14 Eylül 2019 Cumartesi

!f İstanbul'dan İzlenimler - Les Miserables

Kötü insan ya da kötü bitki yoktur, kötü yetiştiriciler vardır.
Victor Hugo
Dünya prömiyerini 72. Cannes film festivalinde yapıp, Jüri özel ödülünü alan Ladj Ly’nin ilk uzun metraj filmi Les Miserables, !f İstanbul kapsamında gördüğüm filmler içerisinde şimdilik en iyisi diyebilirim. Hikayesinden kısaca bahsetmek gerekirse; Polis memuru Stephane, Victor Hugo’nun filme de adını veren meşhur romanının geçtiği Paris’in gettolarından Montfermeil’de suçla mücadele timine katılır. Ekip arkadaşları Chris ve Gwada ile birlikte, yerel çeteler arasında gerilim yaratan bir olayı çözmek üzerine çalışırlar. Bu olayın failini tutuklama esnasında yasaların verdiği hakların dışına çıkarak aşırıya kaçarlar ve uyguladıkları kontrolsüz güç, tesadüfen bir çocuk tarafından drone ile kaydedilir. İfşa olmak istemeyen Chris ve ekibi görüntünün peşine düşer. 2005’teki Paris ayaklanmalarından esinlenen film, dünyanın en gelişmiş ülkelerinden biri sayılan Fransa’nın göbeğinde yaşayan, resmi ideolojinin sahiplenmediği “öteki”lerin hayatlarına ışık tutuyor.
-Bundan sonrası filmi izlemeyenler için spoiler içerir.-
Öncelikle film çok güzel bir açılış ile başlıyor. Sonrasında yaşanacak kaos ve gerilimin aksine neşeli ve bir o kadar da manidar bir şekilde başlıyor film. Fransa’nın 2018 Dünya Kupasını kazandığı gün başlayan filmde Paris’teki tüm etnik unsurların aynı mutluluk paydasında buluştuğu kutlama görüntülerini izliyoruz. Bildiğiniz üzere Fransa özellikle de Paris etnik anlamda Avrupa’nın en çok kültürlü şehirlerinden biri. Yıllar boyunca Afrika’daki sömürgelerinden gelip yerleşmiş ve hala gelmekte olan sahra altı ve üstü uluslardan Hristiyan ve Müslüman göçmen ağırlıklı toplumsal yapıya sahipler. Tarihçi Doç. Dr. Emrah Sefa Gürkan hocanın youtube’daki videolarında sıkça bahsettiği Benedict Anderson’un Imagined Communities (Hayali Cemaatler) kitabında da geçtiği üzere Fransa milli takımının başarısına sevinmek üzerinden “bir millet olma” paydası açılış sahnesinde çok güzel resmedilmiş. 
Tabi bu bahsettiğimiz ortak payda işler iyi gittiğinde işe yarayan, aksine işler kötüye gittiğinde çok çabuk kaybolan bir illüzyondur.Yine aynı Dünya Kupası’ndan örnek verecek olursak, Alman basını takımlarının turnuvayı kötü bitirmesinin sorumlusu olarak Mesut Özil’i göstermiş ve etnik kimliği üzerinden bir eleştiri getirmişlerdi. Oysa aynı Mesut Özil  4 yıl önce kazanılan kupanın mimarlarındandı. Mesut Özil eleştirilere “Kupayı kazandığımızda Alman Mesut’ken, kaybettiğimizde göçmen Mesut oluyorum” diyerek toplumun ikiyüzlülüğünü çok güzel özetlemişti.
Aynı şekilde, filmin başındaki bu iyimser neşeli hava ile Paris’teki tüm etnik unsurlar kupa ile  kucaklaşmış gibi gözükse de film ilerledikçe gerilim arttıkça artıyor, işler iyi giderken herkes Fransız’ken,  kötüye gittikçe hepsi birer istenmeyen göçmene dönüşüyordu.
Hayat şartlarının çok zalim olduğu, geleceğe dair herhangi bir umut belirmeyen, günü kurtarmaya odaklanmış bu gettolarda kanunlar da geçerli değildir, zaten resmi ideolojinin kanunları da ötekileştirilmiş insanları korumak için geliştirilmemiştir. Hal böyle olunca bu “öteki”ler arasında da doğa kanunları geçerli oluyor. Evrim teorisinin de temeli, canlılar hayatta kalabilmek için doğaya en iyi adapte olmak zorundadır. Bunu yaparken basit anlatımla iki ana görüş var. Darwin mantığıyla en güçlünün, Kropotkin’in mantığıyla da en dayanışma içinde olanın hayatta kalabildiği bir doğa. Yani en güçlü olup avcıya av olmamak, ve kendini koruyamadığın noktada birlik olmak. İşte filmde resmedilen gettonun resmi tam olarak bu. Hayatta kalabilmek için hem Devlet tarafından korunup kollanmayan, herhangi bir ekonomik sisteme dahil edilmeyen insanların oluşturduğu gettolarda, kapitalist düzenin bir sonucu oluşan ekonomik eşitsizlikten dolayı kızgınlık sürekli harlanıyor ve bu adaletsizlik “şiddet”in hiç bir zaman eksik olmamasına neden oluyordu
Bu şiddet ortamın tam ortasında filmin odak noktası İssa ile tanışıyoruz. İssa gettodaki binlerce sıradan çocuktan biri. Geleceği parlak olmayan, günü kurtaran, potansiyel suç makinesi. Semte gelen sirkten sebepsiz yere bir aslan yavrusu çalıyor ve gettodaki tüm toplumsal dinamiklerin yerinden oynamasına sebep oluyor. Yaptığı eylemin sonuçları düşünebilecek bir kapasitede değildir kesinlikle. Hatta suç kavramını o kadar kanıksamış ki,  çaldığı aslanı instagrama koyacak ve oradan ifşa olmasına neden olacaktır. Sirkin sahibi Romanlar ise çalınan aslan yavrusu sonrası çözümü poliste değil, kendi kanunlarını kendileri koymaya çalışarak arıyorlar ve olağan şüpheli olarak gördükleri Afrikalılardan hesap sormaya gidiyorlar. İşlerin daha da kötüye gitmesini istemeyen Chris ve ekibi olayın faili İssa’yı arıyor ve tutuklarken çevredeki diğer çocukların direnişiyle karşılıyor. Bu kaos ortamında Gwada kazara İssa’yı yüzünden vuruyor ve yaralıyor. Bu olaylar yaşanırken de yine mahalleden Buzz tesadüfen bu olayı drone’u ile kaydediyor. Görüntülendiklerini anlayınca Chris ve ekibi için İssa’nın yaralaması ikinci plana geriliyor ve esas dertleri bu görüntüyle ifşa olup başlarının belaya girmesinden çekiniyorlar.  
Romanlar, Hristiyan Afrikalılar, Müslüman Afrikalılar, kanun güçleriyle menfaat ilişkisindeki mafyavari kişiler. Böyle bir ortamda Chris kötü polisi oynarken, ekibe yeni katılan Stephane iyi idealist polisi oynuyor. 
Mahalledeki Afrikalı toplumunun bir nevi kollayıcısı konumundaki çete reisi Le Maire (başkan), kendi toplumundan birinin başına gelen yaralanma olayını ilk etapta dikkate almazken, polise karşı şantaj yapabileceği bir görüntü çekildiğini öğrenince konuya hemen dahil oluyor. Yani kendince kurduğu iktidarı devam ettirmek için toplumunun çıkarlarını ikinci plana kolayca atabiliyordu. Böylelikle polisin şiddetine maruz kalan İssa, gettonun da gettosunda yer aldığını anlıyoruz. Fransız olmadığı için devletin polisi onu korumazken, “öteki” olarak yaşadığı gettosunda bile iktidarı onu korumuyordu. Filmin başlarında karakolda tavuk çaldığı için babasından da dayak yediğini görmüştük. Yani evdeki iktidarın da ona karşı cephe aldığı bir çocuktan bahsediyoruz.
Böyle bir şiddet ortamında şiddetten beslenen İssa filmin sonunda  küçük dünyasındaki tüm iktidar odaklarına (Chris ve ekibi, Başkan, Mafya) topyekün bir savaş açıyor. Karl Marx’ın, “Bir kediyi köşeye sıkıştırırsanız o da son çare olarak sizi tırmalayacaktır. Devrimci şiddet bir tercih değil doğanın ve diyalektiğin yasaları gereği zorunluluktur” diye bir sözü vardır. Filmin sonunda İssa’nın başını çektiği, yüzlerini kapatarak “anonim”leşen gettodaki biriken öfkenin kustuğu şiddet bu sebeple meşrulaşıyor ve bir nevi devrim fişeği ateşlenmiş oluyor. 
Filmin son sahnesinde ise,  elinde yana molotof kokteylini polislerin üzerine atmak üzere olan İssa’yla,  ona silah doğrultan “iyi” polis Stephane’nin göz göze gelmesiyle film bitiyor. İyi film bittiğinde başlar diye bir söz vardır. Les Miserables da benim için oldukça iyi bir film.Yönetmen böyle bir sonla, seyircinin kendi zihninde kendi vicdanıyla filmin sonunu çekmesini istiyor ve film boyunca cevaplanması zor sorular sorarak salondan kafamız karışık ayrılmamıza neden oluyor.
*
Share/Save/Bookmark

8 Eylül 2019 Pazar

Bir Zamanlar Hollywood'da Tarantino ile Alternatif Tarih Dersleri


  
Nevi şahsına münhasır yönetmen Quentin Tarantino'nun dokuzuncu filmi 'Once Upon a Time in Hollywood' uzun süren bekleyişin ardından nihayet vizyona girdi. Leonardo DiCaprio, Brad Pitt, Margot Robbie, Al Pacino gibi yıldızları kadrosunda barındırmasıyla daha vizyona girmeden büyük sükse yapmış ve herkesi ister istemez büyük bir beklentiye sokmuştu.

Son iki filmi Django Unchained (2012) ve The Hateful Eight (2016) ile sevenlerinin ve sinema yazarlarının eleştiri oklarına hedef olan Tarantino için bu filmin anlamı büyüktü. Daha önce çekeceği onuncu filmi sonrası yönetmenliğe veda edeceğini açıklayan Tarantino bu filmiyle emekliliğine bir adım daha yaklaşmış oluyordu. Django ve Hateful Eight ile ilgili eleştirilerin temelinde, bunlardan önceki filmlerinin kurgucusu Sally Menke'yi 2010 kaybettikten sonra çektiği filmlerde eski efsane filmlerindeki tadı alamadıkları yatıyordu. Ki bence de bu düşüncede haklılar. Rezervuar Köpekleri,Ucuz Roman, Kill Bill gibi filmlerinin yanında Django ve Hateful Eight'in sönük kaldığını kolaylıkla söyleyebiliriz. Tarantino'yu 'Tarantino' yapan özelliklerin başında hızlı kurgu teknikleri ile filmin ritmini ve gerilimini hep üst noktada tutması  geliyordu. Bunu da Menke-Tarantino ortaklığı sağlıyordu. Menke, Tarantino için bir nevi şımarık bir çocuğun arkasını toplayan annesi konumundaydı. Once Upon a Time in Hollywood'un kurgusunu, Menke'nin yardımcılığını yapan, Django ve Hateful Eight'in kurgucusu Fred Raskin üstlendiğini söyleyelim.

Filme gelmeden önce filmin geçtiği 1969 yılının genel bir çerçevesini çizmek gerek. Bu tarih rastgele seçilen bir tarih değil, ve dünya tarihinde oldukça önemli bir dönem. Büyük resme bakarsak yakın tarihimizde siyasi ve kültürel anlamda 68-69 yılı ile zirveye ulaşan 60'lı yılları iyi bilmek gerekiyor. Öncelikle filmin adının da refere ettiği üzere o zamanlar Hollywood'un altın çağları olarak bilinir. Film de bu çıkış noktası üzerinden başlıyor. 60'lı yıllar dünyada olduğu kadar Amerika'da da oldukça hareketli geçiyor. Kısaca özetlemek gerekirse; İkinci Dünya Savaşı sonrası Amerika ve Sovyetler dünyanın iki kutbu olmuş ve savaşın yarattığı büyük yıkım sonrası soğuk bir savaşa girerek hem birbirlerini kollamışlar hem de toparlanma sürecine girmişlerdi. 50'li yıllarda iktisadi olarak toparlanmanın sonucu 60'lı yıllar ekonomik anlamda bir atılım yaratmıştı. Ama bu ekonomik atılım toplumsal olarak gelişmediğinden toplumsal sınıflar arasında daha önceden beri gelen sorunlar iyice şiddetli hale gelmişti. Amerika'nın Vietnam savaşına girmesi (1963), barışçıl bir politika yürüten Kennedy'nin suikasti (1963), siyahi lider Malcolm X'in öldürülmesi (1965), Muhammed Ali'nin orduya katılmayı reddetmesi (1967)  gibi olaylarla gerilim iyice artmıştı. Ve bu sürecin en doruk noktası olarak Martin Luther King suikasti (1968) görülür. O yıllarda Vietnam'da gittikçe batağa saplanan klasik Amerikan ideolojisi sorgulanmaya başlanmış ve Amerikan hayat tarzına karşı isyan içinde yeni kültürel biçimler yaratan çiçek çocukları diğer adıyla hippiler dünyayı kasıp kavurmaya başlamıştı.

Tabi bu olaylar sadece Amerika'da olmuyordu. ilk Fransa'da başlayan 68 olayları ülkemizde de yaşanmış, tarihimizdeki en büyük öğrenci ve işçi hareketlerine sebep olmuştu. Ülkemizde de her ne kadar kanlı da olsa 60-80 arası ülke tarihinin en demokratik anayasası sonucu olarak demokratik seslerin çokça çıktığı  yıllardır. Tabi demokrasi kültürünün tam oturmadığı toplumlarda bu demokratik sesleri bastırmak için aynı oranda anti-demokratik önlemler alınıyordu ve kanlı dediğimiz o tarihi yaşamıştık

--Filmi henüz izlemeyenler için buradan sonrası filme dair spoiler içeriyor.--

Filme gelecek olursak böyle bir kültürel ve siyasi arka planda Hollywood'un altın çağlarının yavaş yavaş kapandığı yılda, kariyeri de Hollywood gibi düşüşe geçmiş Rick Dalton'un ve dublörü Cliff Booth'un kariyerlerine tutunma çabasını izliyoruz. Daha çok kötü adam rolleri verilen Rick Dalton eski şaşaalı günlerine dönmek amacıyla dizi ve film projelerine girmek istesede pek istediğini bulamaz. Bu arada kendisine İtalya'da spagetti western filmlerinde oynama teklifi gelir. İlk başta bunu istemese de film ilerledikçe buna razı olma durumuna gelir. Dalton'un hayatına paralel ilerleyen hikâyede de komşusu Roman Polanski ve Sharon Tate'i izliyoruz. Gerçi sadece izliyoruz, hiçbir dramatik bir hikâye örgüsü yok, sadece filmin finaline konu olacak olayları bağlamak adına arka plan sunuyorlar sadece .

Filmi ve özellikle finalini tam anlamıyla anlayabilmek için Sharon Tate ve cinayetinin perde arkasını da bilmek gerekiyor. Sharon Tate, kariyerinin başında güzelliği ile yapımcıların dikkatini çeken gelecek vaat eden yeni bir oyuncuydu. 1968'de çektiği Rosemary's Baby filmi ile geniş kitlelerce tanınan ve dönemin en iyi yönetmeni olarak sayılan Roman Polanski ile aynı yıl evlenmişlerdi. 8 Ağustos 1969 tarihinde doğumuna iki hafta  kala Manson ailesinin üyeleri tarafından acımasızca öldürülmüştü.

Charles Manson, geçtiğimiz yüzyılın en tartışmalı figürlerinden biri. Kendisi için hiçbir insan öldürmeyen en büyük seri katil tanımlaması yapılıyor. Bunun sebebi ise Manson ailesi adını verdiği tarikatte, toplumun dışlanmış bireylerini yanına çekerek uyuşturucu etkisiyle kendi ideolojisi aşılayarak  cinayetler işlemelerine sebep olmasıdır. Siyahlarla beyazlar arasında ırk geriliminin en doruk noktasında olduğu yıllarda beyaz ırkın üstünlüğünü savunan Ku Klux Klan örgütüne karşılık kendilerini savunmak için Kara panterler örgütünü kuran siyahlar arasında toplumsal huzuru bozan olaylar yaşanmaktaydı. Manson ise müritlerine, bu toplumsal savaşın tüm dünyadaki insanları yok edeceğini ve bu savaş sonunda sadece kendilerinin hayatta kalacağını söylüyordu. Bu savaşı da körüklemek için haberlere konu olabilecek ünlü isimlere karşı cinayet işlemeleri gerektiğini empoze ediyordu. Tabi bu bahsettiğim tüm ırk savaşları, tarikat oluşumu vs bunların hepsi Manson'un tutuklandıktan sonra juriye ve amerikan toplumuna karşı takındığı delice personanının bir tezahürüydü. 

Aslında olan tamamen egosal bir kişilik çatışmasından başka birşey değildi. Çocukluk döneminde anne ve babasından sevgisiz büyüyen Manson, çocuk yaşta çeşitli suçlarla hapise girip çıkmış ve 67'deki son tahliyesinden sonra Hollywood'da bir çiftlikte kendi deyimiyle bir 'aile' kurmuştu. Manson aslında Hollywood'da müzik üzerine kariyer yapmak istiyordu. Müzikal anlamda istediğini bulamayan ve hatta kendince bazı ünlü yapımcılardan kazık yiyen Manson bunu hazmedememiş ve intikam alma yollarına başvuracaktı. Beach Boys vasıtasıyla tanıştığı Terry Melcher (Doris Day’in oğlu) ünlü bir müzik prodüktörüydü. şarkılarını dinlediği Manson’ı pek de yetenekli bulmamıştı. Melcher’ın sevgilisi Hollywood yıldızı Candice Bergen, o zamanlar 10050 Cielo Drive’daki evde yaşıyordu. Bu evde katıldığı partilerde kendini Hollywood müzik endüstrisine kabul ettirmeye çalışıyordu. Bu gerçekleşmeyince yarattığı hüsran gittikçe intikam alma arzusuna dönüşüyor ve o ev gerçekleşmeyen fantezilerinin travması olarak kendinde iz bırakıyordu. Sonrası ise malum, o eve Tate-Polanski taşınıyor ve Manson müritlerine o evde olan herkesin öldürülmesi gerektiğini emrediyordu. Yani ırk savaşları, sahte peygamberlik tamamen uydurmaydu ve Tate'in hedef seçilmesi sadece tesadüftü. Manson'un o evle sorunu vardı ve bunun intikamını almak istiyordu o kadar. (Bu konuyla ilgili seri katillerin öldürme güdüleri üzerine yakın zamanda Netflix'de yayınlanan  Mindhunter'ı izlemenizi tavsiye ederim. İkinci sezonunda Manson da konuya dâhil oluyor.)

Eğlence endüstrisindeki yıldızların toplumda dokunulmaz, ulaşılmak istenen, el üstünde tutulduğu bu yıllarda Manson ailesinin vahşilikte sınır tanımayan bu cinayetleri sonrası  Amerikan kamuoyu bundan oldukça etkilenmiş ve 60'lı yılların sonunda çiçek çocukları nın sevgi, barış, eşitlik gibi kavramlarla estirdiği toz pembe iyimser hava bir anda tersine dönmüş ve toplumsal bir travma yaratmıştı. Tarantino da Hollywood'un şaşaalı dönemlerine olan özlemini, o dönemi kapatan olay ekseninde anlatmaya çalışıyor. Ama bunu yaparken de Manson ailesini hedefe koymaktan çok, hippi zihniyetini suçlu pozisyonuna koymaya çalışıyor. İşte tam burada filmin eleştirisi başlıyor. Her ne kadar Manson ailesini lanetlerken onlarla birlikte hippi gençliği üzerinden amerikan soluna dair tek taraflı bir anlatı tercih ediyor.Yani Tarantino'ya göre Tate cinayetinin sebebi manyak bir tarikat liderinin beyinlerini yıkadığı katiller değil, o yıllarda ortalığı kaplayan özgürlükçü düşüncenin devamı olmasıydı.
Cliff'in arabasına aldığı Manson ailesinden hippi Pussy Tarantino'nun hippilere olan hıncının tamamen vücut bulmuş hali diyebiliriz. Sürekli vücudunu teşhir etmesi, saçma dansları, Cliff'e arabadaki teklifi, bütün bunlar onu karakterden çıkarıp bir fetiş objesine dönüştürmek için yapılmış izlenimi veriyor. Ki bu fetiş objesine dönüştürme durumu filme karşı bir başka büyük eleştirinin de ortak noktası. Mizojinizm yani kadın düşmanlığı.

Tarantino'nun başı bu film öncesinde 'kadın düşmanlığıyla' çokça ağrımıştı. Yıllar boyu filmlerinin yapımcılığını yapan, aynı zamanda da dostu Harvey Weinstein'in 2017'de patlak veren ve 'me too' hareketini başlatan taciz olaylarından sonra tüm yaşanan olayları önceden bildiğini, hiçbir şey yapmadığını ve onunla çalışmaya devam ettiğini itiraf etmesi çokça tartışılmıştı. Filmden örnek verecek olursak, Rick Dalton'un western filmi sahnelerindeki küçük kız oyuncuyla konuşmaları oldukça rahatsız edici küçük detaylar barındırıyor. Sahneler çekilmeden önce muhabbet ettikleri sahnede küçük kızın bilmiş bir tavırda olması ve kendini aktris değil aktör olarak tanımlaması, kadın oyuncu kavramını yok sayar nitelikteydi. Sonrasında ise sahne çekilirken Dalton'un senaryoda olmamasına karşın küçük kızı yere atışı ve kızın bunu olgunlukla karşılayıp 'güzel oyunculuktu' dedirtmesi kadın oyuncuları bir bireyden çok bir set dekoru gibi gördüğünün bir özeti gibiydi.

Bu sahne bana Bernardo Bertolucci'nin 1972 yapımı Marlon Brando ve Maria Schneider'in başrolünde oynadığı Paris'te Son Tango filmini hatırlatmıştı. Filmin önüne geçen 'tereyağlı tecavüz sahnesinin Bertolucci ve Brando tarafından tasarlandığı ve gerçekçi(!) olması adına Schneider'e detay verilmeden oynandığı sonradan Scheider'in röportajıyla ortaya çıkmıştı.Schneider, 2007'de İngiliz Daily Mail gazetesine verdiği mülakatta filmdeki "tereyağlı tecavüz" sahnesinin kendisine önceden haber verilmeden çekildiğini ve "kendisini biraz tecavüze uğramış gibi hissettiğini" söylemişti. Film çekilirken 19 yaşında olan Schneider bu travma sonrası uyuşturucu bağımlısı olmuş ve intihar girişimlerinde bulunmuştu, 2011 yılında da erken yaşta aramızdan ayrılmıştı. Bertolucci ise daha sonra bu sahne ile ilgili "onun bir aktris olarak değil bir kız olarak tepki vermesini istiyordum." diyerek bu konulara ne kadar materyalist yaklaştığı ve sinema adına her şeyin mübah olduğunu düşünmesi oldukça üzücü. Bu olay maalesef Bertolucci ve Brando'nun kariyerlerinde kocaman bir leke olarak tarihe geçmişti.

Tarantino da kızı yere atma sahnesiyle aslında, yönetmen kadın oyuncuyu duygu ve düşünceleri olan bir birey olarak ele almayıp sadece bir sahne dekoru gibi davranmakta beis görmemelidir demek istiyor gibiydi.
Bunun dışındaki örnekler ise, filmdeki erkek karakterlerin oldukça maço tavırları, karısını öldüren bir dublörü başka olaylarla kahramanlaştırması ve en çok eleştirildiği üzere Margot Robbie'nin canlandırdığı Sharon Tate'i hikâyede oldukça pasif göstermesi. Replikleri bile bir kaç satırdan ibaretti. Filmin promosyonu yapılırken Margot Robbie hep önde olunca,  hikâyede daha baskın bir karakter görmek istiyordu herkes ama beklentileri boşa çıkaran bu pasif temsil çok eleştirilmişti. Hatta Tarantino, bu durumla ilgili söyleşilerde sorulan sorulara agresif cevaplar vermiş ve yaptığı kurguyu “Sharon’ı o felaket olayla değil, gündelik hayatına devam eden, o dünyanın parçası bir insan olarak ele almak istedim” diye savunmuştu.

Filme dair hoşuma giden alt metinlerden biri Rick ve Cliff ekseninde anlatılan patron-işçi ilişkisi.  Dublör, İngilizcesiyle ‘double’, Türkçedeki tam karşılığı 'ikiz'. Cliff sadece Rick'in filmlerindeki tehlikeli sahnelerinde rol alsa da, bir nevi gerçek hayatında da iyi tarafını temsil eden bir ikizidir. Biraz daha derin bakarsak aslında Rick ve Cliff aslında tek bir kişidir. Dövüş kulübünde yine Brad Pitt'in canlandırdığı karakter gibi bir nevi alter egodur.

Cliff için Rick olmazsa olmazdır, çünkü hayatını idame ettirebilmesi için mutlaka Rick'e ihtiyacı vardır, yine aynı şekilde Rick'in de Cliff'e hem maddi hem manevi anlamda ihtiyacı vardır. Tam anlamıyla bir simbiyotik ilişki. Balinaların vücutlarındaki parazitleri yiyerek hayatta kalmaya çalışan küçük balıklar gibi, balinalar da bu küçük balıklara ihtiyacı vardır, zira onlar olmadan sağlıklı kalmaları pek zorlaşır.

Cliff için Rick'in ne kadar önemli olduğu hippilerle karşılaştığı çiftlikte daha net ortaya çıkıyor. Hippilerden birinin Cliff'in arabasınının tekerini patlattığında Cliff'in ilk söylediği "bu patronumun arabasıydı" sözü patronuna atfettiği sahip rolünün, onun için ne kadar önemli olduğunu gösteriyor. Cliff ve Rick arasındaki bu bağ, aynı Manson ailesindeki bireylerin Charles Manson ile bağının bir benzeri. Cliff'in arabasına aldığı Pussy çiftliğe geldiğinde Cliff'i Manson ile tanıştırmak istemesi, bir nevi kızın babasına erkek arkadaşını tanıştırmak ve onun onayını almak istemesi gibiydi. Yani her iki grubun ilişki dinamiklerine bakıldığında lider-takipçi, sahip-köle, üstteki-alttaki gibi konumlandırmalar yapmak mümkün. Stockholm sendromuna yakın bir ilişki, kaçırılanların kendilerini kaçıranlara karşı beslediği bir sevgi.

Rick-Cliff ilişkisi tam anlamıyla amerikan mantığını çok güzel özetliyor. Tüm tehlikeli sahneleri çeken Cliff ama tüm iltifatı alan Rick. Final sahnesindeki kavgada da bu var. Manson katilleri ile dövüşüp yaralanan Cliff'ken, en sonunda kavga bitmişken ortaya çıkıp lav makinesi ile şaşaalı bir son yaratan Rick kahraman gösteriliyordu. Hatta Tate ve arkadaşlarını ölümden kurtaran sadece oymuş gibi yanlarına gidiyor ve Tate onu minnettar bir sarılış ile selamlıyordu.  Hatta bu sahip-köle ilişkisinin bir benzeri Cliff ve köpeği için de geçerli. Tam anlamıyla bir köle gibi davranan köpek Cliff işaret vermedikçe yerinden bile kıpırdamıyor, yemeğine dahi yönelmiyor, sahibine karşı tam bir itaat içerisinde bulunuyor. Hatta bahsettiğimiz final sahnesinde Cliff'ten daha fazla mücadele edip Tex Watson'u alt ediyordu. Yani yine çoğu şeyi köle olarak gösterilen karakter yapıyordu.

Finaldeki kavga sahnesinden bahsetmeyi devam etmek gerek.Cliff'in özellikle yüzleri hedef alması, karakterleri tanınmaktan ve kendilerini olmaktan çıkarıp tamamen bir kavrama dönüştürmek istemesi yatıyor. Son sahnede dövüştüğü kişilerin yüzlerini dağıtarak ve tanınmayacak hale getirerek karakterleri Tate cinayetini işleyenler olarak değil , o ideolojiye sahip sapkın kişiler olarak göstermek istemesidir. Yani kısacası film boyunca sürekli hor görülen hippilik düşüncesine faşistçe bir meydan okuma yapıyor. 

Tarantino şiddeti açıkça göstermeyi seven bir yönetmen. Özellikle şiddetin nedenselliği üzerinden cok evrimsel bir düşüncede olduğunu söyleyebiliriz. Şiddetin neden olduğu durumlara hiç bir zaman eğilmemiştir. Soysuzlar Çetesi'nde ve Django'da şiddeti kullanış biçimi alternatif tarih yazımının bir parçasıdır.  Yani bilerek ve isteyerek tarihi gerçekleri çarpıtması, tarihteki şiddetin ortadan kaldırıldığını görmeyi yeğlemek için değil, yenilenlerin yendiği bir kurguyu aynı şiddet düzeyinde görmek istediği içindir. Yani son filmlerindeki "tüm bunlar keşke yaşanmasaydı" değil "keşke tam tersi yaşansaydı" teması diye özetleyebileceğimiz bir alt metni daha uygun görüyor Tarantino. Tam bir dişe diş, kana kan intikam görmek istediği için böyle tercihlerde bulunuyor.

Sonuç olarak, kariyerinin bitimine bir film uzaklıktaki Tarantino için bu film jübilesine yaraşır bir kalitede değil maalesef.  Özetle, yarısı nostaljinin ekmeğini hunharca yiyen belgeselvari bir biyografi filmi gibi ilerlerken diğer yarısı da Tarantino ile alternatif tarihe giriş 101 dersinin devamı niteliğinde. Ama maalesef her iki katmanı birbirine bağlayacak sağlam bir hikâye örgüsünden bahsetmek zor. Her iki anlatıyı da daha önce denediğini göz önünde bulundurursak yeni bir şey ortaya koymak gibi bir çabasının da olmadığını görmek üzücü.

*
Share/Save/Bookmark

1 Eylül 2019 Pazar

!f İstanbul 2019 Film Önerileri


İlk olarak 2002’de düzenlenmeye başlayan !f İstanbul Uluslararası Bağımsız Filmler Festivali, bu yıl 18. kez seyircisiyle buluşmaya hazırlanıyor Hatırlayacaksınız geçtiğimiz yılın sonlarında festivalin marka sahibi CGV Mars Grubu festivalin kurucuları ve 17 yıldır direktörlüğünü yapan Serra Ciliv ile Pelin Turgut’u görevden almış ve festivali bir belirsizliğe sürüklenmişti. Festival Şubat 2019’da düzenlenmemiş ve Mars grubu çok da net olmayan bir ifadeyle mayıs ayı gibi düzenlenebileceğini bildirmişti. Sonrasında sinema tarihimize ‘patlamış mısır savaşları’ olarak geçen sinema sahipleri ve yapımcılar arasında yaşanan gelir dağılımındaki tartışmalar yüzünden CGV Mars’ın başı epey ağrıdı. Geçtiğimiz temmuzda yürürlüğe giren yeni sinema yasası ile bu savaş yapımcılar lehine sonuçlanmış gibi gözükse de, devlet sansürünün daha da artmasına sebep olan bu yasa yüzünden uzun vadede kim kaybeden olacağını göreceğimiz bir sürece girdik.Festivale gelecek olursak, !f İstanbul en nihayetinde İstanbul’da 13 Eylül itibariyle kaldığı devam edecek. Festival direktörlüğü görevini de Mustafa Altıoklar’ın kızı, Kısakes kısa film festivali kurucularından Arya Su Altıoklar üstleniyor.  
Festival seçkisine gelecek olursak, maalesef daha önceki yıllarda olduğu gibi beni heyecanlandıran bir seçki olduğunu söylemem zor. Daha çok yeni yönetmenlerin ilk işlerinin olduğu bu programda naçizane tavsiyelerim ve izlemeyi düşündüğüm filmler şu şekilde; 
  • Canción Sin Nombre (Song Without a Name)
Melina Leon’un yazıp yönettiği filmde 1980’de Peru’daki siyasi kriz ortasında kaybolan kızını bulmaya çalışan bir annenin hikayesi. Cannes, Munih, Kudüs film festivallerinde gösterilen film Güney Amerika sinemasına meraklı olanlar için birebir. 
  • Tehran: City Of Love
Eski vücut geliştirme şampiyonu, kilolarından dolayı özgüven eksikliği hisseden sekreter, cesaretini kaybetmiş dindar bir şarkıcı.. İran’da aşka inancını yitirmiş ama yine de peşinden koşan üç ayrı insanın hikayesinin anlatıldığı film özellikle pers sineması severler için kesinlikle kaçırılmaması gereken bir yapım. 
  • Chained For Life
Gerçek hayatta nörofibromatozisi hastalığına bağlı yüz deformitesinenden muzdarip 2013 yapımı Skin under skin filminde oynayan Alan Pearson’un başrolünde olduğu filmde sinemadaki güzellik kavramı üzerine yoğunlaşan bir dramatik yapım
  • Forman vs. Forman
Geçen yıl kaybettiğimiz Çek yönetmen Milos Forman’ın hayatına anlatan bu belgesel, bu yılki seçkide en çok merak ettiğim film diyebilirim. Guguk Kuşu ve Amadeus filmleri ile en iyi yönetmen oscarını iki defa kazanan Forman, bu filmleri dışında benim en sevdiğim filmi 99 yapımı Andy Kaufman’ın hayatını anlattığı Man on the Moon filmi. Belgeselin yönetmeni de en sevdiğim belgesel sinemacılardan Helena Trestikova. Yıllar önce Documentarist İstanbul Belgesel Günleri kapsamında filmleri gösterilmiş ve söyleşisine katılma imkanım olmuştu. 
  • Making Waves: The Art Of Cinematic Sound
Sinema sanatı her ne kadar görsel bir sanat olarak görülse de hakkı verilmeyen bir yönü de ‘işitsel’ tarafıdır. Bana göre perdeye yansıyan ‘şey’in gerçek gücünü ortaya çıkaran onun görsel gücünün ötesinde duyduğumuz gücüdür. Sinema sektöründe ses yaratma sanatçılarının yaratım sürecine nasıl dahil olduklarını hep merak etmişimdir. 
  • Nuestro Tiempo
Cannes film festivalinde 20017’de Silent Light ile Juri Özel ödülü, 2012’de Post Tenebras Lux ile en iyi yönetmen ödülü kazanan Arjantinli sinemacı Carlos Reygadas’ın son filmi Nuestro Tiempo. Geçen sene de Cuaron’un Roma’sının altın aslan aldığı Venedik’te yarışma bölümünde yarışmıştı. 
  • The Dead Don’t Die
Festivalin en ağır topu Jim Jarmush’un Bill Murray, Adam Driver, Tilda Swinton, Steve Buscemi, Danny Glover’lı The Dead Don’t Die filmi kesinlikle. İmkanınız varsa görülmesi gereken bir yapım.
  • Varda par Agnès
Geçtiğimiz mart ayında 90 yaşında kaybettiğimiz Agnes Varda’nın kendi sanat yolculuğunu anlattığı film kesinlikle ve kesinlikle kaçırılmaması gereken bir belgesel. Varda’yı uzun uzadıya anlatmak gereksiz, kendisi geçtiğimiz yüzyılda sinema sanatına damga vurmuş ama maalesef sinema tarihinde hakkı tam verilmemiş bir yönetmen. Mart ayında Agnès Hakkında Her Şey programı ile Türkiye’de bugüne kadar yapılmış en geniş retrospektifini izlemiştik.Hatta kaderin bir cilvesi bu belgeselini Varda’nın öldüğü gün 29 Mart’ta CKM’de izlemiştim. Unutamam, film başlamadan önce Sinematek yöneticisi Jak Şalom’un anma konuşması oldukça duygusaldı.
  • Saf
Nisan ayında İstanbul film festivali kapsamında izlediğim, hatta festivalde izlediğim en iyi film diyebileceğim Ali Vatansever’in Saf filmini kaçırmamanızı tavsiye ederim. Şu an yaşadığımız dünyanın güncel konuları kentsel dönüşüm ve mülteci sorununu hikayesine çok iyi harmanlayıp, güçlü oyunculuklar daha da güçlendiren bir film. 
Bu bahsettiğim filmler dışında seçkideki diğer merak uyandıran About Endlessnes, Les Miserables, Peri: Ağzı olmayan kız, Lara, The Souvenir gibi filmleri de değerlendirebilirsiniz.
Kült ve efsane filmler bölümünde de Derviş Zaim’in 96 yapımı Tabutta Rövaşata’sının sinema perdesinde yaratacağı etkiyi oldukça merak ediyorum, yine aynı şekilde David Lynch’in Blue Velvet’inin.
İstanbul programının tamamına bakmak isterseniz;
Şimdiden herkese keyifli bir festival dileriz.
*
Share/Save/Bookmark