17 Mart 2013 Pazar

Aşk, en güzel bahanesidir şiirin


Yılmaz Erdoğan’ın merakla beklenen filmi ‘Kelebeğin Rüyası’ nihayet vizyonda yerini aldı.Hayli iddialı kadrosuyla çekim sürecinde medyanın yakın ilgisine mazhar olmuştu. Genç kuşağın bence en başarılı erkek oyuncusu Mert Fırat’ın kadroda yer alması canlandırdıkları karakterin yansıtılması anlamında oldukça iyi bir seçimdi.Çünkü fiziksel anlamda bir hastayı ve dahası hasta olduğunu belli etmemeye çalışan bir karakteri canlandırmak öyle kolay bir iş değildir.Mert Fırat’ın yanında yine yakışıklılığıyla genç kızları peşinden koşturan Kıvanç Tatlıtığ’un varlığı ise kafamda koca bir soru işareti doğurmuyor değildi. Her ne kadar son zamanlarda dizilerdeki oyunculuk becerisini geliştiren Tatlıtuğ hiç bir zaman fiziksel güzelliğinin önüne geçebilecek performanslar sunmamıştı bize. Ta ki bu filme kadar.


Öncelikle filmin adına kaynak olan Kelebeğin rüyası metaforuna değinmek gerek.
Taocu ünlü filozof Chuang Tzu bir hikayesinde rüyasını şöyle sorgular “..bir gün uyandığında kendii rüyasında kelebek olarak görür, o kadar gerçektir ki bu uyandığında kendini rüyasında kelebek olduğunu gören Chuang Tzu mu, yoksa rüyasında Chuang Tzu olduğunu gören bir kelebek mi olduğuna karar veremez..” Bu metafor sinemada bolca kullanılmıştır. Başlı başına bir hayal dünyası olan sinemanın büyüsünün bittikten sonra insana yaşattıklarıdır aslında Chuang Tzu’nun uyandıktan sonra kendini kelebek sanacak kadar rüyasını gerçekçi bulması.
“Hayal ve gerçek! insanlar uykudadır öldükten sonra uyanırlar. Hangisi daha gerçek.. Bizim hayal dediğimiz ne ölçüde gerçek ve bizim gerçek dediğimiz ne ölçüde hayal”. Sinema dünyasında bu felsefeyi en iyi anlatan Matrix serisidir kesinlikle. Aslında Chuang Tzu ve bu öğretisinin üstüne ciddi düşünmek, uzun uzadıya yazmak gerek ama başka bir yazıya kalsın şimdilik.



Filme gelecek olursak rüyasında kelebek olduğunu sanacak kadar hayali gerçek gibi yaşayan Muzaffer ve Rüştü şiir dünyasının romantik denizlerinde var olma savaşı vermektedirler. Hem maddi anlamda hem de manevi anlamda. İçlerinde sinsi sinsi ilerleyen verem ve 40’ların Türkiye’sindeki yokluk yetmiyormuş gibi Zonguldak’a gelen varlıklı ailenin kızı Suzan, içlerindeki duyguları çoşturur. Bu iki genç şairi koruyup kollayan Hoca diye hitap ettikleri Behçet (Necatigil)’in çok güzel bir lafı var durumlarını özetleyen .”Bin bir zahmetle ciğerlerinizi iyileştirmeye çalışıyoruz, bir de başımıza kalp işi çıkarmayacaksınız değil mi?”

Gel zaman git zaman bu iki şiir hevesli genç, kız için şiir yazmaya karar verirler. Hangisinin şiirini beğenirse kız onun olacaktır. Tabi hayat bu kadar basit olmayacaktır onlar için, hastalıkları ağır ağır içlerini kemirirken içlerindeki romantizm onlara yaşam ümidi verir, ki gerçek hayattan esinlenilen karakterler Muzaffer Tayyip Uslu ve Rüştü Onur’ un şiirler dolu kısacık hayatlarına ortak oluruz.

“diyecekler ki arkamdan
ben öldükten sonra
o, yalnız şiir yazardı
ve yağmurlu gecelerde
elleri cebinde gezerdi
yazık diyecek
hatıra defterimi okuyan
ne talihsiz adammış
imanı gevremiş parasızlıktan...”

Rüştü Onur’u canlandıran Mert Fırat dediğim gibi genç kuşağın en başarılı isimlerinin başında geliyor. Hem gişesi yüksek filmlerdeki başarısı hem de yolun başındaki genç sinemacıların sanat ağırlıklı filmlerindeki oyunculuğu, onun ne kadar çok yönlü bir oyuncu olduğunun göstergesi.
Kıvanç Tatlıtuğ için koca bir parantez açmak gerek. İlk başlarda filme dahil olduğunu duyduktan sonra biraz hayal kırıklığı yaşamadım değil. Özellikle dizilerdeki yakışıklı jön imajının üstüne bu filme dahil edilmesini gişeye yönelik bir hamle olduğunu düşünmüştüm. Ta ki filmden ilk karelerin basına sızmasına kadar. Muzaffer Uslu’nun veremli haline benzemek için insanüstü bir çabayla yaklaşık 10-12 kilo vermesi büyük bir özveri örneğiydi. Zaten filmi izlerken ilk aklıma gelen Makinist’teki rölüyle Christian Bale oldu. Sinema dünyasında böyle fedakarlıklar her zaman büyük bir ilgiyle karşılanır ve takdir edilir. Tatlıtuğ bununla da kalmayıp harika bir performans sunması filmin Mert Fırat’la beraber filmin en büyük artısı. Kadın oyuncular için maalesef bu kadar pozitif olamıyorum. Erkek karakterlerin aksine kadın oyuncu seçimleri ise tam bir fiyasko. Eş kontenjanından seçilen Belçim Bilgin ve dönem filmi/dizisi tecrübesi olan Farah Zeynep Abdullah’ın performansları oldukça göze batan cinstendi. 30 yaşında Türkan Şoray’ın liseli kızı canlandırdığı eski Yeşilçam filmlerindeki gibi okul üniformasını giydir,saçları kurdelayla yandan ikiye ayır taktiği maalesef işe yaramıyor. O kadar emanet duruyordu ki, filmin gerçekçi tarafını zedeliyordu. Filmle ilgili internetteki eleştirilerin büyük çoğunluğu kadın oyuncular özellikle Belçim Bilgin üzerindendi. O rolün hakkını verebilecek daha nice genç oyuncu vardı ama dediğim gibi eş kontenjanından kadroya dahil olmuş gibiydi Belçim Bilgin.Farah Zeynep’in ise abartılı oyunculuğu nedeninin, dizi tecrübesinden yola çıkarak dizi tüketicisi(!) gibi dramın etkisini arttırmak istemesindendir diye düşündüm. Ama beni asıl şaşırtan yönetmen Yılmaz Erdoğan’ın buna izin vermesiydi. Salt dramın dozunu arttırmak için bu hamleye başvurmaya yeltenmesi yeniyetme yönetmenlerin gişeyi sağlama alma hareketine benzediği hissiyatına kapıldım. Ama genel olarak baktığımızda da Yılmaz Erdoğan’ın yönetmenliğine diyecek sözüm yok. Kendisi hem sinema diliyle hem de hayata bakış açısıyla en sevdiğim sinemacıların başında gelir.Şiirlerini ve şiire verdiği önemi bilenler için filmin ana hattını görmek daha kolaylaşmıştır.

“önce öksürüverdim
öksürüverdim hafiften
derken ağzımdan kan geldi
bir ikindi üstü durup duruken

meseleyi o saat anladım
anladım ama iş işten geçmiş ola
şöyle bir etrafıma baktım,
baktım ki yaşamak güzeldi hala
mesela gökyüzü,
maviydi alabildiğine
insanlar dalıp gitmişti
kendi alemine.”

Kelebeğin Rüyası; ders kitaplarında adı geçmeyen ama yaşadıkları zamanı etkilemiş şairler Muzaffer Tayyip Uslu ve Rüştü Onur’un bin bir zorlukla yaşam savaşlarını en içten,en romantik,en ümitli anlatan şair Yılmaz Erdoğan’ın, hem dönem filmi olması bakımından hem de içerdiği duygusallıkla Vizontele’leriyle yaraşır ölçüde güzel bir seyirlik sunuyor. Ama bence filmin esas başarısı bu iki kıymeti bilinmeyen şairin genç nesillerce merak edilip kitaplarının alınması ve şiirlerinin dilden dile aktarılacak olmasıdır.

Can baba ne güzel demiş “şiir getirenleriniz çok olsun...”

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder