22 Mart 2013 Cuma

Sinister- Lanet yakında sinemalarda



Yönetmen: Scott Derrickson
Yazarlar: Scott Derrickson & Robert C. Cargill
Yapımcılar: Jasn Blum & Brian Kavanaugh-Jones
Müzik: Christopher Young
Oyuncular: Ethank Hawke
Juliet Rylance
James Ransone
Tür: Korku / Gerilim
Süre: 110 Dakika

Vizyon Tarihi: 29 Mart 2013
Dağıtım: Pinema Filmcilik
İthalat: Filmpop Filmcilik

KONU
PARANORMAL ACTIVITY filminin yapımcılarından ve THE EXORCISM OF EMILY ROSE filminin yönetmeni sunar: SINISTER. Başrolde Ethan Hawke’nin oynadığı film, bir gerçek suç yazarının yeni taşındığı evde, içerisinde evde çekilmiş korkunç görüntülerin olduğu bir kutu film makarası bulması sonucunda kendisini ve ailesini korkunç bir kabusun ortasında bulmasını konu alıyor.


YÖNETMENİN AÇIKLAMASI
Sinister filminin fikri, yardımcı yazarım C. Rober Cargill’in bir gece The Ring filmini izledikten sonra gördüğü kabus sonucunda ortaya çıktı. Bu korkunç rüyayı gördükten sonra, bu fikir üzerinde yıllarca düşündü ancak yazar yerine film eleştirmeni olduğu için, bu fikri yıllarca geliştiremedi. O zamanlar Cargill ile internetten arkadaşlık kurmuştuk, gerçek hayatta sadece bir kere buluşmuştuk. Ocak ayında soğuk bir Las Vegas akşamında onla karşılaştıktan sonra gece birer içki içmek üzere buluşmak için anlaştık. Beş kokteyl içtikten sonra bana Sinister fikrini anlatmaya başladı. Hemen ilgimi çekti. Fikri, yapımcı Jason Blum’a sattık ve beş hafta sonra elimizde bir senaryo vardı. Film hemen yapıma girdi ve bir yıldan kısa bir sürede tamamlandı.
Kast işleriyle meşgulken özellikle Ellison Oswalt karakterini hangi aktörün oynaması gerektiği üzerinde çok dürdüm. Ellison karakteri çok kusurları olan bir karakter olduğu için, seyircinin ona karşı tavır almasından çekiniyordum. Eğer yanlış aktörü seçersem, seyirci Ellison karakterini sevmeyecek ve ona ne olduğunu umursamayacaktı. Sonunda Ethan Hawke’de karar kıldım çünkü onun bu kusurlu karakteri, seyircinin ilgisini çekebilecek bir şekilde oynayabilecektim. Ethan daha sonra beni Juliet Rylance ile tanıştırdı ve onunla birkaç test çekimi yaptıktan sonra, onun Ellison’un karısı rolünde oynamasına karar verdim.
Filmin yapım aşaması keyif vericiydi çünkü filmin yapımı sırasında yaratıcılık bakımından hiçbir sınırlamaya maruz bırakılmadım. Stüdyo istediği için senaryonun hiçbir yerinde değişiklik yapmaya veya filmin kurgusunu yaparken hiçbir sahnesini kesmemiz gerekmedi. Film bittiğinde izlediğim şey tam kafamda kurduğum filmdi. Çok az yönetmen böyle bir şansa sahip olabiliyor.
Film içerik olarak, her korku filminde olduğu gibi, korku hakkında. Ancak filmde çok farklı seviyelerde korku ve gerginlik unsurları var. Korku filmi izlemek isteyen herkes, güvenli bir haldeyken gerçek anlamda korkmayı umar. Sinister’i yaparken ilk amacım yapabildiğim kadar korkunç bir film yapmaktı. Fakat tek amacım bu değildi, ayrıca derinliği ve anlamı da olan bir film yapmak istedim. Ellison karakteri Süper 8 filmlerini izlerken, evde duyduğu seslerden veya çocuklarının garip davranışları gibi şeylerden dolayı film boyunca korku dolu anlar yaşıyor. Ancak Ellison’ın gerçek korkusu, filmde karşılaştığı korkunç olaylarının yanı sıra, çok daha evrensel bir korku: şu anki konumunu kaybetmek. Eskisi kadar ünlü ve zengin olamamaktan korkuyor. Herkesin empati kurabileceği bu korku, onun film boyunca yaptığı seçimlerdeki karar unsuru oluyor ve bu korku seyircinin dikkatine açık bir şekilde sunuluyor.
ÇEKİM YERLERİ
Sinister’ın ana çekimleri, Port Washington, Long Island, New York’ta bulunan bir evin içerisinde gerçekleştirildi. Süper 8 filmlerinin içeriklerinin çekimleri ise Los Angeles’te gerçekleştirildi. New York şehrinde de bir günlük stüdyo çekimleri gerçekleştirildi.

