Malum her Türk erkeği gibi gitmek zorunda olduğumuz
askerliğimizi yaptık geldik. Kim ne derse desin bana kalırsa 5 aylık bir
zulümdü bu. İçerdiği koşulların yanı sıra asıl saçmalığı bireyin en verimli
olacağı bir zamanda hayatından, işinden, gücünden bu kadar süre mahrum etmenin
bence hiçbir anlamı yok. Konuyu başka bir tarafa çekmek mümkün.Ülkenin içinde
bulunduğu koşulları elbet tartışabiliriz ama asıl tartışılması gereken
yönetimlerin ve insanları militarist bakış açısıdır. Kimsenin tartışmayı bırak
sözünü açmaktan korktuğu bir konu bu.Zaten ben de girecek değilim ki bu
platform da konunun tartışılacağı yer değil.Sonuç olarak hayatımdan 5 ayım buhar olup gitti ama öyle telafisi mümkün olmayacakmış gibi abartılacak bir
durum değil,yine de yaşanmasaydı keşke diyorum.Olsun önemli olan bundan
sonrasıdır.Bu yazıda bahsedeceklerim ise şu son 5 aylık süreçte sinema
dünyasında kaçırıp da yazamadıklarım.Kısa kısa bahsetmek gerekirse;
Öncelikle
yılın bu zamanları ödül sezonuydu ve altın küre olsun, emmy olsun, oskarlar olsun
yılın kazananları belli oldu.Oscarların habercisi sayılan altın küre
ödüllerinde yine favoriler kazandı.Drama dalında en iyi film The Descendants,en
iyi erkek oyuncu bu filmdeki rolüyle George Clooney,en iyi kadın oyuncu Demir
Leydi’deki Margaret Thatcher rolüyle
Meryl Streep oldu.En iyi yönetmen ödülünü ise Hugo ile Martin Scorsese
kaptı.Komedi dalında ise The Artist en iyi film ödülüne koşarken altın
kürelerin neden oskarın habercisi sayıldığını bir kez daha ortaya koydu.Akademi ödüllerinde ise yine diğer yıllardaki gibi pek bir sürpriz
yaşanmadı.Önceden öngörüldüğü gibi The Artist ödüllerde ağırlığını ortaya
koyarak geceyi galibiyetle kapattı.
Oskarların
galibi The Artist’den bahsetmişken oskar ödüllerinden hareketle yine bir başka
tartışma yaşandı. Sanatçı(!) Demet Akalın akademi ödüllerinden önce
bebekte üç beş turdan sonra bir sinema yapayım demiş ve The artist filmine
gitmiş. Amma velakin Akalın filmden haz etmemiş olacak ki filmi yarısında terk
etmiş.”Ne biçim film bu,siyah beyaz diyalog yok” diyerek parasını geri talep
eden Akalın böylelikle sinemadan ne anladığını Türk kamuoyuna göstermiş.Daha sonra
oskarlar açıklandıktan sonra Artist’in en iyi film,en iyi erkek oyuncu dahil
ödülleri götürmesi hatırlatılınca tarihe altın harflerle yazılacak şu cümleyi
sarfetmiş kendileri “Sanatsal film sevmek zorunda mıyım?”İşin
şakası bir yana evet herkes istediği filmi sever seyreder,istemediğini sevmez
ve izlemez.Buradaki vahim durum ise aslında sanatçının sanata bakış açısıdır. Sanatsal bakış açısı kişiden kişiye değişebilir ve sanatın
temelinde de zaten bu eleştirel düşünce yer alır ama Akalın’ın örneğinde ortaya çıkan
pespaye ve bayat sanatsal üretimin bir sonucu olarak medyanın ve sektörün
yücelttiği insanların ürettikleriyle paralel ne kadar basit olduklarını bir kez
daha göstermiş oluyor.Bu durum sanatçı diye geçinenlerin kral çıplak örneğinde
olduğu gibi tüm defolarını gözler önüne seriyor.Böyle örnekler gerçekten
çok önemli ve turnasol kağıdı misali sanatçıların aslında sanatsever mi yoksa
parasever mi olduklarını gösteriyor bize.Bu turnasol kağıdını her yerde
kullanabiliriz mesala sanat eserlerine “ucube” diyebilen devlet büyüklerimizin sanata ve
doğal olarak sanatsal eleştiriye ne kadar kapalı olduklarını ve kaçış noktası
olarak da yine sanatsal eleştiriye sığındıklarını gördüğümüz gibi.
Konu
konuyu açıyor ama Türkiye kamuoyu yakın zamanda yine aynı “ucube”ci zihniyetin tiyatroya
saldırmasıyla çalkalandı.Siyasi iktidarların kendi rejimlerini sağlamlaştırmak
adına sanatı kendi adlarına yönlendirmeleri ister faşizm adına Hitler’in
yaptığı ister sosyalizm adına Stalin’in yaptığı gibi olsun her düşünce
tarzının yaptığı ilk işlerdendir.Ülkemizdeki durum ise biraz daha bodoslama
ilerliyor.Hükümetin toplumu koruma kılıfı adı altında muhafazakar sanat yaratma
çabasında tiyatroya saldırmaları son yıllarda görülenlerden oldukça farklı
olarak kör göze parmak sokarcasına yaşanıyor.Sanatın yönetimini sanatçıdan alıp
bürokrasiye kurban eden bu yaklaşım sıkıştırıldığı zaman aba altından sopa
göstererek zaten kar etmiyor kapatırız demeyi de ihmal etmiyor.Kendilerini rakamlarla savunmaya
geçen hakim düşünce “Devlet tiyatrolarının gideri 126 milyon TL,geliri ise 5
milyon TL” demesi olaya ne kadar sığ ve kapitalist baktıklarının bir
kanıtı.Hadi bırakalım tiyatronun,sanatın bir toplum için ne kadar önemli
olduğunu kendi bakış açılarıyla konuyu başka bir yere çekelim ve şu soruyu
sorarak at gözlüklerini çıkarmalarını tavsiye edelim.”Devlet tiyatrolarına 126
milyon TL harcayıp 5 milyon TL’yi az görüyorsanız diyanet işleri bakanlığına 3
milyar 891 milyon harcayıp 0 TL
kazanmanıza ne diyeceksiniz??”
Yine
yukarıdaki konunun bir uzantısı olarak(aslında Türkiye’deki bütün sorunların
kaynağı olarak görülebilir) Uğur Vardan ve İhsan Kabil arasında başlayan ve
topyekün bizler-onlar olarak herkesin taraf olduğu sinemada muhafazakar
yaklaşım ve özgürlük tartışması yaşandı. İlk olarak İhsan Kabil’in “Tartışmaya
‘açık’ filmler” başlığıyla Star gazetesinde yazdığı yazıda !f Uluslararası Bağımsız Film Festivali kapsamında
gösterilen filmler arasında genel ahlaka(!) aykırı konuları işleyen filmlere
değinmiş ve kültür bakanlığının desteğini sorgulamıştı.Bahsettiği filmler ise
Gökkuşağı bölümünde gösterilen aynı cinsin birbirleri arasındaki ilişkilerini
anlatan filmlerdi.Halkının yüzde yüzünün heteroseksüel olmasını bekleyen ve
aksini hastalık olarak niteleyen bir şahsiyetin bakanlık bile yapabileceğini
gösteren canım Türkiye’m de bu yazı son derece normaldi ama hala içinde
sanatsal ve insani duyarlılığı taşıyan Uğur Vardan tarafından sert bir üslüpla
eleştirilmesi gecikmedi.Bunun akabinde medyadaki herkes kılıcını çekti ve hemen
muhafazakarlar-çağdaşlar adı altında sanat harbi yaşandı.İlk grup kendini
toplumun namus bekçisi ilan etti ve genel ahlakı korumaya aldılar ki genel
ahlak da aslında başlı başına bir tartışma konusu zira ilk olarak belirledi
bunu bilen yok.Uğur Vardan’ın başını çektiği diğer grup ise siyaseten
etrafımızı sarmış olan muhafazakarlığın yavaş yavaş sinemaya ve sanata el atmış
olduğunu ve bu mekanizmanın kendi aralarında bir “ihbar hattı” oluşturarak
dayatmacı zihniyetlerini ortaya koyduklarını belirtti.Tabi ki akbaba gibi bu
durumu hasetle bekleyenler hemen ortaya atıldı, her iki taraf da birbirine
tartışma sınırlarını aşan ithamlarda bulundu sonunda beklenen oldu ve olay çok geçmeden yargıya taşındı.Bu konu
aslında uzun uzadıya tartışılmalı,zira sanat eksenli bu tartışmalar aslında
ülkemizin içinde bulunduğu koşulların küçük birer kopyası.Genel ahlaka aykırı
saydığı filmleri toplumsal ve dini haysiyet altında işaret eden bir zihniyet
yakın tarihimizde “işte o üyeler” adı altında bazı insanları afişe etmişlerdi
ve ardından yaşananlar utanç tarihimizde yerini almıştı.Kendinden olmayanı
saymayan,dışlayan bir anlayış hiçbir şekilde kabul edilemez ve uygarlık
anlamında ileri gitmek varken tekrar mağaralara geri dönülemez.
Yakın
zamanda sinema camiasını bir polemik sardı gitti. Zeki Demirkubuz’un Yeraltı
filmiyle alevlenen Nuri Bilge Ceylan-Zeki Demirkubuz arasındaki gerilim kurulan
komplo teorileriyle bir nevi magazin basını kafasıyla yaşandı.Söz konusu komplo
teorisi ise Demirkubuz’un son filminde yer alan birkaç sahne ve söz.Filmde
Engin Günaydın’ın canlandırdığı memur Muharrem çalarak çırparak yazdıklarıyla
haksız bir üne kavuşan yakın arkadaşına gıcık olmaktadır ve üstüne üstlük bir
sahnesinde Ankara Sıkıntısı adıyla yazdığı kitaba hitaben “sen bu yüzsüzlüğünle
Nobel,oskar ne varsa al gel” demektedir.Komplo teorisyenleri Ankara sıkıntısı
isminin Nuri Bilge Ceylan’ın Mayıs Sıkıntısı filmine ve Nobel,oskar ne varsa al gel diyerek de Nuri
Bilge Ceylan’ın oskar ödüllerinde Türkiye’yi temsil etmesine bir gönderme
olduğunu savunuyorlar.Üstüne filmde kahramanın bu ödülü “çok sevdiğim Ankara’ya
adıyorum” demesi herkesin aklına ceylan’ın Cannes da ödül alırken bu ödülü
yalnız ve güzel ülkeme adıyorum sözlerini hatırlattığını söylüyorlar.Böyle
polemikleri çok seven Türk halkımız hemen konuya atladı ve haber ilgiyle takip
edildi.Ama her iki yönetmen de ünlerini böyle polemiklere borçlu olmadıkları
için saman alevi gibi parlayan bu haber kısa süre içerisinde unutuldu gitti.
Tabi
bu kadar yaşanan olayın yanı sıra değişmeyen şeyler de vardı. Mesela tamamen
kangren bir meseleye dönüşen Emek sineması muamması.Yargıtay yürütmeyi durdurma
kararı aldı,bozdu derken iyiden iyice kaosa dönen bu konuda kesin bir gelişme
şimdilik yok ve adım adım yıkıma doğru gidiyoruz.Bu konuyla ilgili en kesin
tepkiyi usta Atilla Dorsay verdi ve emek yoksa ben de yokum diyerek resti
çekti.Emek sinemasına vurulacak ilk kazma ile gazeteciliği bırakacağını
açıklayan Dorsay’ın bu çıkışı son derece onurlu ve bir aydına yakışan
cinstendi.Ama şöyle bir durum var ki ülkemizde bunun gibi eleştirel eylemler
hiçbir zaman işe yaramadığı gibi emek sinemasının yıkımı sürecinde de ise
yaramayacağı kesin ve olası yıkım sonrasında hem bir tarihten mahrum kalıcağız
hem de Atilla Dorsay gibi bir üstadı kaybedeğiz.Evet emek sineması konusunda pek bir ümidim kalmasa
da yine de günler ne getirir bilinmez.Vicdan sahibi
hakimler,savcılar,yöneticiler ortaya çıkarda bu komediye artık bir son verirler.
*
muzaffer değil muharrem karakterin ismi.
YanıtlaSilEvet doğrudur, uyari için teşekkürler.
YanıtlaSil