25 Nisan 2011 Pazartesi

Modern Zamanların Spartaküs'ü


Slumdog Millionaire ile oskarı kucaklayan Danny Boyle’un son filmi 127 Hours(127 Saat) son akademi ödüllerinde 6 adaylıkla hayli kendinden söz etti.Özellikle son yılların başarılı genç oyuncularından ve bu başarısını en genç oskar sunucusu olarak taçlandıran James Franco’nun tek kelimeyle döktürdüğü bir film 127 saat.

Aron Ralston adlı maceraperest bir dağcının 2003 yılında geçirdiği talihsiz kazanın ardından yaşadıklarını anlattığı “between a rock  and a hard place” adlı kitabından uyarlanan film ,gerçekten her ne kadar Ralston’un yaşadıklarının trajedi de olsa kendisinin bir çok röportajında ve televizyon programlarında belirttiği gibi bir insanın yaşayabileceği en büyük deneyimi gözler önüne seriyor.
Mevzubahis trajedik kaza ise Ralston’un Büyük Kanyon’da bir yarık içinden geçerken yuvarlanan bir taş yüzünden kolunun sıkışması ve akabinde 127 saat boyunca kurtulmak için var gücüyle çabalasa da en nihayetinde bu deneyiminin diyetini ağır ödemek zorunda kaldığı insanın aklının sınırlarını zorladığı bir olaydan ibaret. Utah’ın o kavurucu sıcağında,geceleri ise dondurucu soğuğunda bir taraftan içine girdiği beladan kurtulmak için çabasının yanında fiziksel olarak susuzluk ve uykusuzluğun yanı sıra ve asıl önemlisi özlem duygusu ve pişmalıkların yoğunlaşmasıyla deyim yerindeyse dertler birken dört oluyor. Derler ya insan kaybetmeye yakınken anlıyor sevdilerinin değerini ,kahramanımız Ralston da bunu çokca yaşıyor.


Böyle çarpıcı bir konu elbette Hollywood’un elinden kaçmazdı.Oskarlı yönetmen Danny Boyle türlü ikna yöntemleriyle en sonunda yazar Aron Ralston’u ikna ediyor senoryoyu yazmasıyla birlikte kamera karşısına James Franco’yu geçirerek oskar adaylıklarına giden yolu başlatmış oluyordu.

Dedik ya zaten yaşanılan olaylar hiç bir kurgu,hiç bir olay örgüsüne gerek duymadan hali hazırda insanın boğazının düğümlenmesine sebep olabilir ama yönetmen Danny Boyle işin kolayına kaçmadan ve asıl önemlisi ajitasyona girmeden,trajedinin dibine vurmadan sade ve etkileyici bir dille anlatıyor..
Klostrofobiden müzdarip insanların (ki ben de dahilim bu gruba) daralmadan izlemeleri mümkün değil.Hele hele Boyle’un o kadar dar bir alanı etkili çekim açılarıyla daha da klostrofobik hale getirmesiyle izleyen koltuğuna gömülüyor.Hem empati ile durumu kişiselleştirmeyle hem de kahramanı sahiplenip sanki ona karşı ayıp olmasın diye bizimde koltuğumuzda keyfimiz kaçıyor bir türlü kalkmak istesekte kalkamıyormuşuz hissiyatına kapılıyoruz. Hemen buna benzer yakın zamanda çekilen Buried filmi geliyor akla.Son derece kısıtlı imkanlarla bu kadar depresif ve klostrofobik işler ama bir o kadar da akıcı filmler çıkarmak her babayiğidin harcı olmasa gerek..

Tabi olayın bir de psikolojik bir yanı da var.Ralston’un insanı sömürdükçe sömüren bir girdabın içinden kendi zincirlerinden kopup kaçtığı doğada bu sefer insanın yaşayabileceği en doğal kapana kısılması aslında her ne olursa olsun insanın her zaman bir kafeste olduğunu ve en sonunda  zincirlerinden kopabileceğini gösteriyor.Evet bazen bu durumlar bize diyetini ödetse de en nihayetinde kapitalist sistemin baklava kaslı dizi kahramanından öte tarihin görebileceği en isyankar adamı Spartaküs’ün dediği gibi zincirlerimizden başka kaybedecek bir şeyimiz olmadığı için yaşam uğruna her şeyden vazgeçilebileceği gösteriyor modern zamanın Spartaküs’ü Aron Ralston..


Hiç yorum yok:

Yorum Gönder