18 Mart 2013 Pazartesi

Ölümdür yaşanan tek başına,aşk iki kişiliktir


Bir Michael Haneke filmini izlemişseniz,üstüne birşey yazmaya başlarken iki kere düşünürsünüz.Sözcükler birikmiştir ama bir türlü çıkmazlar. Tıpkı bu yazıya başlarken benim hissettiklerim gibi. Çünkü karşında seyircisiyle oynayan, yer yer alay eden, her daim huzursuz eden bir Michael Haneke vardır. Hiç rahat bırakmaz. Bir hafta önce izlediğim son filmi Amour’u günlerdir aklımdan çıkaramamın sebebi de budur. Zaten Haneke’nin de isteği bu galiba. Onun amacı perdede ve ya ekranda izledikten sonra seyircisinin kafasında filmini tekrar başlatmak istemesidir. Oscar olsun altın palmiye olsun neredeyse bütün prestijli ödülleri silip süpüren Haneke’nin Amour’u aşk ve ölüm üstüne şimdiye kadar yapılmış en anlamlı(!) filmlerden biri. Anlamlı derken anlamını yüzyıllardır bulamadığımız iki olgu hakkında yine kafa karıştırarak anlamsızlıklarına bir parça anlamsızlık katmaya çalışmamız olarak özetleyebiliriz.


Klasik her filminde karakterlerine verdiği isimler yine karşımıza çıkıyor. George ve Anne seksenlerini yaşayan yaşlı bir çifttir. Artık hayatlarının son demlerini yaşayan kahramanlarımız bir başlarına fiziksel anlamda hayatın yükünü birbirlerine duydukları aşk ve sevgiyle aşmaktadırlar. Ta ki Anne’nin felç geçirmesine dek. İkilinin kaçınılmaz sona doğru değişimlerini tüm gerçekçiliğiyle varoluşsal bir çerçevede deyim yerindeyse gözümüzün içine sokuyor Haneke. Hem de ne sokma. Karnımıza oturmuş koca bir yumruyla filmi bitiriyoruz. Zaten en başından bir kurgusal yapıt imajı hiç mi hiç uyandırmıyor seyircide.Perdede görülen öyle gerçek ki, insanı darmaduman eden de bu.Haneke usta da zaten gerçeğe en yaklaştığım filmim derken bunu kastediyor olmalı.

Perdede izlediğimiz şey(!) her ne ise bittikten sonra kafamızda tekrar başlıyor. Gerçek sevgi nedir, bir insanı bir insanı kendinden çok sever mi, bencillik nedir, ölüm nedir, aşk nedir?

Bütün bu sorular beynimizi kemirir durur. İşin en kötü tarafı ise bu soruların hiçbir kesin cevabı olmamasıdır. Yüzyıllar boyunca dervişler,ermişler,filozoflar, bilim adamları, aşıklar bunu çözememiş biz mi çözeceğiz. Tek kesin bildiğimiz ‘aşk’ın bütün kavramlar içinde en çok debelenip durduğumuz, içinden çıkamadığımız ama içine girmek için de can attığımız bir durum olması değil midir? Ölüm de bir nevi aşk misali tüm yaşamsal varoluşumuzun bir sonu gibi düşündüğümüzden, hep en düşünülmek istenmeyen kavram olması değil midir?. Oysa ki ölüm de yaşam gibi gerçektir, tüm varoluş felsefelerinde mutlak bir son olarak görülmez. Ki aynı şey tüm dinler için de geçerlidir. Hiç bir inanç sistemi ölümü nihai son olarak göstermez. Sadece bedensel bir bitiş biçimi olarak algılar ve ruhsal bir transformasyon ileri sürer.

Gerçi filmin adındaki “Amour-Aşk” çevirisi bizi biraz yanıltabilir. Esas filmin ana omurgasını oluşturan sevgi-emek ikilisidir daha çok. Spinoza’nın Etika’sında bahsettiği sevgi (amour) kavramı çok boyutlu duygu dokusunun bir araya gelmesiyle oluşuyordu. Yani duygu birikiminin sevgi olarak tanımlanabilmesi için bu birikimi zamanla karşılıklı ilişki boyutunda “emek” ve “özen” kavramlarının bir uzantısı olarak gelişmesi gerekir. George’un Anne’yi hasta yatağında hayatta tutmak için gösterdiği emek ve özen aslında ikili arasındaki sevgiyi daha da katmanlaştırarak bir başka boyuta taşıyordu. Hadi Spinoza kadar ileri gitmeyelim, Türk sinemasının (bence) en iyi “sevgi” filmi Selvi boylum Al yazmalım’ın hala cevabı bulunamayan sorusunu hatırlayalım. Artık tamamen klasikleşmiş efsane sahnesinde bir yanda aşık olduğu İlyas, bir yanda ona emek veren Cemşit ve arada kalan Asya.

“Sevgi neydi? Sevgi iyilikti, dostluktu, emekti. Sevgi emek ister..”


Filmin tüm bu gerçekçi boyutuna en çok katkıda bulunan iki kahramanı, Jean-louis Trintignant ve Emmanuelle Riva. Bu iki usta oyuncu filmde adeta devleşiyorlar. Tek mekan ve iki karakterle anca Haneke usta böylesine bir başyapıt çıkarabilirdi. Anne’yi canlandıran Emmanuelle Riva’nın 85 yaşında oskarı kılpayı kaçırması performansının ne denli çarpıcı olduğunun bir göstergesi. Her ne kadar sinema çevrelerinde Riva’nın performansı öne çıkartılsa da Trintignant bence sinema dünyasının gelmiş geçmiş en iyi performansını sunuyor. O nasıl oynamaktır. Ölüme doğru giden birini hayatta tutmaya çalışırken rolünde gençleştikte gençleşir. Ya da bilmiyorum ben öyle algıladım. Adam filmin sonuna doğru gözümde gençleşti. Bu yaşımda Trintignant’ın canlandırdığı George’daki hayat enerjisini kendimde görmedim desem yeridir. Sokaktaki herhangi birinin de bunu yaşadığını söyleyemem. Belkide asıl nedeni yaş ne olursa olsun George’un Anne’ye duyduğu kadar gerçekçi bir aşkı yaşa(ya)mamış olmamızdan dolayı olabilir mi?

Ataol Behramoğlu zamanında ne kadar güzel özetlemiş, sanki Haneke bu dizelerden hareketle çekmiş gibi bu filmi.

“....
yitik bir ezgisin sadece,
tüketilmiş ve düşmüş, gözden.
düşlerinde bir çocuk hıçkırır
gece camlara sürtünürken;
çünkü hiç bir kelebek
tek başına yaşayamaz sevdasını,
severken hiçbir böcek
hiç bir kuş yalnız değildir;
ölümdür yaşanan tek başına,
aşk iki kişiliktir...”

17 Mart 2013 Pazar

Aşk, en güzel bahanesidir şiirin


Yılmaz Erdoğan’ın merakla beklenen filmi ‘Kelebeğin Rüyası’ nihayet vizyonda yerini aldı.Hayli iddialı kadrosuyla çekim sürecinde medyanın yakın ilgisine mazhar olmuştu. Genç kuşağın bence en başarılı erkek oyuncusu Mert Fırat’ın kadroda yer alması canlandırdıkları karakterin yansıtılması anlamında oldukça iyi bir seçimdi.Çünkü fiziksel anlamda bir hastayı ve dahası hasta olduğunu belli etmemeye çalışan bir karakteri canlandırmak öyle kolay bir iş değildir.Mert Fırat’ın yanında yine yakışıklılığıyla genç kızları peşinden koşturan Kıvanç Tatlıtığ’un varlığı ise kafamda koca bir soru işareti doğurmuyor değildi. Her ne kadar son zamanlarda dizilerdeki oyunculuk becerisini geliştiren Tatlıtuğ hiç bir zaman fiziksel güzelliğinin önüne geçebilecek performanslar sunmamıştı bize. Ta ki bu filme kadar.


Öncelikle filmin adına kaynak olan Kelebeğin rüyası metaforuna değinmek gerek.
Taocu ünlü filozof Chuang Tzu bir hikayesinde rüyasını şöyle sorgular “..bir gün uyandığında kendii rüyasında kelebek olarak görür, o kadar gerçektir ki bu uyandığında kendini rüyasında kelebek olduğunu gören Chuang Tzu mu, yoksa rüyasında Chuang Tzu olduğunu gören bir kelebek mi olduğuna karar veremez..” Bu metafor sinemada bolca kullanılmıştır. Başlı başına bir hayal dünyası olan sinemanın büyüsünün bittikten sonra insana yaşattıklarıdır aslında Chuang Tzu’nun uyandıktan sonra kendini kelebek sanacak kadar rüyasını gerçekçi bulması.
“Hayal ve gerçek! insanlar uykudadır öldükten sonra uyanırlar. Hangisi daha gerçek.. Bizim hayal dediğimiz ne ölçüde gerçek ve bizim gerçek dediğimiz ne ölçüde hayal”. Sinema dünyasında bu felsefeyi en iyi anlatan Matrix serisidir kesinlikle. Aslında Chuang Tzu ve bu öğretisinin üstüne ciddi düşünmek, uzun uzadıya yazmak gerek ama başka bir yazıya kalsın şimdilik.



Filme gelecek olursak rüyasında kelebek olduğunu sanacak kadar hayali gerçek gibi yaşayan Muzaffer ve Rüştü şiir dünyasının romantik denizlerinde var olma savaşı vermektedirler. Hem maddi anlamda hem de manevi anlamda. İçlerinde sinsi sinsi ilerleyen verem ve 40’ların Türkiye’sindeki yokluk yetmiyormuş gibi Zonguldak’a gelen varlıklı ailenin kızı Suzan, içlerindeki duyguları çoşturur. Bu iki genç şairi koruyup kollayan Hoca diye hitap ettikleri Behçet (Necatigil)’in çok güzel bir lafı var durumlarını özetleyen .”Bin bir zahmetle ciğerlerinizi iyileştirmeye çalışıyoruz, bir de başımıza kalp işi çıkarmayacaksınız değil mi?”

Gel zaman git zaman bu iki şiir hevesli genç, kız için şiir yazmaya karar verirler. Hangisinin şiirini beğenirse kız onun olacaktır. Tabi hayat bu kadar basit olmayacaktır onlar için, hastalıkları ağır ağır içlerini kemirirken içlerindeki romantizm onlara yaşam ümidi verir, ki gerçek hayattan esinlenilen karakterler Muzaffer Tayyip Uslu ve Rüştü Onur’ un şiirler dolu kısacık hayatlarına ortak oluruz.

“diyecekler ki arkamdan
ben öldükten sonra
o, yalnız şiir yazardı
ve yağmurlu gecelerde
elleri cebinde gezerdi
yazık diyecek
hatıra defterimi okuyan
ne talihsiz adammış
imanı gevremiş parasızlıktan...”

Rüştü Onur’u canlandıran Mert Fırat dediğim gibi genç kuşağın en başarılı isimlerinin başında geliyor. Hem gişesi yüksek filmlerdeki başarısı hem de yolun başındaki genç sinemacıların sanat ağırlıklı filmlerindeki oyunculuğu, onun ne kadar çok yönlü bir oyuncu olduğunun göstergesi.
Kıvanç Tatlıtuğ için koca bir parantez açmak gerek. İlk başlarda filme dahil olduğunu duyduktan sonra biraz hayal kırıklığı yaşamadım değil. Özellikle dizilerdeki yakışıklı jön imajının üstüne bu filme dahil edilmesini gişeye yönelik bir hamle olduğunu düşünmüştüm. Ta ki filmden ilk karelerin basına sızmasına kadar. Muzaffer Uslu’nun veremli haline benzemek için insanüstü bir çabayla yaklaşık 10-12 kilo vermesi büyük bir özveri örneğiydi. Zaten filmi izlerken ilk aklıma gelen Makinist’teki rölüyle Christian Bale oldu. Sinema dünyasında böyle fedakarlıklar her zaman büyük bir ilgiyle karşılanır ve takdir edilir. Tatlıtuğ bununla da kalmayıp harika bir performans sunması filmin Mert Fırat’la beraber filmin en büyük artısı. Kadın oyuncular için maalesef bu kadar pozitif olamıyorum. Erkek karakterlerin aksine kadın oyuncu seçimleri ise tam bir fiyasko. Eş kontenjanından seçilen Belçim Bilgin ve dönem filmi/dizisi tecrübesi olan Farah Zeynep Abdullah’ın performansları oldukça göze batan cinstendi. 30 yaşında Türkan Şoray’ın liseli kızı canlandırdığı eski Yeşilçam filmlerindeki gibi okul üniformasını giydir,saçları kurdelayla yandan ikiye ayır taktiği maalesef işe yaramıyor. O kadar emanet duruyordu ki, filmin gerçekçi tarafını zedeliyordu. Filmle ilgili internetteki eleştirilerin büyük çoğunluğu kadın oyuncular özellikle Belçim Bilgin üzerindendi. O rolün hakkını verebilecek daha nice genç oyuncu vardı ama dediğim gibi eş kontenjanından kadroya dahil olmuş gibiydi Belçim Bilgin.Farah Zeynep’in ise abartılı oyunculuğu nedeninin, dizi tecrübesinden yola çıkarak dizi tüketicisi(!) gibi dramın etkisini arttırmak istemesindendir diye düşündüm. Ama beni asıl şaşırtan yönetmen Yılmaz Erdoğan’ın buna izin vermesiydi. Salt dramın dozunu arttırmak için bu hamleye başvurmaya yeltenmesi yeniyetme yönetmenlerin gişeyi sağlama alma hareketine benzediği hissiyatına kapıldım. Ama genel olarak baktığımızda da Yılmaz Erdoğan’ın yönetmenliğine diyecek sözüm yok. Kendisi hem sinema diliyle hem de hayata bakış açısıyla en sevdiğim sinemacıların başında gelir.Şiirlerini ve şiire verdiği önemi bilenler için filmin ana hattını görmek daha kolaylaşmıştır.

“önce öksürüverdim
öksürüverdim hafiften
derken ağzımdan kan geldi
bir ikindi üstü durup duruken

meseleyi o saat anladım
anladım ama iş işten geçmiş ola
şöyle bir etrafıma baktım,
baktım ki yaşamak güzeldi hala
mesela gökyüzü,
maviydi alabildiğine
insanlar dalıp gitmişti
kendi alemine.”

Kelebeğin Rüyası; ders kitaplarında adı geçmeyen ama yaşadıkları zamanı etkilemiş şairler Muzaffer Tayyip Uslu ve Rüştü Onur’un bin bir zorlukla yaşam savaşlarını en içten,en romantik,en ümitli anlatan şair Yılmaz Erdoğan’ın, hem dönem filmi olması bakımından hem de içerdiği duygusallıkla Vizontele’leriyle yaraşır ölçüde güzel bir seyirlik sunuyor. Ama bence filmin esas başarısı bu iki kıymeti bilinmeyen şairin genç nesillerce merak edilip kitaplarının alınması ve şiirlerinin dilden dile aktarılacak olmasıdır.

Can baba ne güzel demiş “şiir getirenleriniz çok olsun...”

16 Mart 2013 Cumartesi

İstanbul nisanda festivaliyle güzel

Nisan geldi mi İstanbul hep bir başka güzel olur. Canlı yaşamı çetin kıştan sonra tekrar canlanırken insanların da canlanmasına 32 yıldır vesile olan İstanbul film festivali bu yıl da zengin menüsüyle perdelerini açıyor. 30 Mart- 14 Nisan  arasında gerçekleşecek festivalin geçen hafta açıklanan seçkisi oldukça heyecan verici. Bu sabah satışa çıkan biletlerden bir saat içinde kapabildiklerim bunlar;




Yedi Psikopat





Marty (Colin Farrell) “Yedi Psikopat” isimli kitabını bitirmek için çaba içerisinde olan bir yazardır. Billy (Sam
Rockwell) ise Marty’nin en yakın arkadaşıdır. Billy işsiz bir aktördür. Ara sıra köpek hırsızlığı da yapmaktadır. Ama Marty için her şeyi yapabilecek biridir. Hans (Christopher Walken) Marty’nin suç ortağıdır. Hans ise hızlı geçmişinin aksine şimdilik kendini dine adamış bir adamdır. Billy ve Hans’ın çaldığı köpeğin sahibi olan Charlie (Woody
Harrelson) ise psikopat bir katildir. Charlie ne yapacağı tahmin edilemeyen, saldırgan ve bir insanı öldürmeden önce iki defa düşünmeyecek bir adamdır.
Marty (Colin Farrell) nihayetinde kitabını bitirebilmek için olan gerekli ilhamı alacaktır. Fakat kariyeri için gerekli ilhamı alıp, hayatta kalabilecek midir?


PRODUKSİYON HAKKINDA
Oskar ödüllü yazar ve yönetmen Martin McDonagh imzalı filmde Oskar ödüllü Christopher Walken, Emmy ödüllü Zelijko Ivanek, Colin Farrell, Sam Rockwell, Woody Harrelson gibi tanınmış oyuncular rol almaktadır.
Yedi Psikopat filminin oluşumu ortalama altı ya da yedi yıl öncesine dayanıyor. “In Bruges” filmi esnasında
McDonagh “Yedi Psikopat”ı yazmış. Yapımcı Graham Broadbent’de, yönetmen ve yazar Martin McDonagh ile aynı fikirde olup, McDonagh’a “In Bruges” filminin bir güven kazandırdığını ve ardından “Yedi Psikopat” oluşumunun beklenen bir şey olduğunu söylüyor



OYUNCULAR HAKKINDA
Colin Farrell
Golden Globe ödüllü oyuncu 1976 İrlanda doğumludur. Gaity School of Drama eğitimi sırasında BBC dizisi olan “Ballykissangel” da rol almıştır. Ardından, “The War Zone” gelmiştir. Ödüllü oyuncunun filmlerinden bazılarını
sıralayacak olursa “Total Recall”, “London Boulevard”, “Miami Vice”, “Alexander”, “S.W.A.T.”, “American Outlaws”, “The Recruit”, “Phone Booth” gibidir.
Sam Rockwell
1968 California doğumludur. Annesi ve babası da oyuncuydu. Sam iki yaşındayken ailesi New York'a taşındı. Önce Bronx'a sonra da Manhattan'a yerleştiler. İlk oyunculuk deneyimini 10 yaşındayken, Francis Ford Coppola'nın “Clownhouse” tv dizisinde gerçekleştirmiştir. Birkaç tv dizisinde rol aldıktan sonra, 1994 yılında “bir Miller Ice bira”reklamında rol alarak ünlendi ve sonra sinema dünyasına adım attı. Filmlerinden bazılarını sıralayacak olursak, “The Green Mile”, “Charlie’s Angels”, “Moon”, “Iron Man 2” ve “G-Force” diyebiliriz.

Woody Harrelson
1961 yılında Teksas’ta doğan oyuncu Indiana’da Hanover College’da okurken tiyatro ve İngilizce okumuştur. Sonradan New York’a taşınan oyuncu “White Man Cant Jump”, “Natural Born Killers”, “The Sun Chaser”, “Edtv”, “Batlle in Seattle”, “Management”, “2012”, “Hunger Games” ve “Sleepwalking” gibi filmlerde rol almıştır.
Christopher Walken
Oskar ödüllü oyuncu 1943 yılında New York’ta dünyaya gelmiştir. Sinemaya ilk adımını 1969 yılında “Me and My Brother” filmi ile yapmıştır. 1978 yılında “The Deer Hunter” filminde ki performansıyla oskar kazanmıştır. “Catch Me If You Can”, “The Dead Zone”, “A View To Kill”, “America’s Sweet Hearts” gibi filmlerde rol almıştır.



Karlar Kraliçesi "Snow Queen" yakında sinemalarda


Vizyon Tarihi: 05 Nisan 2012
Dağıtım: UIP Filmcilik
Süre: 80 Dakika
Tür: Animasyon (3D)

Karlar Kraliçesi, yeni bir dünya yaratmaya niyetlenir. Bu dünyada, duyguların yerini tekdüzelik alacak; insanların ruhları kutuptan esen dondurucu rüzgarlarla donacaktır. Bu amaçla, Karlar Kraliçesi yeryüzünü buzlarla kaplar ve yeryüzünde sanat adına ne varsa, tamamını yok etmeye girişir. Sihirli bir aynanın dediğine bakılırsa, Karlar Kraliçesi’nin bu emeline ulaşmasının önünde son bir engel kalmıştır: Yaptığı aynalarda, insanın sadece sureti değil, ruhu da yansıyan cam ustası Vegard. Günlerden bir gün, kutup rüzgarları Vegard Usta’yı ve karısı Una’yı alır götürür. Ama onlar, bu arada, oğulları bebek Kai ile kızları Gerda’yı saklamayı başarmıştır.

Günler geçer… Karlar Kraliçesi’nin hizmetkarı, Gerda’nın kardeşi olan Kai’yı bulur ve bu çocuğun Vegard’ın selefi olduğuna karar verir. Böylece, Kai kaçırılıp Karlar Kraliçesi’nin sarayına götürülür.  Bunu duyan Gerda buzlar ülkesine doğru yola çıkar; bu yolculukta önüne çeşitli zorluklar çıkacak, Kai’yı kurtarmaya giderken yeni dostlar edinecek, Karlar Kraliçesi’ni en sonunda yenilgiye uğratacak ve dünyanın dört bir yanındaki insanların yüreklerini tekrar ısıtacaktır.




FİLM EKİBİ

Yönetmen Maxim Sveshnikov, Vlad Barbe
Senaryo  Vadim Sveshnikov, Vlad Barbe
Yapımcı Yuri Moskvin, Vladimir Nikolaev, Olga Sinelshchikova, Sergey Rapoport, Alexander Ligay, Timur Bekmambetov
Müzik  Mark Willott
Yapım Wizart Animation
Ortak Yapım Bazelevs, INLAY Film

Maxim Sveshnikov - YÖNETMEN VE SENARYO YAZARI
“Karlar Kraliçesi”nin yönetmeni ve senaryo yazarı olan Maxim Sveshnikov’un, animasyon alanındaki ilk çalışması (CTB Film Şirketi Melnitsa Animasyon Stüdyosu’ndan çıkan) “Alyosha Popovich & Tugarin Zmey” adlı projedir. Yönetmen, bu projenin senaryo yazarlığını yapmıştır.
Sveshnikov, daha sonra, (CTB Film Şirketi Metlintsa Animasyon Stüdyosu’ndan) “Dobrynya & The Dragon”, “Ilya & The Robber”, (Era Vodoleya Stüdyosu’ndan) “Sapsan”, “The Last Fairytale Hero”, (Constanta Film Şirketi’nden) “Kisses of Fallen Angels”, (CNF Stüdyo’dan) “Star Dogs 3D” ve (Renovatio Yapım’dan) “The Magic Goblet of Rorim Bo” gibi, çok sayıda uzun metrajlı çalışma ve animasyon filminin senaryosuna başarıyla imza atmıştır.
Maxim, Karlar Kraliçesi’nde yönetmen koltuğunda oturmadan önce, (Era Vodoleya Stüdyosu’ndan çıkan) “Sapsan” ve “The Three” adlı uzun metrajlı animasyon filmlerinin de yönetmenliğini yapmıştır.

4 Mart 2013 Pazartesi

You will meet a tall dark stranger


 OYUNCULAR

(Alfabetik sırayla)

Greg ANTONIO BANDERAS
Roy JOSH BROLIN
Alfie ANTHONY HOPKINS
Helena GEMMA JONES
Dia FREIDA PINTO
Charmaine LUCY PUNCH
Sally NAOMI WATTS

YAPIMCILAR

Senarist/Yönetmen WOODY ALLEN

Yapımcılar
LETTY ARONSON
STEPHEN TENENBAUM
JAUME ROURES

Yapım Ortağı HELEN ROBIN

NICKY KENTISH BARNES
Yürütücü Yapımcı JAVIER MÉNDEZ
JACK ROLLINS
Ortak Yapımcı MERCEDES GAMERO
Görüntü Yönetmeni VILMOS ZSIGMOND ASC
Yapım Tasarımı JIM CLAY
Kurgu ALISA LEPSELTER
Kostüm Tasarımı BEATRIX ARUNA PASZTOR

Kasting JULIET TAYLOR

PATRICIA DiCERTO
GAIL STEVENS CDG

YOU WILL MEET A TALL DARK STRANGER ---UZUN BOYLU ESMER ADAM


Woody Allen “You Will Meet a Tall Dark Stranger” ile  iki evli çiftin hayatlarına çeviriyor kamerasını...  Alfie (Anthony Hopkins) ve Helena (Gemma Jones), kızları  Sally (Naomi Watts) ve kocası Roy (Josh Brolin) ve onların tutkuları , zaafları endişeleri , hayatlarını etkileyecek sıkıntılarını anlatıyor...

Alfie, Helena’yı kaybolan gençliğini bulmak adına terk eder ve kendisinden oldukça genç bir kadın olan Charmaine (Lucy Punch) ile evlenmeye karar verir...   Helena ise hayatını şarlatan bir falcının sözlerine göre yönlendirmeye başlamıştır.

Mutluluğu evliliğinde yakalayamayan Sally çalıştığı sanat galerisindeki yakışıklı patronu Greg (Antonio Banderas)’e aşık olmuştur. Kocası  Roy ise heyecan içinde son yazdığı romanına yayınevinden cevap beklemektedir... Fakat karşı pencereden kendisine bakan gizemli bir çift göz Roy’u hayatının aşkı Dia’yı (Freida Pinto) bulduğuna inandıracaktır.

Mutluluğu bulmaya çalışan karakterlerimizin önüne her defasında problemleri çıkacak aşkı bulma çabaları onları sadece kalp ağrısına ve umutsuzluğa sürükleyecektir...

Acaba aşk bir falcının sözlerindeki “Karşına uzun boylu esmer bir adam çıkacak” kehaneti ile mi kalacaktır... Hayallerimizdeki ilüzyonlar bizi hep komik durumlara mı düşürecek...



YAPIM NOTLARI


Bir çok  Woody Allen filminde olduğu gibi , YOU WILL MEET A TALL DARK
STRANGER ‘da  da prestijli ve tanınmış oyuncular olduğu gibi çok yetenekli yeni oyuncular  rol alıyor. “Bu kadar iyi oyuncular olmaları beni daima çok şaşırtıyor,” diyor Allen. “Hiç birine prova yapma imkanı tanımadım. Bir çoğu bana karakterleri ve senaryo hakkında soru sormadı. Çekime geldiler ve en fazla bir ya da iki denemeden sonra çekimi tamamladık..” Aslına bakarsanız Allen çekimlere gelene dek Naomi Watts ile tanışmamıştı ve oyuncunun rolü ve özellikle ilk sahnesi filmin en romantik sahnelerinden biriydi. “O sabah sete geldi ve bana günaydın dedi... Üçüncü viteste kalkan bir araba gibi iki ve birinci vitesi hiçe saydı... Hayatımda böyle bir şey görmemiştim. Ağzını açıp konuşmaya başladığı andan itibaren bütün yeteneği ile karşımızdaydı.” Watts ise bu durumu  biraz farklı hatırlıyor : “İnanılmaz gergin bir gündü ve Woody tarafından vurulmuş gibiydim!”

Allen usta oyuncu  Anthony Hopkins için ise : “Ekrana getirdiği hayat ve onun oyuncu enerjisi hiçkimseyle karşılaştırılamaz. O kadar güçlü ve heybetli bir oyunculuğa ve karaktere sahip ki onun etkisine girivermeniz sadece bir kaç dakikanızı alıyor. Doğuştan şanslı az sayıdaki oyuncudan biri o... bu güç onun içinde var...”

Banderas sete gelmeden önce Allen’ın kendisine göndermiş olduğu bir mektubu çerçeveletip duvarına astığını söylüyor: “Çekim esnasında sizi rahat ettirecekse diyaloglarınıza ekleme yapabilir ya da diyalogdan istemediginiz kısmı çıkarabilirsiniz” yazan mektupta olduğu gibi tüm oyuncular Allen’ın saygı çerçevesi içinde oyuncuları yönettiğinden ve onların emprovizelerine izin verdiğinden bahsediyor.

Film “Macbeth”’ten bir cümle ile başlıyor ve bitiyor: “a tale full of sound and fury, signifying nothing.. Bir aptalın anlattığı bir masal bu; sırf gürültü, patırtı; bir anlama geldiği de yok...” diye açıklıyor Allen: “Tüm bu karakterler hayatları için bir anlam bulmaya amaçlarına ve başarıya ulaşmaya, aşkı tatmaya uğraşıyorlar... Etrafta koşuşturup birbirlerine çarpıyorlar birbirlerini incitiyorlar ,hatalar yapıyorlar ve gerçek bir kaos yaşıyorlar... Fakat en sonunda belki bundan yüzlerce yıl sonra dünyada yepyeni bir takım insanlar olduğunda tüm bu düşünceler uğraşılar koşturmacalar ve şimdi bir anlam ifade eden herşey o gün hiç bir şey ifade etmeyecek. Bundan çok yıllar sonra belki güneş artık ısıtmadığında dünya diye bir gezegen olmadığında hatta tüm evren son bulduğunda bir tek hapla sonsuza dek yaşamayı başardığımızda hiç bir şeyin sonsuz olmadığını anlayacağımızda.... Tüm bunlar sırf gürültü, patırtı bir anlama geldiği de yok diyeceğiz... Kimbilir.