22 Ocak 2017 Pazar

Gençliğin Ağzına Çalınan Bir Parmak Bal- American Honey


 

–Hayallerin var mı?
– Bunu bana daha önce kimse sormamıştı.

Yönetmenliğini Andrea Arnold’un yaptığı, kadrosunda genç kuşağın başarılı oyuncularından Shia LaBeouf’u barındıran American Honey yakın dönemin başarılı yapımlarından biri olarak göze çarpıyor. 69. Cannes Film Festivali’nde George Miller başkanlığındaki jüriden jüri özel ödülü alması da bu başarısının kanıtı niteliğinde.
İlgisiz bir anne ve sapık bir babanın üç çocuğundan en büyüğü kahramanımız Star (Sasha Lane) bir yandan yaşam savaşı verirken bir yandan da iki küçük kardeşinin bakımını üstlenmiş durumdadır. Tüm bu zorluklardan bunalmış bir durumda yol üstü bir markette rastladığı Jack’in (Shia LaBeouf) iş teklifini kabul eder ve kapı kapı dolaşarak dergi satan ekibe dâhil olur. İş teklifinden ziyade arkadaşlıklarından öte neredeyse kardeşmişler gibi takılan, eğlenen bu gençlere dâhil olma ve yaşadığı yerden kaçma fikridir aslında onu cezbeden. Ve tabi Jack’in de sevimliliği ve yakınlığı da bu kararını destekler.
Bundan sonrası tamamen yol filmi mantığında ilerleyerek Star’ın aşkı ve hayatı tanımasına yani kısacası büyüme hikâyesine tanık oluyoruz. Artık kimselerin pek de okumadığı bir ortamda kapı kapı gezerek dergi aboneliği satan bu gençlerin esas amacı para kazanmaktan ziyade umut kazanmaya çalışmaları. Hayatlarının baharında yollara düşen bu gençlerin her birinin yaşamlarına değinilmese de aslında hepsinin durumu Star’ınki ile aynı. İlgisiz ve sorumsuz ebeveynler, geçim sıkıntısı, karanlık gelecek hepsinin ortak kaderi. Tüm bu kötülüklerden Pollyanna misali mutlu bir masal çıkarmaya çalışan gençler bir nevi komün mantığıyla hem iş yapıyorlar hem de aradıkları sevgiyi birbirlerinde buluyorlar. Star’ın yola çıkmadan önce dünya sevimlisi iki küçük kardeşini geride bırakması filmin hemen başında insanın içini parçalıyor. Ve orda aslında anlıyoruz ki, Star bu üzüntüyü göze alacak kadar hayatından bıkmış ve bir kaçış yolu arıyor. Gerçi kendisinin de henüz çocukluğunu tamamlayamamış olduğunu, kardeşlerine karşı sorumluluk duygusunun çok da gelişmediğini unutmamak gerekir. Tüm bu arada kalmışlığının ortasında Star, nereye gideceği bilinmeyen bir yolculukta Jack’e duyduğu aşk ve kıskançlık ile baş etmeye çalışırken, dergi satmak için girdiği ortamlarda ilginç olaylar da yaşayacaktır. Star’ın, sonunun kötü bitebileceği durumlara kendini umarsızca atması hem bir şeyleri koşulsuz yaşama isteğinin çocukça tezahürü hem de kaybedecek bir şeyinin olmadığının özeti niteliğinde. Hatta çoğu olayda acaba bu durumdan zarar almadan çıkacak mı diye ana-baba hissiyatına bürünmüyor değiliz. Amerika’nın taşrası denilebilecek uçsuz bucaksız çorak topraklar filmin diğer oyuncuları gibi aynı katkıyı veriyor, yer yer de rol çalıyor. Gelecekleri karanlık gençler ve hiçliğin ortasındaki bu çorak bozkır birbirini çok iyi tamamlıyor.
Filmin içindeki birkaç güzel ayrıntı da hayvanlar üzerinden gençlerin bağımsızlık isteklerinin doğaya özgü bir güdü olduğunu vurgulaması. Hatırlarsanız ekipten birinin küçük bir sincabı kurtarıp yanında beslemesi, yine aynı şekilde girdikleri bir evden köpeği sahiplenmeleri vs. Star’ın da birkaç sahnede suda çırpınan ve pencere kenarında sıkışan arıyı kurtarıp doğaya salması bunun güzel bir örneği olabilir. Yine filmin son sahnesinde Jack’in kendisine verdiği kaplumbağayı göle tekrar salması, kendisiyle özdeşleştirircesine her canlının kendi dünyasında bağımsız olduğunu çok güzel resmediyor.
Filmi genel anlamda klasik bir yol filmi olarak nitelendirmenin ötesinde uzun metraj müzik klibi olarak da rahatlıkla düşünebiliriz. Çok yoğun ve yüksek sesli müzik kullanımı mevcut. Amerikan gençliğinin yoğun olarak tükettiği rap-hip hop ve R&B ağırlıktaki soundtrack’i her ne kadar bu müzik türlerini sevmesem de filmin güzel bir tamamlayıcı unsuru. Özellikle filme de ismini veren Lady Antebellum’un country şarkısı favorim oldu. Daha çok rock bazlı bir müzik kullanımı olsaydı keşke diye de içimden geçirmiyor değilim. Böyle bir yol filmine güzel giderdi açıkçası, belki biraz Janis Joplin, biraz The Clash biraz Pearl Jam. Gençlerin hayata karşı isyanını ve umutlarını daha güzel özetler miydi acaba diye düşünüyorum. Ya da sevdiğim müziği duymayı arzu ettiğim için olabilir. Eğer öyle olsaydı en iyi filmler listemin ilk beşine girebilirdi bu film kesinlikle.
Oyunculuklara ise ayrı parantez açmamız gerek. 95 doğumlu genç oyuncu Sasha Lane’in performansı göz dolduruyor. Oyunculuk geçmişi olmayan bir oyuncunun böyle bir rolün altında kalkması takdire şayan. Yönetmen için de alınması yüksek bir risk. Sasha Lane’in belki de en büyük şansı karşısında Shia LaBeouf gibi oyunculuk anlamında hatırı sayılır saygınlığa erişmiş bir yıldızın olmasıydı. LaBeouf, Jack’in umarsız, serkeş hallerini çok güzel yansıtmış. Dergi ekibindeki diğer gençlerin hepsini bir bütün olarak değerlendirecek olursak güzel bir ekip işi çıkardıklarını, aralarındaki kimyanın perdeye güzel yansıdığını söyleyebiliriz. Ekibin lideri konumundaki dominant patron Krystal’ı canlandıran Riley Keough’un da ortalamanın üstü bir iş çıkardığını belirtelim. Kendisi bu arada Elvis Presley’in de torunuymuş, dede kontenjanından onun da performansını bir tık üste koyabiliriz.
American Honey, sonlarına doğru aksayan temposuna rağmen, canlı görüntüleriyle, yüksek sesli müziğiyle, başarılı oyuncuları ve en önemlisi yol filmi janrının tüm gereksinimlerini karşılayan güzel hikâyesiyle keyifli bir seyirlik sunuyor.

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder