20 Haziran 2019 Perşembe

Black Mirror'ın 5. Sezonu Balon Mu?


Black Mirror son yılların en aykırı, en cesur yapımlarından biri. Şu an emekleme aşamasında olduğumuz her şeyin teknolojiye bağlandığı bir dünyanın çok da uzak olmayan zamanına ait distopik hikâyelerini mükemmel sinematografi ile anlatmasıyla meşhurdu. Teknoloji geliştiriciler geliştirdikleri yenilikleri kapitalizmin doğal sonucu olarak insanların hayatlarını kolaylaştıracağı üzerine pazarlar. Hiç bir geliştirici, önünü göremedikleri bir gelişimin kötü sonuç ihtimalleri üzerinde durmaz, daha doğrusu görmezden gelir. Mesela zamanında atom üzerine çalışan bilim insanları, atomun parçalandığında ortaya çıkan yüksek enerjinin insanlığın faydası için kullanacaklarını düşünerek geliştirmelerini yapıyorlardı. Belki o zamanlar bu yüksek enerjinin kitle imha silahı olarak kullanılabileceğini öngörülmemiş olabilirler ya da bilimsel gelişmeye gömüldükçe işin sosyo ekonomik yönünü göremiyor olabilirler. İşte bu gibi durumlarda her yeni şeyin iyi ve kötü tüm ihtimalleri üzerinden hikâyeler geliştirilebilir. Black Mirror da teknolojik gelişmelerin insan hayatını olumlu olduğu kadar olumsuzu da etkileyeceği üzere harika distopik hikâyeler anlatıyordu. Dediğim gibi son yılların televizyonundaki en cesur yapıtıydı. “Dı” diyorum çünkü bu cesaret beşinci sezon yayınlanana kadardı. Özellikle Netflix’in seriyi satın aldıktan ve son sezonlarını yayınlamaya başladığından beri eleştiriler gittikçe artmıştı. Eleştirilerin odak noktası Netflix’in hedef kitlesi için çok karanlık olan distopik unsurları bir nebze azaltıp, deyim yerindeyse daha kolay hazmedilebilir bir dünya tasviri çizmesiydi. En son yayınlanan 3 bölümlük 5. sezonu ile bu eleştirilerin sesi daha yüksek çıkmaya başladı, başlıkta sorduğum sorunun da cevabı yavaş yavaş belirmeye başladı ve bence son sezonuyla birlikte Black Mirror’un bu güne kadar başarıyla büyüttüğü balon patladı.Peki dizi yapımcıları beşinci sezonda ne gibi hatalara düştü?  Bölüm bölüm incelemeye çalışalım;
———SPOILER———
Henüz izlememiş olanların bundan sonrasını okumamasın tavsiye ederim. Bölümler ile ilgili bolca spoiler olacaktır.
STRİKİNG VİPERS
3 bölümün içinde bence en vasat bölüm. Teknolojik distopya anlamında daha önce işlenen, duyguları da aktaran sanal gerçeklik konusu yeni hiçbir söylemeden tekrar konu edinilmiş ve hikâyenin küçük bir parçasıymış gibi bir anlatı aracı olarak resmedilmiş. Bildiğiniz üzere önceki bölümlerde teknolojik distopya hep ön plandaydı ve asıl anlatılmak istenen hep oydu. Ama bu bölümde Striking Vipers adındaki mortal kombatvari oyunu sanal gerçeklik ile oynayan iki eski arkadaş, duygu aktarımı ile birbirine karşı hislerinin değişmesi anlatılmış. Ama bunu yaparken de neredeyse bölümün ortasına doğru yapıyor. Öncesinde orta yaş bunalımı geçiren bir çift imajı çizilerek sonrasında yaşanılacak olayların sanki bir nedeniymiş gibi sunulmuş. Halbuki eski Black Mirror kafası olsa, bu olayı en başta verir ve sanal gerçeklik ile gösterilen şeyin ne kadar gerçek, neye göre gerçek olduğu sorularını önümüze fırlatırdı. Çünkü diğer bölümler hep kafamızda bir çok soru işareti yaratarak biterdi, izleyicileri gerçeklik konusunda sorgulamaya iterdi. Oysaki bu bölümde sorgulatacak herhangi bir cesur soru yoktu Sadece sanal gerçeklik ile duyguları değişen iki heteroseksüel erkeğin ilişkisi vardı. Sonunu da herkes istediği alır, herkes mutlu olur mottosu ile bitirerek sanki sıradan hollywood bilim kurgu hikâyesini izliyormuş gibi utanmadan tüm klişeleri önümüze sunarak yaptılar. Son ana kadar hikâyede bir kırılma, bir twist (şaşırtma) bekledim ama dediğim gibi klişe yumağı şeklinde bitiverdi.

SMİTHEREENES

Teknolojik distopya açısında en zayıf bölümüydü, hatta daha ileri gidecek olursak bırakın distopyayı bariz bir kamu spotu tadındaydı. Ama garip bir biçimde en sevdiğim bölüm de bu oldu. Eğer bir Black Mirror bölümü değil de, başka isimli dram-gerilim filmi izliyor olsaydı oldukça başarılı, güzel bir film derdim. Bunu yaratan da ustaca artan gerilimi ve oyunculuklarının başarısı diyebilirim. Bölüm kısaca, geçmişinde büyük bir sır barındıran Chris’in (Andrew Scott), en büyük sosyal medya sitesinin sahibi Smithereenes firmasının genç yaratıcısı Billy Bauer ile görüşmek için firmanın bir stajyerini kaçırması ile başlıyor. Bir anda uluslararası krize dönüşen olay, sosyal medyanın da dahil olmasıyla büyüdükçe büyüyor.
Bölümün tek teknolojik distopya bölümü Chris’in kim olduğu ve geçmişinde neler barındırdığını polislerden önce şirket yetkililerin sosyal medya ile daha hızlı erişiyor olmasından ibaret. Tabi bu bir gelecek distopya tasviri değil, zira günümüzde de herhangi bir sosyal medya sitesi bu bilgileri depoluyor ve bizim dışımızda istediği zaman ulaşabiliyor.
Uzak değil daha yeni, Trump’ın seçim sürecinde facebooktaki yaklaşık 50 milyon kişinin kişisel verilerini izinsiz olarak kullanan analiz şirketi Cambridge Analytica skandalı’nın dumanı üstünde. Yine aynı şekilde Edward Snowden, Amerikan Ulusal Güvenlik Dairesi’nin dünyadaki herhangi bir kişinin kişisel bilgileri istediği zaman ulaşabileceğini ortaya çıkarmış ve bir anda dünya gündemine oturmuştu.( Bu konu aslında çok önemli, eğer izlemediyseniz 2014 yapımı Citizenfour belgeselini izlemenizi tavsiye ederim.)
Bölüme gelecek olursak, uluslararası kaosa neden olan kaçırma olayı sayesinde Chris, Billy Bauer ile görüşme fırsatı yakalıyor ama bu görüşme karşılıklı konuşmadan çok Chris’in iç dökmesi amacında olduğu ortaya çıkıyor. Bir trafik kazasında sonradan alkollü olduğu ortaya çıkan birinin Chris’in ve kız arkadaşının bulunduğu arabaya çarpmasıyla kız arkadaşını kaybeden Chris, gerçeği telefonda Billy Bauer’e itiraf etmek istemektedir. Kazanın esas sebebi, seyir halindeyken Chris’in telefonuna gelen sosyal medya bildirimine bakması ile dikkatinin dağılmasıyla gelen arabayı fark etmemesidir. Yani Chris’e göre esas suçlu kendilerini telefon bağımlısı yapan sosyal medya şirketinin sahibidir. Billy Bauer ise bu durumu kabul eder, insanları sitede daha çok tutmak, daha çok paylaşım yapması için ekiplerinin bunun için çalıştığını, dahası bunu engelleyecek gücünün olmadığını itiraf eder.
Bölüm bu konuşma sonrası içi rahatlayan Chris’in rehinesini serbest bırakması ve akabinde polisin müdahalesi ile yargısız infaz edilmesiyle bitiyor. Diğer iki bölümün aksine daha depresif biten bölüm mutlu sonla bitmediği için diğerlerinden iyi anlamında bir adım öne çıktığını söyleyebilirim
Rachel, Jack ve Ashley Too
Sezonun bence en zayıf halkası. Ünlü şarkıcı Miley Cyrus’u kadrosunda barındırdığından en fazla reklamı yapılan bölümüydü. Hâl böyle olunca en iyi bölümünün bu olduğunu düşündürtmüştü. İmdb’de de 6 puan ortalamasıyla Black Mirror külliyatındaki en düşük puanlı bölüm olarak ters rekor kırdı diyebiliriz.
Bölümdeki teknolojik gelecek tasviri nispeten daha yüksek ama hikâyesindeki boşluklar ve aksayan temposunun üstüne kendi personasının basit bir karikatürünü yansıtan Miley Cyrus’un iticiliğiyle iyice izlemesi zor bir seyirlik haline geliyor. Pop müzik camiasında yaratılan suni idollerin genç insanların hayallerini sömürerek manipule etmesini anlatmak yerine pop idolü “aslında iyi insan ama arkadaş çevresi kötü” minvalinde bir yapıya oturtulması inandırıcılıktan oldukça uzak. Özellike Miley Cyrus’un kendi kariyeriyle paralellik kurulduğunda, kariyerinin ilk başlarında Hannah Montana ile başlattığı masum şarkıcı imajını, son yıllarda “seks satar” pazarlama strateji ile farklı bir kitleye yönelmesine baktığımızda aslında dizide acımasız olarak eleştirilen “şey”in tam anlamıyla kendi olduğunu anlamak zor değil.
Black Mirror’un Televizyonda Yaptığı Devrim Sona Mı Erdi?
Sonuç olarak bu son 3 bölümlük sezon maalesef beklentilerimizi karşılamamış olup, daha da ötesinde Black Mirror’ın önceki mirasından da bir miktar çalan sezon olmuştur. Bazı eleştirmenler bu sezonu, diğer sezonlardan fikir anlamında farkı olmayan, düşük tempolu bir devam sezonu olarak nitelendirdi. Bana kalırsa hem görsel hem de içerik anlamında önceki sezonlarda kat be kat kötü bir sezon var karşımızda.Düşük tempolu devam bölümleri demek bence önceki bölümler hakaret anlamında gelir diye düşünüyorum.

