Usta yönetmen Martin Scorsese’nin Brian Selznick’in The Invention of Hugo Cabret isimli ünlü çocuk romanından hareketle günümüzün modasına uyarak 3 boyutlu çektiği filmi Hugo, Ben Kinsley’den Christopher Lee’ye,Jude Law’dan Sacha Baron Cohen’e sağlam kadrosuyla sinema tarihinde ilk bilimkurgu filmlerini çeken George Melies’in hayatını konu ediniyor.Martin Scorsese’yi kelimelerle anlatmak yetmez.Taxi Driver,Goodfellas,Raging Bull,Casino,The Departed gibi daha nice nice amerikan sinemasının kilometre taşlarını oluşturmuş efsane bir yönetmendir kendisi. Son zamanların modası 3 boyutlu çekim tekniğine fazla kayıtsız kalamayarak görsel yönü oldukça ağır basan ama hikaye yönü de bir o kadar sağlam bir yapımla karşımıza çıkıyor.
3 boyutlu film yapacağı söylentileri ilk duyulmaya başlandığında sinema kamuoyu baya bir afallamıştı.Zira simatografisine bakacak olursak görüntü kalitesinden çok hikayenin sağlamlığı üstüne kurulmuş filmleri daha ağır basar ve türler arası dalgalanmalara yer vermeyen bir yönetmendir kendisi.3 boyut teknolojisi de henüz gelişme aşamasında olduğundan ve sadece görsel efektlere dayanan ucuz filmlerin moda olduğu bir devirde ustanın da bu hataya düşebilme ihtimalini düşünüyordu herkes. Brian Selznick’in Hugo Cabret romanından esinlenerek oluşturulmuş senaryoyla hikaye kısmını sağlama alarak yola koyulması görsel yönü şişirilmiş 3 boyutlu filmle karşı karşıya kalmayacağımızın bir kanıtıydı aslında.1896-1910 yılları arasında geliştirdiği efektlerle bilimkurgu sinemasının temellerini atan George Melies’e de ilk 3 boyutlu denemesinde bir saygı duruşunda bulunuyor olması da sonra derece anlamlı.
Filme gelecek olursak öncelikle hikayeyi ikiye ayırmak gerekiyor.İlk kısmında aşkın şehri Paris’in kar altındaki mükemmel atmosferinde karşımıza çıkan küçük kahramanımız Hugo tren istasyonunda saklanarak saatlerin bakımını yapmaktadır.Bir yandan da babasının ölümünden sonra ondan kalan bir mesaj olduğuna inandığı Automaton denilen mekanik bir robotu tamir etmektedir.Bir gün tamir için gerekli aletleri aşırdığı oyuncuk dükkanının sahibi onu yakalar ve automaton’un geçmişiyle ilgili masalsı bir yolculuğa çıkarız.
İşte bundan sonrasında automaton’un geçmişini araştıran Hugo ve arkadaşı Isabelle hikayede ikinci plana geriliyorlar ve başrolünde George Melies’in olduğu ikinci bölüm başlamış oluyor.Filmin bu bölümünde de sinemanın ilk yıllarına uzanarak belgeselvari bir gezintiye çıkıyoruz.Sinema tarihindeki bir çok önemli ana tekrardan tanıklık ediyoruz.Mesela Lumiere Kardeşlerin çabaları olsun,ilk sinema filmine insanların tepkileri olsun,zamanın görsel efektlerinin yapılışları olsun son derece keyifli anları izliyoruz.Tabi fon olarak da Scorsese’nin masalsı dünyası eşlik ediyor bize.Filmin bu bölümünü kısaca özetlemek istersek “hayalgücünün gayrı resmi tarihi” diyebiliriz.
Bilimle sanatın ortak tarihine de göz atmış bulunuyoruz bir anlamda.Şimdiki varolan duruma nerden gelindiği,ne emeklerin verildiği,ne acıların çekildiğini görüyoruz.Aslında Scorsese burda çok güzel bir mesaj veriyor bize.Şimdilerde herkesin ağzı açık seyrettiği,izlerken tüylerini diken diken eden o görsel gücün, ilk sinema emekçilerin koyduğu ilk tuğladan bu yana sabırla ve acıyla örülmüş bir duvarın son tuğlası olduğunu görmemiz gerektiğini söylüyor.Yani Scorsese amca diyor ki en gelişmiş teknolojiyle en basit teknolojiyi anlatıyorum ama gün gelecek bu son moda teknoloji de eskiyecek ve o zaman kim bilir nasıl görsel bir güce ulaşacağız.
Ayrıca ustanın bir sahnede fotoğrafçı olarak gözükmesi oldukça keyifli bir ayrıntı.
*
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder