'nın aynı adlı romanından beyazperdeye aktarılmış Germinal. Zola'nın ölümünden sonra Germinal, tartışmasız onun en iyi eseri olarak atfedilmiştir. Cenazesinde işçiler toplanmış ve Germinal! Germinal! diye bağırdıkları rivayet edilir. O zamandan itibaren kitap işçilerin çalışma şartlarını sembolize eder duruma gelmiş ve madenci sınıfı kültüründe önemli bir kilometre taşı olmuştur.1993 yapımı Gerard Depardieu ve Renaud'un başrollerinde oynadığı versiyonu tıpkı Maden gibi tekrar tekrar izlenilesi, Zola'nın başyapıtı da şiddetle okunasıdır.


Merak edip izlemek isteyenler için de buyrunuz.


Maden - Tarık Akan & Cüneyt Arkın (1978 - 90dk) | Alkışlarla Yaşıyorum *
Share/Save/Bookmark