Bir Michael Haneke filmini izlemişseniz,üstüne birşey yazmaya başlarken iki kere düşünürsünüz.Sözcükler birikmiştir ama bir türlü çıkmazlar. Tıpkı bu yazıya başlarken benim hissettiklerim gibi. Çünkü karşında seyircisiyle oynayan, yer yer alay eden, her daim huzursuz eden bir Michael Haneke vardır. Hiç rahat bırakmaz. Bir hafta önce izlediğim son filmi Amour’u günlerdir aklımdan çıkaramamın sebebi de budur. Zaten Haneke’nin de isteği bu galiba. Onun amacı perdede ve ya ekranda izledikten sonra seyircisinin kafasında filmini tekrar başlatmak istemesidir. Oscar olsun altın palmiye olsun neredeyse bütün prestijli ödülleri silip süpüren Haneke’nin Amour’u aşk ve ölüm üstüne şimdiye kadar yapılmış en anlamlı(!) filmlerden biri. Anlamlı derken anlamını yüzyıllardır bulamadığımız iki olgu hakkında yine kafa karıştırarak anlamsızlıklarına bir parça anlamsızlık katmaya çalışmamız olarak özetleyebiliriz.
Klasik her filminde karakterlerine verdiği isimler yine karşımıza çıkıyor. George ve Anne seksenlerini yaşayan yaşlı bir çifttir. Artık hayatlarının son demlerini yaşayan kahramanlarımız bir başlarına fiziksel anlamda hayatın yükünü birbirlerine duydukları aşk ve sevgiyle aşmaktadırlar. Ta ki Anne’nin felç geçirmesine dek. İkilinin kaçınılmaz sona doğru değişimlerini tüm gerçekçiliğiyle varoluşsal bir çerçevede deyim yerindeyse gözümüzün içine sokuyor Haneke. Hem de ne sokma. Karnımıza oturmuş koca bir yumruyla filmi bitiriyoruz. Zaten en başından bir kurgusal yapıt imajı hiç mi hiç uyandırmıyor seyircide.Perdede görülen öyle gerçek ki, insanı darmaduman eden de bu.Haneke usta da zaten gerçeğe en yaklaştığım filmim derken bunu kastediyor olmalı.
Perdede izlediğimiz şey(!) her ne ise bittikten sonra kafamızda tekrar başlıyor. Gerçek sevgi nedir, bir insanı bir insanı kendinden çok sever mi, bencillik nedir, ölüm nedir, aşk nedir?
Bütün bu sorular beynimizi kemirir durur. İşin en kötü tarafı ise bu soruların hiçbir kesin cevabı olmamasıdır. Yüzyıllar boyunca dervişler,ermişler,filozoflar, bilim adamları, aşıklar bunu çözememiş biz mi çözeceğiz. Tek kesin bildiğimiz ‘aşk’ın bütün kavramlar içinde en çok debelenip durduğumuz, içinden çıkamadığımız ama içine girmek için de can attığımız bir durum olması değil midir? Ölüm de bir nevi aşk misali tüm yaşamsal varoluşumuzun bir sonu gibi düşündüğümüzden, hep en düşünülmek istenmeyen kavram olması değil midir?. Oysa ki ölüm de yaşam gibi gerçektir, tüm varoluş felsefelerinde mutlak bir son olarak görülmez. Ki aynı şey tüm dinler için de geçerlidir. Hiç bir inanç sistemi ölümü nihai son olarak göstermez. Sadece bedensel bir bitiş biçimi olarak algılar ve ruhsal bir transformasyon ileri sürer.
Gerçi filmin adındaki “Amour-Aşk” çevirisi bizi biraz yanıltabilir. Esas filmin ana omurgasını oluşturan sevgi-emek ikilisidir daha çok. Spinoza’nın Etika’sında bahsettiği sevgi (amour) kavramı çok boyutlu duygu dokusunun bir araya gelmesiyle oluşuyordu. Yani duygu birikiminin sevgi olarak tanımlanabilmesi için bu birikimi zamanla karşılıklı ilişki boyutunda “emek” ve “özen” kavramlarının bir uzantısı olarak gelişmesi gerekir. George’un Anne’yi hasta yatağında hayatta tutmak için gösterdiği emek ve özen aslında ikili arasındaki sevgiyi daha da katmanlaştırarak bir başka boyuta taşıyordu. Hadi Spinoza kadar ileri gitmeyelim, Türk sinemasının (bence) en iyi “sevgi” filmi Selvi boylum Al yazmalım’ın hala cevabı bulunamayan sorusunu hatırlayalım. Artık tamamen klasikleşmiş efsane sahnesinde bir yanda aşık olduğu İlyas, bir yanda ona emek veren Cemşit ve arada kalan Asya.
“Sevgi neydi? Sevgi iyilikti, dostluktu, emekti. Sevgi emek ister..”
Filmin tüm bu gerçekçi boyutuna en çok katkıda bulunan iki kahramanı, Jean-louis Trintignant ve Emmanuelle Riva. Bu iki usta oyuncu filmde adeta devleşiyorlar. Tek mekan ve iki karakterle anca Haneke usta böylesine bir başyapıt çıkarabilirdi. Anne’yi canlandıran Emmanuelle Riva’nın 85 yaşında oskarı kılpayı kaçırması performansının ne denli çarpıcı olduğunun bir göstergesi. Her ne kadar sinema çevrelerinde Riva’nın performansı öne çıkartılsa da Trintignant bence sinema dünyasının gelmiş geçmiş en iyi performansını sunuyor. O nasıl oynamaktır. Ölüme doğru giden birini hayatta tutmaya çalışırken rolünde gençleştikte gençleşir. Ya da bilmiyorum ben öyle algıladım. Adam filmin sonuna doğru gözümde gençleşti. Bu yaşımda Trintignant’ın canlandırdığı George’daki hayat enerjisini kendimde görmedim desem yeridir. Sokaktaki herhangi birinin de bunu yaşadığını söyleyemem. Belkide asıl nedeni yaş ne olursa olsun George’un Anne’ye duyduğu kadar gerçekçi bir aşkı yaşa(ya)mamış olmamızdan dolayı olabilir mi?
Ataol Behramoğlu zamanında ne kadar güzel özetlemiş, sanki Haneke bu dizelerden hareketle çekmiş gibi bu filmi.
“....
yitik bir ezgisin sadece,
tüketilmiş ve düşmüş, gözden.
düşlerinde bir çocuk hıçkırır
gece camlara sürtünürken;
çünkü hiç bir kelebek
tek başına yaşayamaz sevdasını,
severken hiçbir böcek
hiç bir kuş yalnız değildir;
ölümdür yaşanan tek başına,
aşk iki kişiliktir...”
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder