16 Ekim 2013 Çarşamba

Film Ekimimden 'Jeune et Jolie'


Film ekiminde izlediklerimden üçüncü sırada François Ozon ustanın son filmi Jeune et jolie (Genç ve güzel) .Mayıs ayında Cannes Film festivalinde görücüye çıkan film,tipik Fransız burjuva ailesinde her türlü konfora sahip 17 yaşındaki Isabelle’nin ailesiyle çıktığı yaz tatilinde alman turist Felix ile ilk cinsel deneyimini yaşamasını ve bunun ardından cinsel uyanışını anlatır.

4 şarkı 4 mevsim olarak adlandırılan her bir bölümde Isabelle’nin yaşadığı cinsellik toplumsal normlardan oldukça uzaklaşarak para-haz eksenine kayıyor ve hiç bir rasyonel nedene sahip olmaksızın filmin isminde de geçtiği gibi Isabelle gençliğinin ve güzelliğinin (son)baharında fahişelik yapmaya başlıyor. Gerçi filmin karakteri için Ozon bir röportajında fahişelik tanımını kullanmıyor ve para karşılığı seks yapmanın her kadın için arzulandığını vurgulayarak esas kızımızın da bundan hareketle arzularının peşinde kendi cinsel kimliğini aradığını söylüyor.
Yaz ve sonbaharın ardından internetten tanıştığı kişilerle para karşılığı ilişkiye girmeye devam eden Isabelle’nin yaşadığı bir talihsizlik hayatını ve sürdürdüğü küçük oyunu alt üst edecek,kendisini bir anda toplumun namus bekçileri tarafından suçlu konumunda bulacaktır.



Filme dair eleştirilere gelecek olursak, Bunuel’in ünlü Gündüz güzeli filminden hareketle tipik fransız burjuvasının ahlaki çöküntüleri üstüne bir eleştiri olarak çekilseydi eğer işte o zaman üstüne kurduğu dramatik ve erotik yapı bir anlam ifade ederdi. Oysaki Ozon ustadan beklenmeyecek bir şekilde, sadık fanlarını da hayal kırıklığını uğratıp sadece ekrana getirdiği 17 yaşındaki Isabelle’nin hayatını bir röntgenci misali izlemekle yetiniyoruz. Konu hakkında zihnimizde kurduğumuz mahkeme sahnesini filmin hiç bir yerinde oynatmayarak bıçak sırtı ilerleyen konu çok derin sulara doğru gidiyor. Filmle ilgili çoğu eleştiride de bu noktaya değiniliyor.
François Ozon hikaye ettiği Isabelle’nin cinsel uyanışında nedenlere ve etkilerine hiç bulaşmadan, derinlemesine irdelemeden sadece görsel anlamda yaşananları göstermesi,suya sabuna bulaşmak istemeyip adeta  ‘sex sells’in amacıyla çekildiği hissiyatı uyandırmıyorda değil hani.



Tabi şunu da belirtmek lazım, teşbihte hata olmaz derler, Perdeye yansıyan o erotizmin, Isabelle’nin o masum güzelliğin filmin ana omurgası olması, bir meta olarak da olsa güzelliğin başrol olması François Ozon gibi bir ustanın elinden çıkabilirdi elbet. Hiç bir sahnede çiğ bir ‘sex sells’ amacı asla hissedilmiyor. Bu durumu şöyle açıklayabiliriz. Bir kadın ve onun saf güzelliği Ozon filmlerinde her zaman vardır ama bu güzelliğin arkasında da dramatik bir yapı yatar. İşte Juene et jolie de maalesef bu bahsettiğimiz dramatik hikaye yok maalesef. Ozon sinemasına aşina olanların hep beklediği bir beklentidir bu.Ken Loach filmi izleyip ingiliz işçi sınıfına ait bir hikaye beklememek gibi. Her filmi öncesi büyük beklentiler uyandıran sinemacı olmanın da belki de olumsuz bir tarafıdır bu galiba.


17 yaşındaki Isabelle’ye hayat veren Marine Vacth’un saf güzelliği filmi tek başına sırtlıyor kesinlikle. Dramatik bir yapı olmadığı için oyunculuk anlamında pek kendini gösteremese de güzelliğiyle sadece görünmesi son derece sinematik bir izlek oluşturuyor. Tabi kameranın arkasında da Ozon gibi bir usta varsa mümkündür bu.
Sonuç olarak senaryo anlamında yeteri kadar doyurucu olmasa da görüntü anlamında tam bir Ozon filmi.

Film Ekimimden 'Sefertası'


Bu yıl Film ekimi kapsamında gösterilen Ritesh Batra’nın ilk uzun metraj filmi Dabba(Lunchbox-Sefertası) Hindistan’ın Mumbai (Bombay) kentinde Harvard profesörlerinin bile gelip araştırma yaptığı sefertası dağıtımın sistemi Dabbawalla ekseninde güzel bir kavuşamama hikayesini anlatıyor.
Filme girmeden önce biraz Dabbawalla sisteminden bahsetmek gerek. Hintçe Dabba sefertası, walla ise adam anlamına gelmektedir. Hepimizin bildiği küçük yuvarlak kutuların üstüste konmasıyla oluşturulan sefer tasının aynısı. Bu kutu adam denilen kişiler her sabah evlerden sefer taslarını toplayıp gerekli yerlere öğlen yemeklerine yetiştiriyorlar. Tabi bu cümle kolay gibi geliyor ama Hindistan’ın o kaosunu düşününce çok da kolay gelmiyor açıkçası. 125 yıllık bir geleneğin ürünü yaklaşık 5.000 dabbawallalar 200.000 sefertasını sorunsuz bir şekilde müthiş bir organizasyon ağıyla dağıtıyorlar. Dile kolay evet ama yılda yaklaşık 65 milyon öğün sorunsuz bir şekilde sahibine ulaştırılıyor. Okuma yazma dahi bilmeyen bu sefertası adamların renk kodları, iç güdüler ve takım çalışmasıyla bu işin altında kalkması hakikaten de profesörleri üstünde çalıştıracak kadar önemli bir konu. Forbes dergisi bu sistemi altı sigma performans değerlemesine tabi tutmuş ve %99.999999 doğruluk oranı vermiş. Yani kısacası 1 milyon dağıtımda 1 tanesi hatalı yere gidiyor.


İşte bu kusursuza yakın sistemdeki 1 hatalı dağıtım sayesinde filmimizin hikayesi çıkıyor ve kocasının ilgisizliğinden yakınıp yemekleriyle tekrar onun ilgisini çekmeye çalışan Ila ve eşinin ölümünden sonra hayatta bir amacı kalmamış emekliliğine yakın Saajan’la tanışıyoruz.
Hikaye bu ya yanlış gelen sefer tasındaki lezzetli yemekleri yiyen Saajan bir sonraki gün bir teşekkür mektubu yazar ve aralarında hayatlarındaki boşlukları doldurabilecekleri bir dostluk bağı oluşur. Saajan devlet dairesinde istihkak muhasebecisi olarak çalışmaktadır. Sıkıcı bir işinin yanı sıra eşinin ölümünden sonra hiçbir beklentisi kalmamıştır. Tek isteği erken emekli olup işinden evinden uzaklaşmaktır. Yerine geçecek olan hayat dolu Shaikh’le bile ilgilenmez, ona ters davranır. Gel zaman git zaman lezzetli yemeklerin yanı sıra dertlerini kederlerini anlatabildiği bir mektup arkadaşı Ila ile her şeyini paylaşır hale gelmiştir. Aynı şey Ila için de geçerlidir. Eşinin ilgisizliğinden bıkmış gündelik işlere boğulmuş bir ev kadını olan Ila’da aynı Saajan gibi onu boğan her şeyden kaçmak istemektedir. Küçük kızının kitabında gördüğü insanların ferah içinde yaşağıdığı Nepal’e gitmek arzusundadır. Saajan’la olan dostlukları zamanla yerini adını koyamadıkları farklı bir duyguya evrilse de her ikisi asıl kendi hayatlarını sorgulamaktadırlar.

Artık Hollywood'da da görmeye alıştığımız Bollywood’un ünlü yüzü İrrfan Khan ve doğu halklarının tüm güzellik öğelerini taşıyan Nimrat Kaur karşılıklı olarak oynamasalar da Hindistan’ın o meşhur kaosuyla beraber hayatın tüm sıkılmışlıkları arasında insanların çıkmazlarını çok güzel yansıtıyorlar. Dil-din-ırk gözetmeksizin bin yıllardır geçerliliğini koruyan “Erkeğin kalbine giden yol midesinden geçer” mottosundan hareketle hayatın bütün tatsızlıklarını biraz tuz, biraz baharat ile gidermeye çalışan Ila ve bence filmin esas kahramanı hiç gözükmeyen üst kat komşusu teyzenin diologları son derece keyif veriyor ve filmin mizah damarını oluşturuyor. Saajan’ın da yatay-dikey mezar aforizması ile hayatın koşturmacasına yapığı varoluşsal göndermeler filmin ağır basan alt metnini oluşturuyor.

Filmde hayata dair bir çok aforizma mevcut. Zaten spiritüalizm diyince konunun membası Hindistan’da tanrısal zeminde olmasa da Kafkaesk zeminde kurulan hayatın sorgulanmasında kusursuz işlendiği düşünülen bir sistemde bile olabilecek bir hatadan böyle bir dostluğun kurulmasıyla rastlantısal bir zemin kuruyor kendine. “bazen yanlış bindiğiniz bir tren sizi doğru istasyonda indirir.” mottosu da işte burda ortaya çıkıyor ve filmin ana omurgasını oluşturuyor.

Hayata dair düşündürmeleriyle, lezzetli yemekleriyle, Hindistan'ın renkli atmosferinde kaosuyla neşesiyle içinizi ısıtacak bir film Sefer tası. Afiyet olsun.


 **Filmle alakasız ama yazarken bunu dinledim, güzel gitti. Yazının soundtrack'i olabilir.


14 Ekim 2013 Pazartesi

Sinema Bir Mucizedir 4 Yaşında

İnsan kendi çocuğunu büyütürken anlamaz ya nasıl büyüdüğünü, benimki de aynı o hesap. Daha dün gibi geliyor şuraya bir şeyler karalamaya başlayalı.Ne zaman dört koca sene geçti bilemiyorum. Gerçi hayatımda her şey çok çabuk gelişiyor ama hiçbir şeye ayak uyduramadığım gibi koca 4 yılı devirmenin aksine daha ilk zamanlardaymışım gibi bir hissiyattayım. Bakalım daha ne kadar ilerletebilirim bu mecra da bilmiyorum ama insanlık için küçük benim için önemli olan bu sitede sinema üstüne yazmak son derece keyif verici. Umarım okuyanlar da benim sinemadan aldığım keyfi alıyorlardır. Nice yıllara mucizem:)









Film Ekimimden 'Sen Aydınlatırsın Geceyi'

"...yarayla alay eder yaralanmamış olan.
bak nasıl da sararıp soluvermiş tanrıça kederlerden.
sen çok daha parlaksın çünkü...
sen tüm göklerdeki yıldızların ilki,
sen aydınlatırsın geceyi..."
Sheakespeare

 Film Ekimi 2013 seçkisinden ticari vizyona girmediği için en çok merak ettiğim Leyla ile mecnun tayfası olarak tanınan Onur ünlü, Ali Atay, Serkan Keskin, Ahmet Mümtaz Taylan, Cengiz Bozkurt ekibinin elinden son derece absürt ve ilginç bir yapım ‘Sen Aydınlatırsın Geceyi’
Öncelikle menşei olarak Türk yapımı olsa da kesinlikle bir Türk filmi kalıbına oturtulmaması gerekir. Bugüne kadar görmediğimiz bir sürreal yapıda kendi gerçekliliğini oturtmuş sıra dışı bir film. Kendi akranları arasında biçim ve içerik olarak farkını belli eden Sen aydınlatırsın geceyi izleyici için sınırları zorlayan özeliklere sahip. Sektörel anlamda gişe kaygısıyla beraber sahip olduğu bütün bu riskleri yine bunun gibi en başta da belirttiğimiz Türk televizyon tarihinin belki de en absürt yapımı olan Leyla ile Mecnun’un maddi ve manevi başarısından hareketle bertaraf ediyor ve aynı kadronun tezgahından çıkmasıyla bu yapım da daha doğmadan ağzında gümüş kaşıkla doğuveriyor. Onur ünlü gibi kendine has sinema diline sahip bir ustanın kaleminden ve vizöründen çıkacak olması zaten en başından haberi alınır alınmaz insanı meraktan meraka sürüklemeye yeter de artardı, ve bu bahsettiğim gibi herkes de daha çekimleri sürerken iyi bir iş çıkacağına dair umutlarla beklendi. Prömiyerini İstanbul film festivalinde yapan film en iyi film seçilmesi çoğu kişiyi şaşkınlığa uğratmadı. Filmin bu başarısının ardından oldukça radikal sayılabilecek ama Onur ünlü yapınca normal sayılacak bir kararla vizyona sokulmama ve sadece festivallerde gösterilmesi kararı alındı. Ana akım film endüstrisine içerik olarak bir başkaldırı niteliğindeki film maddi anlamda da lafını esirgemiyordu.Tam da kabul görmek için sinema yapmıyorum diyen Onur ünlü’ye göre bir davranış. Filmi vizyona sokmamasını kendi sözleriyle şöyle açıklıyor “turne mantığıyla isteyen şehirlere tek tek götürüp izletmeyi düşünüyoruz. Üniversite salonları, kültür merkezleri, düğün salonları..neresi denk gelirse... Kim isterse... Tek kopya ile dolanıp duracağız. Filmi istediğimiz kadar kopyayla çıkabilecek gücümüz var fakat mevcut dağıtım ağıyla daha fazla muhatap olmak istemiyorum, sıkıldım onlardan.”
Onur ünlü bir röportajında filmin çıkış noktasını balkondan çıkıp gidiyormuş gibi yaptığı ama kendi tabiriyle komik olmayan şakasından hareketle, normal hayatta da böyle özelliklerimiz olsa ama hiçbir işimize yaramaas nasıl olurdu sorununun üzerine kuruyor Yani kısacası süper kahraman özelliklerine sahip olup sıradan hayat yaşayan insanların sıradan hikayesi olarak özetliyor.
Kadrodan tek tek bahsetmek gerek. Zira genç kuşağın en yetenekli oyuncularının başında gelen daha düne kadar değeri pek bilinemeyen Ali Atay ününe ün katmaya devam ediyor. Berkun Oya ile birlikte Krek de yaptığı sıra dışı işlerle beraber sinemada bir kaç kaliteli yapımda boy gösterdikten sonra asıl ününü Leyla ile Mecnun ile yaptı. L&M için sayfalar dolusu yazsak yeterli olmaz. Bu zamana kadar hiç görmeye alışık olmadığımız absürtlükte duymaya alışık olmadığımız repliklerle gönüllere taht kuran dizi yayınlandığı zaman hak ettiği ilgiyi görmüş ve daha şimdiden türk televizyon tarihinin fenomeni olmuştu. Seinfeld’e ithafen denilir hiçbir şey hakkında dünyanın en iyi dizisi diye. Aynı tabiri L&M için de gönül rahatlığıyla kullanabiliriz. Gerçi son zamanlardaki Gezi parkı olayları sırasındaki Onur Ünlü ve tayfasının onurlu duruşları ve bazılarının(!) tavuğuna kış demeleri bazı mabat kıllarını kızdırmış olmalı ki reyting yalanıyla yayından kaldırıldı. Zaten TRT’nin memur kültürüne ters gelmesi ve ama yine de orda parlamaları başlı başına bir hayret konusuydu ama yönetim buraya kadarmış diyip Türkiye de hiçbir başarı cezasız kalmaz sözünü bir kez daha hatırlattılar. Aynı ekibin gelecek sezon yeni diziyle geri gelecek olmaları kızgınlığımızı ve özlemimizi biraz olsun giderecektir.
Ali Atay’ın karşısında yine genç kuşağın başarılı kadın oyuncularından Demet Evgar kendine has güzelliği ve yeteneğiyle Ali Atay’la beraber güzel bir oyunculuk resitali sunuyor bizlere. Ahmet Mümtaz Taylan, Cengiz Bozkurt, Ercan Kesal, Derya Alabora, Serkan Keskin, Ezgi Mola ve daha nice usta oyuncularla renklenen kadro belki de son zamanlardaki en zengin kadrolardan biri olma özelliğinde.


Filmden biraz bahsetmek gerekirse kısaca; kahramanlıklarının ekmeğini yiyememiş süper kahramanların hikayesi desek filmi tamamen özetlemiş oluruz. Memleketim Manisa’nın Akhisar ilçesinde geçen hikayede babasının berber dükkanında berberliğin yanı sıra amatör küme maçlarında yan hakemlik yapan Cemal duvarların içerisinden geçebilmektedir. Annesini ve kardeşlerini yangında kaybeden, bu sebeple hayatın amacını sorgulamakta olan Cemal hiç bir şekilde bu özelliğinin artıları yaşayamamaktadır. Cemal gibi bütün kasaba da bu durumdadır. Ölümsüz  zengin fabrika sahibi Dündar, eşyaları hareket ettirebilen Yasemin, görünmez ilkokul öğretmeni Vildan,hayatı durdurabilen Defne, parmağından ateş edebilen Samim ve daha nice süper kahraman özelliğine sahip ama sıradan hayat yaşayan küçük kasabanın küçük insanları. Sürekli gözünden kan gelen doktor İrfan’ın ne biçin insansınız siz dediği garip insanlarla dolu bir garip Anadolu kasabası.



Cemal hayatın anlamsızlığı karşısında savrulan, ve değiştirmek için hiçbir şey yapmayan bir insan. Babasıyla beraber yaşamını sürdürürken traş için sürekli gittiği Dündar Bey’in fabrikasında Yasemin’i görür ve hayatını değiştirebileceğini düşünür. Yasemin Cemal’i sorularını gidermektense daha başka sorular da beraberinde getirir. Üstüne üstlük hayatı durdurabilen korsan kitap satan Defne Cemal’in aklını daha da karıştırır.
Sen Aydınlatırsın Geceyi, Türk filmi diyince insanın aklına gelen bütün klişeleri bertaraf edercesine çağdaş türk sinemasının en güzel örneklerinden biri. Umarız Onur Ünlü'nün bu sürreal absürt sinema anlayışı genç kuşak sinemacılar için örnek alınır ve kalıplarına sığmayan örnekleri görmeye başlarız. Zira bu seyirci yıllardır ağdalı melodramlardan, sulu zırtlak tuvalet mizahından, birşey anlatıyormuş gibi gözüküp hiç bir şey anlatmayan filmlerden oldukça sıkıldı.




*Son bir parantez film kadar soundtrack'i de enfes. Mehmet Erdem'in sesinden sevmek için yaratılmış filme çok güzel gitmiş. Umarım yazıya da güzel gider. Okurken dinlenilmesi şiddetle tavsiye edilir...

12 Ekim 2013 Cumartesi

Comedy’s New Legends

 Jonah Hill, Paul Rudd, Seth Rogan, and Jason Segel, The Pretty Young Things
 Bill Hader, Anna Faris, Jason Bateman, and Leslie Mann, The Honeymooners (Photographed by Norman Jean Roy.)
Danny McBride as, The Breakthrough (Inspired by Jack Nicholson in The Shining. Photographed by Mark Seliger.)

Jason Segel, The Loner (Inspired by Buster Keaton. Photographed by Norman Jean Roy.)

Seth Rogen, The Auteur (Inspired by Frida Kahlo. Photographed by Norman Jean Roy.)

Russell Brand as The Comic (Inspired by Charlie Chaplin. Photographed by Mark Seliger.)

Paul Rudd, The Role Model (Inspired by Young Frankenstein. Photographed by Art Streiber.)
 
Jonah Hill, The Chopper (Inspired by George Washington. Photographed by Sam Jones.)