1 Mart 2015 Pazar

Çal öyleyse davulcu kardeş - Whiplash



Bu yıla bağımsız sulardan gelen Whiplash'ın damgasını vurduğunu söyleyebiliriz. Arada sırada böyle mütevazi bütçeli oyunculuğa ve ya hikayesine sırtını yaslamış filmlerle karşılaşıyoruz. Yıllar önce bunun gibi Little miss Sunshine, Sunshine Cleaning gibi filmler ilk hatırladıklarım. Oyunculukları samimi hikayeleri samimi filmler yüksek bütçeli filmlere kafa tutar hale gelmişti. Bu yıl da Whiplash bunu başardı. Gerçi ilk iki örnek gibi samimi sıcak bir hikayesi yok tam tersine insanı gerim gerim geren bir gerilim başyapıtı olarak duruyor karşımızda. Çok iddialı konuşmayı sevmem ama son yıllarda izlediğim beni en çok geren filmdi. Ve bunu canavarlarla,kapı arkasından fırlayan hortlaklarla ve ya zombi gibi garabetlerle yapmayıp merkezine caz müziği koyarak yapıyor.

Zaten oldum olası merkezine müziği almış filmlere özel bir ilgim vardır.. Bazı filmleri sırf müziği için tekrar tekrar izlemişliğim vardır.Mesela konuyla alakasız ama yakın zamanda buna en güzel örnek Broken Circle Breakdown diyebilirim. ara ara açar hem izlerim hem de dinlerim.
Merkezinde bir caz davulcunun yerleşeceği bir filmin sinema dünyasında bu kadar patırtı kopartacağını tahmin etmezdim doğrusu. Whiplash bunu o kadar güzel yapıyor ki caz müziğin o elit,o insanı uzaklaştıran havasını parçalıyor ve hem izlenilebilir hem dinlenileblir kılıyor.(ki kayıtlara geçsin her ne kadar cazı çok sevsem de maalesef üst sınıfa ait imajını kıramamış hep elit kesimin tekelinde bir müzik olarak algılanmıştır.)



Kısaca filmin hikayesinden bahsetmek gerekirse hayali Schaffer sanat okulunun astığı astık kestiği kestik jazz hocası Terence Fletcher (J.K. Simmons) mükemmeli arayan ve bu arayış içinde herşeyi mübah gören bir hocadır. Genç kahramanımız Andrew(Miles Teller) ise ileride büyük bir jazz davulcusu olma hayalindedir. Günün birinde Andrew, Fletcher'in dikkatini çeker ve okulun en iyi grubu sayılan studio band'e yedek davulcu olarak girer.Ana davulcu olmak isterken önünde sadece mesleki bir test değil, aynı zamanda psikolojik bir sınav da vardır.
Filmin yönetmeni Demien Chazelle'nin Princeton'da kendi yaşadığı deneyimlerden yola çıkarak yaptığı filmde izleyiciyi başarının ne olduğunu sorarken büyük ve sonsuz  bir dilemma içinde bırakıyor. Başarıya ulaşmada sevgi ve nefretin sonsuz birlikteliğini çok güzel anlatıyor. Mental ve fiziki şiddetin dozunda kullanıldığı zaman insanı canlı ve hayatta tutmasının yanı sıra bir doz aşırıya kaçıldığında da sindirdiği gözlenir. Aslına bakarsanız şiddeti içselleştirme güdüsü insanın hayvani genlerinden gelen evrimleşmemiş tarafından kaynaklanmaktadır. Sonuçta binlerce yıl önce evrimleşmeye başlamış olsa da milyon yıllık dünya tarihinde aslında çok da yeni bir zamanı kapsar. Hal böyle olunca günümüzdeki yaşanılan şiddet olaylarını da göz önünde bulundurursak yeteri kadar insanlaşmadığımız sonucuna varabiliriz.



Yukarıda bahsettiğim sevgi-nefret ilişkisine bir örnek, ortaokuldayken voleybol antremanımıza aynı takımda yakın arkadaşımın eskiden voleybol oynamış babası da gelirdi ve bize yardımcı olurdu. Yavaş yavaş voleybolda temel hareketlerden sonra zor hareketlere geçmiştik.Arkadaşımın babası sürekli oğluna bağırır durur ama bizler yapamadığımız zaman sakince nasıl yapacağımızı gösterirdi. Bir gün arkadaşım dayanamaadı ve niye sürekli bana bağırıyorsun diye çıkıştı. Babasının cevabı aslında bir nevi Fletcher cevabıydı. "sen benim oğlumsun,en iyisini yapmanı istiyorum" Bir de böyle bir yanı vardı Fletcher'ın. Bütün disiplinlerin en temel noktası en iyiye ulaşma yolunda çekilen 'çile'dir ve bunu yolda tek ihtiyaç duyulan 'hırs'tır.Yine spor eksenli yakın zamanda buna benzer bir haber çıkmıştı. Galatasaray basketbol takımının coach'u Ergin Ataman bir sporcusunu tokatlamakla suçlanıyordu.Konunun detayını bilmiyoruz ama basından okuduğum kadarıyla olay performansını beğenmediği genç oyuncusunu eğitme amacıyla bir tokat olduğu şeklindeydi. Büyük olay oldu, bir hoca nasıl oyuncusuna şiddet uygulardı yorumları yapıldı. Manchester United'ın efsane hocası Ferguson'un da yine böyle olayları vardır. Beckham'ın kaşını krampon atarak patlaşmışlığı vardır. Film de insana aslında tam da bu noktada soruyu soruyor. Başarıya ulaşmada şiddet meşrulaşır mı, meşrulaşırsa eğer dozu ne olmalı?



Bu anlayışın uzantısı olarak okulda öğretmenlerin dövmesi akla gelebilir. Organize işlerde Cem yılmaz'ın canlandırdığı Müslüm karakterinin buna uyan güzel bir repliği vardı."Dayak ikiye ayrılır. Öğretici dayak ve sıradan dayak. Çocukken öğretmenlerimizin elimize cetvelle vurması,unutulur mu? diye. Bu şiddet eğitici(?) bir şiddetten öte çaresizlik şiddeti olarak uygulandığından herkesin sinirle ve küfürle andığı mutlaka bir ilkokul öğretmeni vardır. Aslında bu durum öğretmekten çok terbiye etmek amacıyla olurdu.
"Kusur edeni etmeli tekdir, tekdir ile uslanmayanın hakkı kötektir "diye bu eski bir lafımız vardır. Bu sözu düstur edinip koca eğitim sistemimizin temeli oluşturmuştur Beden terbiyesi kurumu. Genç dimağları sirk hayvanları gibi şiddet kullanarak terbiye ettiler yıllarca. Seksenlerin sonu doksanların başı çocuğu  olarak bunu biraz yaşasam da asıl yaşayanlar 60'lı-70li yıllarda okumuş anne babalarımızdır. Hatta o dönemde çocuğumu az dövüyorsun diye öğretmenlere şikayete giderlermiş veliler. Bu bir şekilde işe yarar gözükebilir çünkü hayvanlar gibi terbiye edildiği zaman insan olumlu sonuçlar verdiği çıkarımı yapılabilir ama içten içe insanın bir köşesinde bu şiddet yer alır ve nesilden nesile aktarılabilir. Günümüzde yaşadığımız bütün herşeyin temelinde, bütün kötülükleri yapanların vakit zamanında anne ve babalarının da terbiye adı altında meşrulaştırılmış şiddete maruz kalmalarını bulabiliriz.Şu günlerde sürekli soruyoruz ya, "Biz nasıl bu hale geldik". Belki de cevabı budur.

Ps: Filmde ayrıca Bosphorus İstanbul Agop zillerini görmek ayrı bir keyif bence. Zilciyanları ve bu topraklardan çıkan zil ustalarının hikayeleri mutlaka okunmalı.

http://www.milliyet.com.tr/-whiplash-le-oscar-da-gundem-2006924/

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder