28 Kasım 2016 Pazartesi

2. Kara Hafta İstanbul Festivali



Pera Palace Hotel Jumeirah, geçtiğimiz yıl ünlü yazar Agatha Christie’nin doğumunun 125. yılı şerefine gerçekleştirdiği Kara Hafta İstanbul Festivali’nin 2.’sini bu yıl 1-3 Aralık tarihleri arasında düzenliyor.
Pera Palace Hotel Jumeirah, 1933 yılında İstanbul’a gelip Pera Palace Hotel Jumeirah’da konaklayan ve konusu Türkiye’de geçen 2 kitap yazan ünlü Belçikalı yazar Georges Simenon anısına 2. Kara Hafta İstanbul Festivali’ni düzenliyor.
Geçtiğimiz yıl Agatha Christie’nin 125. yaş günü çerçevesinde gerçekleştirilen festival, önümüzdeki yıllarda yine Pera Palace Hotel Jumeirah ve İstanbul’da konaklayan ünlü yazarların ismiyle yaşatılmaya devam edilecek.
Köklü geçmişi kadar, kültür ve sanat hayatına katkılarıyla da ön plana çıkan Pera Palace Hotel Jumeirah’da 1-2-3 Aralık 2016 tarihlerinde düzenlenecek festivale; Dünyaca ünlü Britanyalı yazar Philip Kerr, Tibor Fischer, Sam Wilson, David Walton gibi polisiye alanında uluslararası üne sahip yazarların yanı sıra; Ahmet Ümit, Sevin Okyay, Elçin Poyrazlar, Suphi Varım gibi önemli Türk yazarları ve Türkiye’nin ilk polisiye dergisi 221B de katılım gösterecek.
Festival Programı:
1 Aralık Perşembe 15.30-16.30 / Ahmet Ümit “Para ve Suç”
2 Aralık Cuma 15.00-16.00 / Erol Üyepazarcı, Sevin Okyay, Moderatör: Cem İleri “Georges Simenon İstanbul’da”
2 Aralık Cuma 16.15-17.30 / Başak Sayan, Esmahan Aykol, Mari Jungstedt, Moderatör: Aslı Perker “Polisiyede Kadınlar”
2 Aralık Cuma 17.45-19.00 / Philip Kerr, Elçin Poyrazlar “Değişen Dünya Düzeni ve Polisiyeler”
2 Aralık Cuma 19.00-20.00 / Ahmet Ümit “Bir Roman Kahramanı Olarak Pera Palas”
3 Aralık Cumartesi 13.00-13.45 / Tibor Fischer, Sam Wilson, Moderatör: Nazlı Berivan Ak “Polisiyelerin İlginç Kahramanları”
3 Aralık Cumartesi 14.00-15.15 / Taner Ay, Armağan Tunaboylu, Moderatör: Ibrahim Totanji “Sinema, Televizyon ve Polisiyeler”
3 Aralık Cumartesi 15.30-16.45 / Suphi Varım, Çağatay Yaşmut, Moderatör: Algan Sezgintüredi “221 B: Semt Polisiyesi, Kent Polisiyesi”
3 Aralık Cumartesi 18.00-19.00 / David Walton “Kuantum ve Polisiye”
3 Aralık Cumartesi 18.00-19.00 / İskender Pala, Ömer Erdem “Tarihi Romanlarda Polisiye”
3 Aralık Cumartesi 20.00-21.30 / Tiyatro Ak’la Kara “Aşk Köpekliktir” (Tiyatro Oyunu)
Detaylı bilgi için;


Arçelik Geri Dönüşümü Sanat ile Buluşturuyor!

“Dünyaya Saygılı, Dünyada Saygın” vizyonuna sahip Arçelik geri dönüşüm  konusunda farkındalık sağlamak amacıyla geçtiğimiz günlerde çok özel bir sergiyi hayata geçirdi ve geri dönüşümü sanat ile buluşturdu. Bu sergi ile Arçelik’in geri dönüşüm tesislerinden elde edilen malzemeler Türkiye’nin önde gelen sanatçıları ve tasarımcıları tarafından fonksiyonel sanat eserlerine dönüştürüldü.  Arçelik, bu proje ile geri dönüşüm konusunda farkındalık sağlarken, aynı zamanda tasarım konusundaki uzmanlığına da dikkat çekmiş oldu.

Bir boomads advertorial içeriğidir.

27 Kasım 2016 Pazar

Arrival – Selam Dünyalı, Biz Hakikaten Dostuz!


Polytechnique (2009) ve Enemy (2013) filmlerinden tanıdığımız ve sevdiğimiz yönetmen David Villeneuve’ın son filmi Arrival (Geliş) son zamanların en etkili yapımlarından biri ve şimdiden vizyona damgasını vurdu diyebiliriz. Ted Chiang’ın “Story of Your Life” öyküsünden yola çıkılarak yazılan filmde, son yılların gözde oyuncuları Amy Adams, Jeremy Renner ve  Forest Whitaker rol alıyor. Dünya prömiyerini Venedik Film Festivali’nde yapan Arrival ülkemizde de geçtiğimiz Film Ekimi’nde sinemaseverlerle buluşmuştu.
Dünya’nın rastgele on iki yerine, daha önceki uzay gemisi tasarımlarına pek de benzemeyen bir şekilde daha çok kahve çekirdeğine benzer dev uzay gemileri iner ve tüm insanlık bu dünya dışı varlıkların geliş sebeplerini öğrenmeye çalışırlar. Amerika topraklarına inen bu “dünya dışı” canlılar ile iletişim kurması için Amerikan Hükümeti uzman dilbilimci Louise Banks (Amy Adams) ile anlaşır. İnsanlar bir yandan bu varlıklarla iletişim kurmaya çalışırken, Çin ve Rusya’nın başını çektiği, uzay araçlarının indiği bu ülkeler iletişimi koparmaya ve varoluşçu bir güdüyle bu dünya dışı varlıklarla savaşın eşiğine gelir. Louise Banks ise olağanca gücüyle uzaylıların dilini öğrenmeye çalışır ve öğrendikçe hayatındaki başka kapıları aralamaya başlar.
Film ilk bakışta, tipik “ufo gören masum köylü” ekseninde gibi gözükse de ana teması iletişim ve kader üstüne. Özellikle iletişim teması filmin en güçlü ana damarı konumunda ve bence en güzel mesajlarını bu tema üzerinden veriyor. Filmi sevmeyenlerin de eleştirilerindeki dayanağı da bu nokta. Filme salt uzaylı aksiyon filmi diye bakanların “bu ne ya, uzaylıyla konuşulur mu, ağzına ağzına vuracaksın” diyen ‘ekşin’ hastası Hollywood bağımlılarını pek de tatmin etmiyor bu yüzden. Salondan çıkarken çoğu kişinin “bu nasıl uzaylı filmi beahh” dediklerine şahit oldum. Zira onlar için bir filmin alt metni önemli değil, patlamış mısır yerken bol aksiyon görmek isterler. Böyle bir amacınız varsa baştan söyleyeyim, bu film sizin bildiğiniz uzaylı filmlerinden değil. Stephan Spielberg’in E.T. ile ilk örneğini verdiği “dünya dışı varlıklar korkulacak şeyler değildir, tanısan sen de seversin” alt metninde ilerleyen Arrival, işi daha ileriye götürüp “uzaylı, aslında insandan daha insandır” düsturunu benimsiyor da diyebiliriz.
“Dil” kavramını biraz açmak iyi olur, zira “dil” kavramı sosyolojik açıdan oldukça önemli bir mevzu. Filmde de atıfta bulunulan Sapir Whorf hipotezi oldukça ilginç. Kısaca “sahip olunan dil, düşünce ve algılama biçimini belirler” düşüncesine dayanıyor bu hipotez.  Mesela bir Eskimo için kar günlük hayatında ve dolayısıyla kültüründe önemli bir yer tutar. Böylelikle kullandığı dilde de bunun yansıması görülür. Eskimo dilinde yaklaşık 40 küsur tane “kar”ı tanımlayan kelime vardır. Hâlbuki hiç kar yağmayan bir yere ait dilde bunun karşılıkları olmayacak ve sonuç olarak bu iki kültür çeviri yoluyla birbirini anlamayacaktır. Bu hipotezin devamında da kullanılan dilin dünya görüşüne ve hayata bakışa etkilediği iddia edilir. Game of Thrones’da da bunun güzel bir örneği vardı. Dohtraki dilinde “teşekkür ederim” ifadesinin olmaması Dohtrak kabilelerinin barıştan yana olmadığını ve yetişen kuşaklarında bu tanımı kullanmamalarından dolayı içlerindeki barışçıl yönün köreldiği  ve sonuçta dilin etkisiyle kendilerine has savaş kültürüne uygun yetişmeleri buna örnek olabilir. Filmle alakasız ama dil mevzusu açılmışken söylemeden geçemeyeceğim, bazı dillerde birçok duyguyu veya düşünceyi tek bir kelime ile açıklayabilen kelimeler vardır. Bu kelimeleri araştırmak ve okumak oldukça keyif veriyor insana. Bunlara birkaç örnek, Japonca Wabi-sabi “kusurda güzellik bulma, yaşam ve ölüm döngüsünü kabullenme”, yine Japoncada Tsundoku kelimesi “bir kitabı satın aldıktan sonra okumadan diğer okunmamış kitaplar yığınına eklemek”, Eskimo dilinde Iktsuarpok “sabırsızlık ve beklenti arasında bir durumu, ikide bir dışarı çıkıp biri geliyor mu diye bakma hâli”, Akihi kelimesi Hawai dilinde “yön tarifi aldıktan sonra hemen unutma halini” anlatır.
Neyse bu konu oldukça derin, başlı başına ayrı bir yazının konusu olabilir. Arrival’a geri dönecek olursak her ne kadar alt metin anlamında başarılı olsa da filmin aksayan yönleri de yok değil. Uzaylı filmi ekseninde olduğu için Hollywood klişelerinden bolca bulmak mümkün.  Dünyanın kendi ekseni etrafında değil de Amerika etrafında döndüğünü bolca empoze eden Hollywood, bu filmde de dünyayı kurtaran ülke misyonunu değiştirmiyor. Dünyanın rastgele on iki farklı noktasına iniş yapan uzaylılarla kimse ileri iletişim kuramazken, üstün ırk Amerikalıların beyaz tahtaya “hello” yazıp iletişim kurmaya başlayıp dillerini çözdüklerini inanmamızı istemeleri oldukça gülünç. Hollywood’un “biz dünyanın hamisiyiz, her şeyi biz biliriz, uzaylı gelecekse tabi bizim topraklarımıza iner ve dünyayı biz kurtarırız” mottosu artık o kadar kabak tadı verdi ki, bir sinemasever olarak bu duruma ekstra alerjiniz varsa bu filmdeki iyi yanları bile görmenizi zorlaştıracaktır. Uzaylı istilası konusunda 2009 yapımı District 9, uzayların Amerika dışında bir yere de inebileceklerini göstermesi açısından güzel bir örnekti. Sırf bu özelliği bile filmi güzel kılmaya yetmişti benim için.
Filmdeki bir başka klişe ise; ülkenin siyasi konjonktürüne göre değişen, resmi ideolojinin empoze ettiği milli bir düşmanın hikâyeye dâhil edilmesi. Sırasıyla Kızılderililer, Naziler, Sovyetler şimdi de Çin. Aynı hikâye yaklaşık 30–40 sene önce çekilmiş olsaydı Çin yerine Sovyetler olacaktı kesinlikle. Gerçi yine bu filmde yancı da olsa eski dostu unutmamışlar, Rusya’yı da araya sıkıştırmışlar. Çin tarafının uzaylılar konusunda uzlaşılamaz tavrı, dünyayı kaosa götürmedeki istekleri o kadar yapmacık ki filmin inandırıcılığını zedeliyor. Çünkü klasik kahraman hikâye örgüsü için kahraman miti varoluşunu zıttı üzerinden konumlandırır. Anti-kahraman konumundaki Çin yönetiminin duruma müdahalesindeki abartı, kahraman olarak kendini atfeden Amerikalıların dünyayı kurtarmakta ekstra efor sarf etmesi demektir, ki bu da kahramanlık anlamında Amerikalıların ekmeğine yağ sürdüğü açık.
Sonuç olarak günahıyla sevabıyla bir bütün olarak ele aldığımızda kendi janrı içerisinde farklı anlatım tarzıyla bir adım öne çıktığını söyleyebiliriz. Klişelerine ve yer yer aksayan ritmine rağmen, kaderci ana temanın üstüne iletişim sosuyla harmanlanan bu ayrıksı uzaylı hikâyesi, görsel anlamda da karşılığını bularak filmi başarılı ve izlemesi değerli kılıyor.


İstanbul Sessiz Sinema Günleri 15 Aralık'ta Başlıyor

Cineteca di Bologna, Eye Filmmuseum, Cinematheque Française’nin işbirliği ve Akbank Sanat, T.C. Kültür ve Turizm Bakanlığı Sinema Genel Müdürlüğü, Goethe Institute İstanbul, İtalyan Kültür Merkezi ve Fransız Kültür Merkezi’nin desteği ile bu yıl üçüncü gerçekleştirilecek Uluslararası İstanbul Sessiz Sinema Günleri 15 Aralık'ta başlıyor. 
Sessiz filmlerin avangard gücünü vurgulayan, canlı müzik eşliğinde yaptığı gösterimlerle imaj ile ritm arasındaki büyülü ilişkiyi ortaya çıkaran festival, sinemaseverleri tekrarı mümkün olmayan üç günlük bir deneyim ile buluşturuyor.
Etkinlik kapsamında Berlin: Büyük Bir Şehrin Senfonisi (Walter Ruttmann, 1927), Pandora’nın Kutusu (Georg Wilhelm Pabst, 1929), Osmanlı İmparatorluğu’ndan GörüntülerDenizin Çağrısı (Henryk Szaro, 1927), Kalabaka, Avrupa’nın Bilinmeyen Gizleri (Fred Von Bohlen-Hegewald, 1930-1931), Algol: Gücün Trajedisi (Hans Werckmeister, 1920), Sabahın Birinde (Charlie Chaplin, 1916), Göçmen (Charlie Chaplin, 1917), Rehinci Dükkanı (Charlie Chaplin, 1916) Yedi Şans ( Buster Keaton , 1925), Çocuk Matinesi: Bisiklet Filmleri ve renkli-sessiz filmlerden oluşan bir seçki sinemaseverlerle buluşacak.
Detaylı bilgi için; http://www.sessizsinemagunleri.com/

Randevu İstanbul Film Festivali 16 Aralık'ta Başlıyor




T.C. Kültür ve Turizm Bakanlığı ve Fatih Belediyesi’nin destekleriyle Türkiye Sinema ve Audiovisuel Kültür Vakfı (TÜRSAK) tarafından gerçekleştirilen Randevu İstanbul Uluslararası Film Festivali, 19. kez sinemaseverler ile buluşmaya hazırlanıyor. Dünya sinemasının en seçkin örnekleri, 19. Randevu İstanbul Uluslararası Film Festivali’nde bir araya geliyor. 
Toronto, Venedik ve Sundance gibi dünyanın önde gelen festivallerinde gösterilmiş ve ödüle layık görülmüş hem eleştirmenler hem de seyirci tarafından tam not almış, yılın en başarılı filmleri 16- 22 Aralık tarihleri arasında 19. Randevu İstanbul Uluslararası Film Festivali’nde sinemaseverlerle buluşacak.
“Sinema Tarih Buluşması” ve “Anısına” seçkilerinin yanı sıra festival filmleri bu yıl, geçen yıllardan farklı olarak, Aç gözünü!, Günümüz İspanyol Sineması ve Gastronomik Devrim başlıkları altında gösterilecek. Festivalin bu yıl en çok dikkat çeken seçkileri; Günümüz İspanyol Sineması ve Gastronomik Devrim. Randevu İstanbul, bundan böyle her yıl farklı bir ülkenin sinemasına odaklanmayı planlıyor. Bu yılın konuğu ise İspanya olacak.
Festivalin bir diğer yeni seçkisi Gastronomik Devrim. Bu yeni seçki, festivalde dünya gastronomi gündeminin nabzını tutmaya hazırlanıyor. Seçkide 2016’nın en fazla ilgi gören ve en çok tartışılan gastronomi filmleri yer bulacak.
Ayrıntılı bilgi için festival sitesi: https://randevuistanbul.com/

7 Kasım 2016 Pazartesi

4.Uluslararası Boğaziçi Film Festivali Başlıyor


4.ULUSLARARASI BOĞAZİÇİ FİLM FESTİVALİ’NE 5 GÜN KALDI!
10- 18 Kasım tarihlerinde gerçekleşecek 4. Uluslararası Boğaziçi Film Festivali’nin Basın Toplantısı geçtiğimiz gün Tepebaşı The Marmara Pera’da yapıldı.
Yoğun Basın ve Medya katılımının gerçekleştiği Basın Toplantısında, Festival Başkanı Ogün Şanlıer, Festivalin Direktörü Bülent Turgut, Genel Koordinatör İrem Şentürk, Etkinlikler Koordinatörü Dilan Çelik ve Medya Akademisi Direktörü Ayşe Nur Gençalp, festivalin bu seneki içeriği, seçkileri, panel, söyleşileri ve yarışmaları hakkında bilgi verdiler.
Uluslararası Boğaziçi Sinema Derneği ve İstanbul Medya Akademisi tarafından Anadolu Ajansının global iletişim ortağı olduğu “4. Uluslararası Boğaziçi Film Festivali” 10–18 Kasım’da sanatseverlerle buluşacak.
Uluslararası Boğaziçi Sinema Derneği ve İstanbul Medya Akademisi tarafından düzenlenen ve Anadolu Ajansının global iletişim ortağı olduğu “4. Uluslararası Boğaziçi Film Festivali” 10-18 Kasım’da sanatseverlerle buluşacak.
Ogün Şanlıer: “Amacımız değerlerimizi öne çıkarmaktır.”
Festival Başkanı Ogün Şanlıer, festivalin tanıtımı dolayısıyla düzenlenen toplantıda, Türkiye’nin ve yakın coğrafyasının değerlerini barındıran, bu değerleri öne çıkarabilen bir festival düzenlemeyi hedeflediklerini söyledi.
Herkesin ailesi ve çocuklarıyla da katılabileceği bir etkinliği hayata geçirmek istediklerini belirten Şanlıer, “Bu yıl ‘seyirci kalmadık’, 15 Temmuz’a seyirci kalmadık diyerek darbe ve demokrasi ile ilgili dünya üzerinde yapılmış filmlerden oluşan bir seçkiyi de festivalde izleyiciyle buluşturacağız. Dünyaca ünlü senaryo yazarı Robert McKee de festivalde Kültür ve Turizm Bakanlığı desteği ile önemli bir seminer verecek.” dedi.
Kısa metrajlarla başlamıştık uluslararası uzun metrajla devam ettik”
Festival Direktörü Bülent Turgut ise festivalde bu yıl ilk kez “Ulusal Uzun Metraj Yarışması” düzenlediklerini dile getirerek, “Kısa metrajlarla başlamıştık geçen sene uluslararası uzun metrajla devam ettik. Ulusal uzun metraj yarışmasıyla da hedeflediğimiz, planladığımız büyüme doğrultusunda ilerlemeye devam ediyoruz.” diye konuştu.
Festivalin Açılış Filmi ; “”Huston, Bir Sorunumuz Var” olacak.
Etkinlik detaylarının “www.bogazicifilmfestivali.com” internet sitesinden görülebileceği festival, 10 Kasım’da başlayacak. Festival öncesinde 9 Kasım’da etkinliğin açılış gecesi kapsamında “Huston, Bir Sorunumuz Var” filminin Türkiye prömiyeri Haliç Kongre Merkezinde gerçekleştirilecek.
Festivalde yarışacak filmler
Bu yıl 10-18 Kasım’da İstanbul’da gerçekleştirilecek festival kapsamında, ulusal kısa ve uzun metraj film yarışmaları düzenlenecek.
Festivalde bu yıl ilk kez gerçekleştirilen “Ulusal Uzun Metraj Yarışması”na 68, ulusal kısa belgesel ve kurmaca yarışmalarına 347 film başvurdu.
Festivalin Ulusal Uzun Metraj Yarışmasında Reha Erdem’in “Koca Dünya”, Derviş Zaim’in “Rüya”, Mehmet Can Mertoğlu’nun “Albüm”, Ümit Köreken’in “Mavi Bisiklet”, Kıvanç Sezer’in “Babamın Kanatları”, M.Tayfur Aydın’ın “Siyah Karga”, Bedir Afşin’in “Son Kuşlar” ve Gözde Kural’ın “Toz” filmi yarışacak.
Türk sinemacılar desteklenecek
Uluslararası Uzun Metraj Yarışmasında ise Polonyalı belgeselci yazar yönetmen Marta Minorowicz’in “Zud”, genç yönetmen Emma Rozanski’nin “Papagajka”, Kazakistanlı yönetmen Yerlan Nurmukhambetov’un “Walnut Tree”, İran kökenli Hollandalı yazar ve yapımcı Kaweh Modiri’nin “Bodkin Ras”, Macar yönetmen, senarist ve aktör Szabolcs Hajdu’nun “It’s Not The Time Of My Life”, Ronny Trocker’ın “The Eremites” ve yönetmen-senarist Ivan Marinovic’in “The Black Pin” filmleri yarışacak.
Festivalin uzun metraj jürisinde Maryna Er Gorbach, Ümit Ünal, George Ovashvili, Györg Baron, Songül Öden, kısa kurmaca jürisinde Nisan Dağ, Mernoush Esmaelpour , Matija Pisacic, Ekin Türkmen, Pierre Louis Garnon, belgesel jürisinde Abdülhamit Avşar, Paul Cowan, Amer Shomali, Josef Erçevik ve Elif Eda Tartar Karagöz, İma jürisinde ise Gökdemir İhsan, Ege Ellidokuzoğlu, Yücel Erzen yer alıyor.
UBFF Yapım Destek Platformu
Festivalde ayrıca, TRT ile yapılan kurumsal iş ortaklığı çerçevesinde, 11-15 Kasım’da bu yıl ilki gerçekleştirilecek “Boğaziçi Film Festivali Yapım Destek Platformu” kapsamında, “TRT Ortak Yapım Ödülü” ve 100 bin liralık “Digiflame Post Prodüksiyon Hizmet Ödülü” ile Türk sinemacılar desteklenecek.

2 Kasım 2016 Çarşamba

Geri Çekil Emri Geldiğinde, Bir Adam Gitmedi; Hacksaw Ridge

  1945 ilkbaharında, Pasifik'teki savaş son ve en ölümcül günlerine girdiğinde ve Okinawa'daki ABD güçleri, en yoğun mücadeleyi gördü: Tek bir asker diğerlerinin arasından sivrildi. Bu kişi Desmond T. Doss'tu, bir vicdani retçi, asla öldürmeyeceğine yemin etmiş olmasına rağmen, piyade birliğinde silahsız olarak cesurca görev yapmış bir sıhhiyeci ve tek başına, tek bir kurşun dâhi atmadan, yaralanan pek çok asker arkadaşının hayatını kurtardı.Desmond Doss, gönüllü olarak ABD ordusuna yazıldığında Virginia'da yaşıyordu. Savaşmaya niyeti yoktu, Doss daha ziyade çatışmaya katılmayan bir sıhhiyeci olarak görev yapmak istiyordu. Sıska, vejetaryen ve bırakın silah taşımayı, cumartesileri talim yapmayı bile istemeyen Doss, ilk başta memleketlileri tarafından alay konusu oldu ve taciz edildi. Onlar, Doss'un siperlerde kendileri için tehlikeli bir yük olacağına inanıyorlardı ve onu ordudan çıkarmak için her yolu denediler.
 
Ama Doss, Okinawa'ya, birliğinin, neredeyse imkânsız olan devasa Maeda Kayalığı'nın, namıdiğer Hacksaw Tepesi'nin ele geçirilmesi emri aldığı yere kadar inat etti. Bu sarp, 120 metrelik tepe, ağır makineli tüfekler, bubi tuzakları ve mağaralarda, sonuna kadar savaşmaya yemin etmiş Japon askerlerinin bulunduğu bir yerdi. Doss orada sadece ilkelere değil, nadir bir cesarete sahip olduğunu da gösterdi. Ağır ateş saldırısıyla yüz yüze gelen Doss, süper almayı reddetti. Taburuna geri çekilme emri verildiğinde, tek başına arkada kaldı ve inançları dışında hiçbir şeyi olmaksızın tekrar tekrar tahrip bölgesine girerek, ağır yaralı, Doss müdahale etmese ölecek olan 75 kişiyi güvenli bir yere taşıyarak kurtardı.Doss, Ekim 1945'te Başkan Harry Truman'dan "son derece tehlikeli şartlar altındaki üstün cesareti ve kararlılığı" sebebiyle Şeref Madalyası aldı. Doss'un hikâyesini beyazperdeye taşıma yolculuğu da o zaman başladı. Doss'un neler başardığını duyan ve bunun ne kadar alışılmadık olduğunu anlayanlar (o zamandan beri Şeref Madalyası alan iki vicdani retçi daha oldu) bunun etkili ve kışkırtıcı bir hikâye olduğunu hemen anladı. Ama bunun gerçeğe dönüşmesi bir yarım yüzyıl daha sürecekti - kısmen Doss sakin, mütevazı, filmin getireceği şöhret olmaksızın bir hayat sürmek istediği için.
 
HACKSAW RIDGE'İN ÜÇ DÜNYASI

HACKSAW RIDGE birbirine zıt üç dünyada geçiyor: Virginia'daki küçük Lynchburg kasabası, Desmond'ın büyüdüğü ve hayata dair felsefelerini geliştirdiği yer; Desmond'ın vicdani iş birlikçi olarak hizmet vermek konusundaki yılmaz kararlılığını kanıtladığı II. Dünya Savaşı dönemi kışlası ve Hacksaw Tepesi'ndeki çılgınlık. Tüm bunları yaratmak için Mel Gibson bir grup zanaatkârı bir araya topladı: Görüntü yönetmeni Simon Duggan (The Great Gatsby, 300:Rise Of An Empire, I, Robot); yapım tasarımcısı Barry Robinson (X-Men Origins: Wolverine); Oscar ödüllü kostüm tasarımcısı Lizzy Gardiner (The Adventures of Priscilla, Queen of the Desert), ve Oscar'a aday gösterilmiş kurgucu John Gilbert (The Lord of the Rings: The Fellowship of the Ring). Prodüksiyon tamamen Avustralya'da yapıldı, hem 1930'ların Virginia'sı, hem de Hacksaw Tepesi'nin engebeli arazisi canlandırılabildi. Gibson, orada çalışmanın birçok avantaj sağladığını söyledi. "Oyuncuların ve  yapım ekibinin seviyesi müthiş, dünyanın her yerindeki kadar iyi ya da onlardan daha iyi. Çekim yapmak için harika bir yer ve öyle de kalacak."Okinawa'nın yıkık dökük hâlini hayata geçirme işi, özel efekt süpervizörü Chris Godfrey ve ekibine kalmış. Godfrey neler gerektiğini anlatıyor: "Okinawa, İtilaf Devletleri, Japonya'ya ulaşmadan önceki son yerdi, bu yüzden Amerikalılar orayı haftalardır bombalıyordu. Almanlar savaştan çoktan çıkmıştı, dolayısıyla bütün kaynaklar Okinawa'ya odaklandı. Tepe her yönden kötü durumdaydı, biz de o noktada devreye girdik, etrafı yeşilliklerle çevrili yıkık bir çiftlik evinden tutun kırık dökük tanklara kadar, yıkımın farklı boyutlarını göstermeye çalıştık."Yapım ekibi pek çok uzmanla birlikte çalışmış. Bunlar arasında II. Dünya Savaşı savaş gemisi uzmanı da varmış ve kendisi referans görüntüler sağlamış, gemilerin nasıl saldırmış olacağının haritasını çıkarmış, gönderilen silahların ve patlamaların boyutlarını göstermiş. Godfrey şöyle diyor: "II. Dünya Savaşı'nın en ince detaylarını bilen pek çok harika uzman var ve biz de onların bilgilerine güvendik. Hacksaw Ridge seti, bilhassa oyuncu kadrosunu çok etkilemiş. "İnsanın nefesini kesiyordu" diyor oyuncu Luke Bracey. "Bizi ilk sahneyi çekmek için sete götürdüklerinde, gerçekten hayrete düştük. Güzel, yeşillik bir tepe vardı, sonra biraz kil vardı ama onun ötesi ıssız, tamamen çorak bir araziydi. Krater delikleri, kovan delikleri ve yanmış ağaçlarla doluydu - tamamen yıkılmış bir arazinin tam zıttı bir görüntü vardı, askerlerin aşağı yukarı ne hissetmiş olabileceğini biraz anladık." Desmond Doss'un karşılaştığı gerçek buydu - yürek burkan bir savaş gerçeği ama barışı sağlamak uğruna yılmaz inançlarından hiç vazgeçmediği bir savaş. Mel Gibson şöyle özetliyor: "Desmond Doss gibi bir adama hürmetinizi nasıl gösterirsiniz? Bence yapabileceğiniz en iyi şey, doğruyu yansıtan bir hikâye yazmak. Desmond çoğumuzun yapabileceklerinin ötesine geçti ve müthişti. "

HACKSAW RIDGE
MEL GIBSON: YÖNETMENİN AÇIKLAMASI

ABD’de Şeref Madalyası alan ilk vicdani retçi Desmond Doss'un hikâyesini duyduğumda, yaptığı fedakârlık beni çok etkiledi. Bu adam, olabilecek en saf, bencil olmayan ve neredeyse bilinçsiz bir şekilde, kardeşlerinin hayatını kurtarmak için arka arkaya kendi hayatını tehlikeye  atmış.
II. Dünya Savaşı çıktığında ve delikanlılar orduya yazılmak için birbiriyle yarıştığında, Desmond bir açmazla karşı karşıya kalmış: Her erkek gibi orduda görev yapmak istiyordu ama şiddet, dini ve ahlaki inançlarıyla çatışıyordu. Silaha dokunmayı bile reddediyordu. Desmond bu tereddüdü yüzünden şiddetli zulme maruz kalmıştı ve ardından inancı dışında hiçbir şeyi olmadan savaş cehennemine girdi ve tüm zamanların en büyük kahramanı oldu.
Desmond Doss müstesna biriydi. Onun yaptıklarını yapacak ya da yapabilecek çok az insan vardır. Kahramanlıklarını anlatırkenki alçak gönüllülüğü bile, onun yüreğinin bir kanıtı. Hatta Desmond'dan, hikâyesini filme uyarlamak için yıllarca izin istemişler ama o da tekrar tekrar reddetmiş, ısrarla "gerçek kahramanların" toprakta olanlar olduğunu söylemiştir. Kurgusal "süper kahramanlarla" dolu bir sinematik bir ortamda, gerçek bir kahramanı kutlamanın zamanı gelmişti.
-Mel Gibson-