Bu arada dizi için hem Türkiye’de hem de yurt dışında yapılan reklam kampanyalarındaki videolar dizinin kat ve kat üstünde mükemmel işler. Black Mirror bölümlerinin alamet-i farikası, izleyiciyi ters köşe yapan vurucu twistlerin sezon bölümlerinde olmayıp bu iki kısa tanıtımda da olması eleştirilerimizi özetler nitelikte.. Belki bu bölümlerdeki hikâyeleri biraz daha büyütüp bölüm haline mi getirselerdi diye insan düşünmüyor değil? Özellikle Rudy Mancuso’nun kendi müziği ile birleştirdiği hikâye fevkaladenin fevkinde. Kesinlikle izlemelisiniz.


13 Haziran 2019 Perşembe

Yeni Fenomen: Çernobil?

Dünyada milyonlarca insanı ekrana kilitleyen Game of Thrones, malumunuz geçtiğimiz ay çok da tatmin etmeyen bir sonla bitmişti. Yediden yetmişe herkes dizi ile ilgili bir şeyler söyledi ki çoğunluk da sitem, yer yer de küfüre varan yorumlar yaptı. Bu kızgınlığın sebebi aslında 8 sezon emek verilen hikayenin aceleye getirilerek bitirilmesiydi. Bu kızgınlık fazla uzun sürmedi ve deyim yerindeyse çölde su bulmuş misali yeni bir dizi fenomen oldu. “Çernobil”
Sanki yıllardır bu yapımı bekliyormuş gibi insanlar hücum etti ve zaten 5 bölümcük olan bu diziyi hemen tüketip bitirdiler. Ama her şey bununla kalmadı, dizi biten diziler klasöre konulmadı ve büyük bir övme furyası başlatıldı. Önü alınamayan bu övme ile birlikte IMDB’de tüm zamanların en iyi dizileri listesinde 9,6 puan ortalaması ile birinciliğe yerleşti. Peki bu ünvanı hak ediyor muydu ‘Çernobil’ dizisi.?
Bilmeyenler için kısa bir özet geçelim, dizi 26 Nisan 1986 yılında zamanın Sovyetler Birliği’nde Ukrayna’nın Pripyat şehrindeki Çernobil nükleer santralindeki patlama ve sonrasında devletin kazaya müdahalesini anlatıyor. Kaza sonrası dönemin Sovyet lideri Gorbaçov (David Dencik)  kaza ile ilgili bir komisyon kuruyor ve başkan yardımcısı Boris Shcherbina’yı (Stellan Skarsgard) görevlendiriyor. Shcherbina da dönemin Kurchatov Atom Enerjisi Enstitüsü müdür yardımcısı Valery Legasov (Jared Harris) ile birlikte bölgede hasar kontrolü yapıyorlar ve kazanın etkilerinin artmaması için tedbirler alırlar.

Öncelikle dizi her ne kadar Çernobil reaktöründeki kazayı anlatıyor diye özetlense de esas ana fikri Sovyet yönetiminin kaza sonrası kriz yönetimindeki tutumundan yola çıkarak komünizmin “şeytani” bir sistem olduğunu vurgulamaktadır. Bilindiği üzere emperyalist kapitalist sistem doğası gereği varlığını sürdürebilmek için kendisine sürekli suni düşman yaratmak zorundadır. Bu düşmanlık üzerinden kendi doktrinlerini halklara dayatan muktedirler sistemi korku imparatorluğu üzerinden sürdürmeye çalışır. 90’lı yılların başında ezeli rakibi “komünizmin çökmesiyle(!) düşmansız kalan emperyalizm, postmodernizm ile birlikte sömürü kaynakları üzerinde deyim yerindeyse at koşturmaya başlamıştı. Kapitalizmin doğal sonucu olarak gelir dağılımındaki eşitsizlik ve ekonomik krizler, patlamaya hazır gençliği kapitalizmin alternatif yönelimlere meyletlerine neden oluyor. Böyle durumlarda sistem sandıktan eski düşmanları ara ara çıkarıp bakın bizden daha da kötü yönetimler de vardır demektedir. İşte Çernobil dizisi de böyle bir iklimin sonucunda Amerikan eğlence endüstrisinin yardımına yetişiyor ve nükleer reaktördeki kaza üzerinden komünizm kara propagandası yapıyor. Ama yine de bu demek olmuyor ki zamanın sovyet iktidarın yönetimsel hataları yok değil. İki kutuplu dünyada maç misalı her başarının puan getirdiği, her başarısızlığın rakipte sevinçle karşılaşıldığı bir durumda sovyet yönetimi ilk başta olayı örtbas etmeye çalıştığı da aşikar.
Ama dizide de işlenen Pripyat’ın tahliyesinin geç olması durumu nereden baktığınıza bağlı. Dizinin görüşlerini merkeze aldığı, sovyet yönetimini korkusuzca eleştiren Legasov bile intihar kasetinde tahliye ile ilgili “tüm bu tahliye, olağandışı koşullarda gerçekleşmesine rağmen oldukça hızlı ve doğru bir şekilde gerçekleştirildi.” dediği biliniyor.
Yapımın bir belgesel olmadığı aşikar, elbet kurmaca filmin yapı taşı olarak dramatik bir kurgu için gerçekler bilinçli veya bilinçsiz bir şekilde gerçekler çıkartılabiliyor. “Based on a true story”  denilen şey iki ucu keskin bıçak misali nereden tutarsan oradan kesebiliyor. Dramatik yapıyı güçlendirmek için yanlı kurmacaya başvurulduğunda bu sefer inandırıcılık sorunu ortaya çıkıyor maalesef. Yanlı kurmacanın ne amaçla yapıldığı önemli. Estetik kaygı için mi yoksa gerçeği çarpıtarak propaganda amacı gütmek mi? Mesela bu konuyla ilgili bir diğer örnek yapım da Bohemian Rhapsody filmi. Bildiğiniz üzere Freddie Mercury üzerinden Queen grubunun bir dönemini yansıtan yapım her ne kadar çok sevilse de,  gerçekleri çarpıttığı için oldukça eleştirilmişti. Bu eleştirilerin dayanak noktası filmin yapımcıları arasında Queen grubunun üyeleri Brian May ve Roger Taylor’un olması. Demek Ki filmin kurgusu ile ilgili yapılan seçimler bilerek ve isteyerek yapılmış. Filmde doruk noktası olarak Live Aid konseri sekansının duygu yoğunluğunu artırmak adına öncesinde Mercury’nin gruptan ayrılması(!) ve Mercury’nin Aids olduğunu grup arkadaşlarına anlatarak tekrar birleşmesi işlenmişti. Queen grubunun tarihine hakim olanlar bilecektir ki, böyle bir durum yaşanmamıştır. Mercury solo albüm çalışmaları yapmıştı ama hiç bir zaman resmi olarak grup dağılmamıştı. Bu durum ne kadar sizi etkiler değişebilir, sinemayı bir eğlence aracı görüp zaman geçirme aktivitesi olarak algılıyorsanız ekranda ya da perdedeki şeylerin gerçekliği sizi etkilemeyebilir ki bu da son derece anlaşılabilir bir durumdur. Ama benim ise  sinemaya bakış açımda bir eseri değerli kılan yegane şey, izlediğim eserin inandırıcı bir bütünlük içerisinde oluşturulmuş olmasıdır. Yani filmin veya dizinin yarattığı dünyada gerçeklik algısının bütüncül bir tutarlılıkta olması beklerim. Mesela Game of Thrones’dan örnek vereyim, Dizide ejderhalar, dirilen ölüler, devler olabilir ve dizinin kurduğu dünyada gerçekliği sorgulanmaz ama bu ejderhalar güçlü ve yenilmez tasvir edilip sonrasında çok ölümü kolay gösteriliyorsa, işte burada gerçekliğin bütünlüğü bozulmuş oluyor.
Çernobil’den örnek verecek olursak Emily Watson’ın canlandırdığı Ulana Khomyuk karakteri dizideki tüm karakterler arasında gerçekte olmayan tek kişi. Dizi yaratıcıları böyle bir karakteri Legasov ile birlikte çalışan tüm bilim insanlarını temsil etmesi amacıyla eklediklerini belirtiyorlar. Gerçekte çalışmış onlarca bilim insanının diziye eklenmesi karakter yoğunluğu açısından dizinin temposunu bozabilirdi.Mesela bu kabul edilebilir bir gerçek dışılık. Ama asıl sıkıntı gerçekte var olan karakterlerin farklı resmedilmesi. Dönemin SSCB kömür sanayii bakanı Mikhail Shchadov ’un genç ve deneyimsiz bir bakan gibi resmedilip maden işçileri tarafından kömür tozuna bulanarak şimdi kömür bakanına benzedin sahnesi bahsettiğim kör göze parmak durumuna bir örnek. Gerçekte Shchadov kaza yaşandığında 59 yaşında ve genç yaşta madenlerde çalışmış bir kişidir. Bu sahnenin amacı tam bir soğuk savaş propagandası gibi sovyet yönetiminin işinin ehli olmayan kişileri yüksek makamlara getiriyormuş gibi göstermektir. Eğer tamamıyla kurmaca bir dizi olsaydı bahsettiğim sahne görsel estetik anlamında oldukça etkili ve güzel olurdu.
Bunların dışında bana göre dizinin en büyük günahı kullandığı dil. Bu bahsettiğim tutarlı gerçekliğe hiç uymayacak şekilde karakterlere ingilizce konuşturulması beni oldukça irrite etmişti. Eğer tam tersi karakterler Rusça konuşturulsaydı dizinin kurduğu gerçekçi dünyaya uygun olacaktı ve Rusya dışındaki ülkelerde altyazılı olacaktı. İşte bu durum yukarıda bahsettiğim propaganda konusuyla bağlantılı. Bu dizinin esas alıcısı yani hedef kitlesi kim diye sormak gerekiyor? Bu dil seçimi gösteriyor ki, dizinin hedef kitlesi Amerika’daki altyazı okumaktan bile üşenen izleyici kitlesidir. Eğer altyazılı olsaydı yapım, belli(!) bir kesim izlemeyecekti. İzleyecek olanlar da gerçekle kurmacayı ayırabilecek, empati yapabilecek ve gerçekte ne olmuşu araştırabilecek entelektüel kapasitede olması daha muhtemel olacaktı. (Bkz: Bu seneki Survivor’da da altyazılı bölümlerde reytinglerin düştüğü görülmüş ve sonradan dublaj yapılmaya başlandığını hatırlatalım:) ) Ama bu dil seçimiyle hedef kitlesini konumlandırması ile deyim yerindeyse kör göze parmak sokarcasına gerçekleri yanlış anlatmakta bir beis görmüyorlar.
Peki Çernobil dizisi ülkemizde neden bu kadar tutuldu? Şimdiki genç kuşağın yaşı yetmeyebilir ama daha eski kuşaklar için Çernobil büyük bir travmadır. Zamanında çay içme şovlarıyla yayılan radyasyonun ülkemizi etkilemediği empoze edilmeye çalışılsa da halk arasında büyük bir infial yaratmıştı. O zamanlar aşağıda kronolojik olarak özetleyebileceğimiz olaylar zinciri dizideki sovyet yönetiminin resmi inkar mekanizması ile ne kadar uyuşuyor değil mi?
  • Facianın ardından 1 Mayıs günü SSCB büyükelçisi, Türk yetkilileri Karadeniz’de ölçüm yapmaları konusunda uyardı.
  • 3 Mayıs günü radyoaktif bulutların Türkiye’ye ulaştığı ve oranın 7 kat arttığı açıklandı.
  • Edirne‘de yağan yağmurdan dolayı TRT su birikintilerinin kullanılmamasını ve hayvanların otlatılmaması uyarısında bulundu.
  • 3 Eylül günü Avrupa ülkeleri radyasyonlu olduğu gerekçesiyle Türkiye’den fındık alımını durdurdu.
  • 29 Kasım günü Çay-Kur genel müdürü “Çayda radyasyon var” iddialarını “batı tezgahı” olarak nitelendirdi.
  • 2 Aralık günü efsanevi sanayi bakanı Cahit Aral çaydaki radyasyonun zararsız olduğunu ileri sürerek çay içti.
  • 14 Aralık günü Federal Almanya, Türkiye’den alınan 13 ton çayı iade etti. (1)
Demek ki ister komünist olsun ister serbest piyasa ekonomisi belirlenmiş olsun devlet aygıtını yöneten muktedirler kendi çıkarlarını gözetmek adına resmi yalanlar söyleyebiliyor. Buradan çıkarılması gereken sonuç yönetim şeklinin bozukluğu değil, yönetimde olan kişilerin halklarına karşı gerçekleri söyleme sorumluluklarını ne kadar suistimal ettikleridir.
Sonuç olarak günahlarıyla, sevaplarıyla total olarak baktığımda ortalamanın üstü başarılı bir yapım olarak değerlendirebilirim. Yukarıda bahsettiğim olumsuz yanları bir nebze olsa köreltilebilseydi, şahane sinematografisine uygun propaganda amacı gütmeyen bir senaryo ile çekilebilseydi benim nazarımda IMDB’deki tüm zamanların en yüksek puanlı dizisi ünvanını hak edebilirdi. Ama yine de en iyi olmasa bile son 10 yılın en iyi 10 dizisi arasına sokabilirim.
Dizide anlatılanlar ile ilgili yararlı olabilecek ekstra okumalar,
Chernobyl Kara Propaganda ve Gerçekler
12 Eylül Karanlığındaki Çernobil

7 Haziran 2019 Cuma

12. Documentarist İstanbul Belgesel Film Günleri Başlıyor

Documentarist 12. İstanbul Belgesel Günleri,15-20 Haziran’da İstanbul’da gerçekleşecek. Documentarist’te gösterimler Aynalı Geçit, Vault34/Yeşilçam Sineması ve Kadıköy Sineması’nda, yan etkinlikler ise Yapı Kredi Kültür Sanat’ta. 

Documentarist, bu yıl da, dünya gündeminin nabzını belgesellerle tutan geniş bir seçki sunuyor. Documentarist’te bu yıl Sudan’a özel bir bölüm ayrıldı. İsyanlar ve darbeyle gündeme gelen Sudan’ın yıllar boyunca dikta rejiminde nelerle baş etmek zorunda kaldığını yansıtan Ağaçlardan Bahsetmek (Talking About Trees) ve bu belgeselde bahsi geçen Sudan Film Grubu’nun 1970’lerde ve 80’lerde ürettiği filmlerin restore edilmiş kopyaları, festivalin en dikkat çekici bölümlerinden biri.

Sean McAllister’la bir “Sinema Dersi”
Documentarist’in bu yılki onur konuğu İngiliz belgeselci Sean McAllister. İşçi kökenli bir aileden gelen ve sinemayı kendi olanaklarıyla öğrenerek kamerasını dünyanın farklı noktalarında ezilen sınıflara yönelten McAllister’ın, son filmi A Northern Soul dâhil, Sundance gibi festivallerde ödül almış belgesellerinden bir seçki izleyiciyle buluşuyor.  
Festival kapsamında ayrıca, Altyazı Sinema Dergisi işbirliğiyle Sean McAllister’la bir "Sinema Dersi" gerçekleştirilmesi planlanıyor.
Türkiye panaroması da dikkat çekici
Otuzdan fazla filmin seçildiği “Türkiye Panorama” bölümü, Türkiye’de bağımsız belgesel üretimini takip etmek isteyenler için iyi bir fırsat sunuyor. Bu bölümdeki filmlerin yarısı ilk filmini çeken yönetmenlerin imzasını taşıyor. Documentarist’in gelenekselleşen “Johan van der Keuken Yeni Yetenek Ödülü” bu yönetmenlerden birine gidecek.
Çocuk ve gençler için özel seçki
Festivalin bir başka önemli ödülü ise Uluslararası Film Eleştirmenleri Birliği FIPRESCI üyeleri tarafından belirlenecek. Festivalin bu seneki özel bölümlerinden biri “Çocuklar Büyürken” adını taşıyor. Gürcistan’dan Filistin’e, Rusya’dan Romanya’ya, Ermenistan’dan Avustralya’ya uzanan geniş bir coğrafyadan çocuklar ve gençlere dair belgesellerin bir araya getirildiği seçkide sekiz film yer alıyor.
Ekoloji mücadelesi de gündemde
Documentarist’in yan etkinlikleri kapsamında iki önemli forum düzenlenecek: "Çocuklar İklim Krizini Anlatıyor" Açık Forumu’nda Türkiye’de iklim boykotu için bir araya gelen çocuklar hedef ve yöntemlerini paylaşırken, sinemacıların katılımıyla gerçekleşecek “Sansürle Mücadele” Forumu’ndaysa son dönemde özellikle belgeselcilere yönelik baskılara karşı ortak mücadele yöntemleri masaya yatırılacak