23 Ekim 2016 Pazar

Altın Portakallar Sahiplerini Buldu


Uluslararası Yarışma Bölümü
  • Yaşam Boyu Başarı Ödülü: Asghar Farhadi
  • Yaşam Boyu Başarı Ödülü: Harvey Keitel
  • Sümer Tilmaç özel ödülü: ’Aydede’ isimli projeyle senarist Abdurrahman Öner
  • İzleyici ödülü: ’Açık Kapı’
  • En iyi Müzik: ’48 kavşağı’ filmiyle Tamer Nafaar- Itamaar Ziegler
  • En iyi Senaryo: ’Açık kapı’
  • En iyi Kadın Oyuncu: Ecem Uzun ’Tereddüt’
  • En iyi Erkek Oyuncu:Tamer Nafaar ’48 Kavşağı’
  • Jüri özel ödülü: ’Diğerlerinin Evi’
  • En iyi Yönetmen: Yeşim Ustaoğlu ’Tereddüt’
  • En iyi Film: ’Tereddüt’


Ulusal Yarışma Ödülü
  • İzleyici ödülü: ’Babamın kanatları’
  • En iyi Müzik: Burak Korucu ’’Babamın Kanatları’
  • En iyi Senaryo: Ümit Köreken ’Mavi bisiklet’
  • En iyi Kadın Oyuncu:Ecem Uzun ’Tereddüt’
  • En iyi Erkek Oyuncu: Menderes Samancılar ’Babamın kanatları’
  • En iyi Yönetmen Ümit Köreken ’Mavi Bisiklet’
  • En iyi Film: 'Mavi Bisiklet"

*
Share/Save/Bookmark

Günün Kısası "Borrowed Time"

Pixar sanatçıları Andrew Coast ve Lou Hamou-Lhadj 'dan yapımı beş yıl süren, şimdiye dek 55 ödül olan tek kelimeyle enfes bir çalışma. Kesinlikle izlemeniz tavsiye olunur. 
Borrowed Time from Borrowed Time on Vimeo. *
Share/Save/Bookmark

15 Ekim 2016 Cumartesi

Bir Efsanenin Değil Bir Ulusun Doğuşu : Pelé: Birth of a Legend


Edison "Edson" Arantes do Nascimento, Dünya futbolunun gelmiş geçmiş en iyi oyuncusu sayılan yüzyılın efsanesi. O kim dediğinizi duyar gibiyim. Hani şarkısı da vardır. Ben kısa Pelé ama sen bana uzun uzun Edison "Edson" Arantes do Nascimento de. Bu yüzyılın en iyi esprisinden sonra filmden bahsedelim. Pelé’nin 1958 Dünya Kupasında Brezilya’ya kupayı kazandırması ile başlayan efsane kariyerinin başlarına tanık oluyoruz. Endüstriyelleşmemiş futbolun yaratmış olduğu dünya çapında ilk büyük fenomen. Şimdiler de olsa Real Madrid ya da Barcelona’ya transferi kaçınılmaz olurdu, oysaki neredeyse bütün kariyerini Santos’da geçirmiş olup kariyerinin son yıllarında Amerika’da futbolu geliştirmek için Ahmet ve Nasuhi Ertegün kardeşler tarafından kurulan Cosmos’da oynamıştır.
Pelé’nin büyük futbolcu olduğu konusu genç kuşak için hep muğlak olmuştur. Yakın zamandaki daha doğrusu kamera kayıt teknolojisinin Pelé’nin zamanına göre nispeten daha iyi olduğu yıllardan günümüze gelen kayıtlardan izlediğimiz kadarıyla geçmişe dair fikirlerimiz oluyordu. Seksenlerin sonu doksanların başı çocukları olarak çoğu dünya yıldızını canlı izlememiş olarak yine de eski görüntüler üzerinden fikir yürütebiliyoruz. O günleri canlı yaşamasak da Maradona’nın orta sahadan alıp İngiltere’ye attığı gol ya da Tanrının eli golü onun efsanesini oluşturan imgeler. Ve ya Cruyff ya da Van Basten ya da nice futbol efsanesi.
Bunların içinde bizim kuşak için Pelé’nin neden iyi olduğuna dair bir fikir oluşmuyordu. Kalitesi kötü görüntülerden görebiliyorduk gollerini. Onlar da daha çok son zamanlarındaki golleriydi. Pelé miti olgunluk çağında yaptıkları ile değil daha 17 yaşında İsveç’teki Dünya Kupasında yaptıkları ile oluştu. O zamanlardaki futbol günümüz futbolundan oldukça farklıydı. Maçlar genelde kötü zeminde, zaman zaman çamur deryasında yapılıyordu. Toplar, kramponlar da aynı şekilde hiç de futbolcu dostu değildi. Oynanan futbol da aynı şekilde kelimenin tam anlamıyla kıran kırana oynanıyordu. Böyle bir ortamda yeterli beslenememiş, güçsüz, çelimsiz bir çocuk turnuvaya damgasını vuruyordu.
Pelé’nin günümüz kuşaklar için yeteri kadar içselleştirilememesinin bir sebebi de yapmış olduğu en iyi futbolcu listeleri olabilir. Kendisini de çoğu zaman listenin başına koyduğu bu sıralamalar bazen baya itici olabiliyor. Onun yeteneğini, dünya futboluna katkılarını bilmeyenler için bu durum maalesef itici olabiliyor.
1958 Dünya Kupası’nı bilen bilir, Brezilya için ayrı bir önemi vardır. Ülke olarak 1954 teki turnuvada yaşamış oldukları travma 58’deki kupayı daha bir anlamlı yapıyordu. Kendi ülkelerinde Maracana’nın açılışında şampiyon olacaklarından emin bir şekilde kupayı kaybedişleri ülke olarak derin bir travma yaratmış sınıfsal farklılıkların sorgulanmasına neden olmuştu. Afrikalı köle kökenlerinden gelen, şehirlerdeki gettolarda yaşam savaşı veren siyahilerin kendilerini savunmak için geliştirdikleri capoeira’nun futbol uzantısı ginga stili sorgulanmaya başlanmış ve kaybedilen kupanın sorumlusu olmuştu. Kendi ülkemizde de var  bu hastalık. Avrupa özentiliği ile kendi köklerimize yabancılaşıp tamamen farklı bir kültürü benimsemeye çalışıyoruz. Oysaki asıl marifet başka kültürü de görmezden gelmeyip, kültürler arası bir sentez yapabilmek. Tek taraflı bir empoze toplumsal anlamda bir intihardır.
Brezilya da 1954 sonrası futbol anlamında bunu yapmış, göze hoş gelen estetik yanı ağır basan ginga stilini kötü çocuk ilan etmiş ve Avrupa tarzında sistemli ve disiplinli bir oyun tarzı oturtmaya çalışmıştır. Hani derler ya alışmadık şeyde bir şey durmazmış, aynı o hesap Brezilya bu oyun stiliyle Avrupa’lı rakipleriyle baş etmekte zorlanmaya başlıyor. İşte burada sahneye efsane çıkıyor ve kendi köklerinden vazgeçmemelerini, başkası gibi olup kazanacaklarına kendileri gibi olup kaybetmeleri gerektiğini aşılıyor. Tabi bunu yaparken de ginga stilinin en iyi örnekleri sunuyor.
Sadece Pelé değil, futbolun takım oyunu olduğunu da unutmamak gerekir. O turnuvadaki kadro gelmiş geçmiş en iyi Brezilya kadrolarından sayılır. Garrincha, Vava, Zagallo, Didi. 58 kupasındaki bu kadroyu çok duymuşumdur babamdan ve aynı sıralamayla. Filmde de son sahnelerde sıkça görüyoruz bu isimleri.
Filmim spor damarının yanı sıra bence filmi esas güzel kılan Brezilya’nın o anki sınıfsal sınırların keskin olduğu sosyo-kültürel dünyasının resmini çekmesidir.Sadece futbol filmi izleyeceğini düşünen biri için film sıkıcı olabilir. Zira bence filmin en güzel yanı Brezilya’daki sınıf farkı ve Pelé’nin tabi olduğu bu sınıfın onun sayesinde farklı bir anlam kazanmasıdır. Futbol stilleri ginga ve savunma sanatı Capoeira’nın kökenlerinin kölelik geçmişinden geldiğini ve çok daha derin anlamlar içerdiğini göstermesi bakımında film bir nevi belgeselvari  hava kazanıyor.İsveç’teki Dünya Kupası sahnelerindeki Avrupalıların Brezilya’lılara bakış açışı oldukça vahim. Kibirli üstten bakışları bariz ırkçılık seviyesinde. Her ne kadar bize çok yakın zamanlar olsa da Avrupa’nın göbeğinde en medeni ülkelerden biri İsveç’te böyle bir anlayışa karşı Pelé, gollerini aynı zamanda faşizme ve ırkçılığa da karşı atmış oluyordu. Futbol sadece futbol değildir mottosu işte tam da bu. Eğer olay sadece bir futbol maçı olsaydı, o maçın anlamı çoktan kaybolmuş olurdu.
Filmin en kötü tarafından birisi de karakterleri İngilizce konuşturmaları olabilir. Brezilya’nın varoş mahallerinde sefaleti gösterirken karakterleri İngilizce konuşturmakta ayrı bir  absürtlük. Bu hamlenin Amerika seyircisi için olduğu aşikar. Zira tembel bir seyirci olan Amerikan halkı altyazı okumaktansa Brezilya’nın varoşlarındaki insanların İngilizce konuşacaklarına inanmaları daha kolay geliyor.
Bu arada Pelé vasıtasıyla bir kez daha hatırlamakta fayda var. Michael Caine, Sylvester Stallone gibi usta oyunculara ek Booby Moore ve Oswaldo Ardiles ile oynadığı 1981 yapımı Escape to Victory’i izlemeyen varsa mutlaka izlemeli. Futbol temalı filmler içinde en iyisidir kesinlikle.
Genel olarak bakıldığında siyasi ve kültürel referansları filmi kurtarmaya yetmiyor ne yazık ki. Pelé: Birth of a Legend , sinemaseverler ve futbolseverler için, çok kötü olmayan ama yine de tatmin etmeyen vasat bir seyirlik sunuyor. 2/5

*sinegazete.net'de yayınlanmıştır. *
Share/Save/Bookmark

13 Ekim 2016 Perşembe

Film Ekimi İzlenimleri I – Kim Ki-Duk’tan Ağa Takılmış Hayatlar


Bir şeyi ne kadar uzun süre tekrarlarsanız insanlar ona o kadar fazla inanırlar.
Joseph Goebbels
Geçen yıl İstanbul Film Festivali kapsamında yine Kuzey Kore ile ilgili V Paprscich Slunce/Under The Sun (2015) adlı belgeseli izlemiştim. Onunla ilgili yazıma da yine aynı şekilde Joseph Goebbels’in bu ünlü sözü ile başlamıştım.  Dünya prömiyerini Venedik Film Festivali’nde yapan Kim Ki-Duk’un son filmi Geu-Mul (Ağ)’da da aynı durum geçerli. Komünist Kore ile Faşist Nazi rejiminin temel taşlarından Goebbels’i bağdaştırmamın esas sebebi, her ne kadar ideolojik olarak zıt gibi görünseler de iktidarlarını korumak adına kullandıkları metotların aynı olduğunu vurgulamak içindi.
Dünyanın üzerinde savaş olmayan, çatışma olmayan bir coğrafya yok sanırsam. Her yer yangın yeri. Burnumuzun dibi Ortadoğu cehennemi bir yana, bizden fersah fersah uzakta başka bir alem mevcut. Yıllar önceki sıcak savaşın yerini alan kedi köpek didişmesinden hallice soğuk savaş Kuzey ve Güney Kore arasında halen tüm trajikomikliğiyle devam ediyor. Kore bana göre dünyanın en hüzünlü coğrafyalarından. Binlerce yıllık ortak tarihe sahip insanların ideoloji ekseninde kuzey-güney diye bölünmesi hep bana ayrı hüzünlü gelmiştir. Kim Ki-Duk bu filminde bu hüznü, bu arada kalmışlığı o kadar güzel işliyor ki bizler izleyici olarak iliklerimize kadar hissediyoruz. Her iki ideolojinin buram buram küf koktuğunu, çamura battıkları gibi çırpındıkça daha da battıklarının kanıtı bir film.

Hikâyesinden biraz bahsetmek gerekirse, iki ülke sınırına yakın bir yerde tek göz bir odada eşi ve küçük kızı ile yaşam savaşı veren Nam Chul geçimini balıkçılık yaparak sağlamaktadır. Bir gün avlanmak için attığı ağ, teknesinin motoruna takılınca akıntının etkisiyle Güney Kore tarafına geçmek zorunda kalıyor. Güney Kore yönetimi Kuzey’den gelen bu yabancıyı casus olduğu iddiasıyla sorgulamaya başlıyor. Zaman geçtikçe masum olduğu anlaşılıyor ama bu sefer de baskıcı rejimden kaçtığı zannedilerek politik propaganda malzemesi yapılıyor. Kendilerince iyilik yaptıklarını zannederek daha özgür buldukları ülkelerine iltica etmesini zorluyorlar. Yeni hayat kurma ve iş garantisi bile vermektedirler bu tür despotizmden kaçanlara. Ama atladıkları bir şey vardı, o da hem Nam Chul ülkesine ve ülküsüne bağlı bir vatandaştı. Ya da öyle miydi hakikaten? Ülkesine ve yöneticilerine sevgisi , aksinin mümkün olmamasından dolayı mı kaynaklanıyordu? Vizontele’nin (2001) çok sevdiğim bir repliği var. Altan Erkekli’nin canlandırdığı belediye reisi Nazmi bey halka hitaben konuşmasında şöyle diyordu. “Bir insan memleketini niye sever? Gidecek başka yeri yoktur da ondan.” Aynı o hesap, Nam Chul memleketini hakikaten karşılıksız mı seviyordu, yoksa gidecek başka yeri olmadığı için mi? Güney Kore’ye geçtiğinde eğer eşi ve çocuğunu da yanına aldırabilseydi çok sevdiği ülkesine tekrar döner miydi?
Bu arada kalmışlığına ek kendisine psikolojik ve fiziksel işkenceyle dayatılan özgürlük(!) vaadi, aslında tek taraflı bir ideolojik çıkmazın olmadığını gösteriyor. Güney Kore’li sinemacı olarak Kim Ki-Duk için oldukça riskli bir hikâye. Zira kendisi Kuzey Kore yönetimini eleştirirken tek taraflı bakma tuzağına düşmeden kendi ülkesine hakim olan kapitalist düzene de selamını çakıyor.

Casus bulma ümidiyle masum insanlara potansiyel suçlu damgası yapıştıran yozlaşmış devlet memurları bu eleştirinin ilk halkası. Devletine hizmet etmenin ötesinde olayları kişisel intikam alma düzeyine indiren memurun karşısına daha genç ve olaylara daha masum bakabilen bir başka memur çıkıyor ve Nam Chul’un en büyük destekçisi oluyor. Kapitalizme getirilen bir başka eleştiri de Nam Chul’un Seul sokaklarında dövülmekten kurtardığı hayat kadını üzerinden işleniyor. Hayatını idame ettirmek ve ailesine bakabilmek için bedenini satmak zorunda kalan beden emekçisi başlı başına özgürlükçü olduğunu iddia eden bir ülkenin gerçeklerini bir tokat gibi yüzümüze vuruyor.  Nam Chul’un ülkelerinde kalmasını ikna etmek için “Ne kadar da gelişmiş bir ülkeyiz, en yüksek binamıza bak” diyerek bir nevi alay edercesine bir gelişmişlik örneği vermeye çalışıyorlar. Bilmedikleri bir şey vardı, zamanında tüm dünyaya asma bahçelerinin güzelliğiyle meydan okuyan Babil’den bile geriye bir şey kalmadı. Seneca ne güzel demiş “Şehirler bir çağda yapılır, bir saatte yıkılırlar.” O övündükleri binalar toplumsal birlik ve kültür olmadan ayakta zor dururlar. Binlerce yıllık insanlık tarihinde sayısız örneği olmasına rağmen insanların bunlardan ders almamaları insanlığımızın en büyük çıkmazıdır kesinlikle.

Filmin diğer güzel yanlarından biri de kullandığı sağlam metaforlar. Öncelikle filme adını da veren ağ metaforu kahramanımızın yaşadıklarına sebep olmasının dışında kendi içine düştüğü durumu da temsil ediyor. Filmin bir sahnesinde de dediği gibi “Balık bir kere ağa dolandı mı geri dönüşü yoktur” sözü tüm filmin özeti niteliğinde.Bürokratik ve ideolojik bir ağa dolandıkça dolanan kahramanım geri dönüşünün olmadığını çok iyi biliyor. Bu bahsedilen geri dönüş hem fiziksel hem de zihinsel. Zira filmin sonunda eşine ve çocuğuna kavuşsa da hiçbir şey eskisi gibi olmuyor maalesef. Daha da ileri giderek fiziksel anlamda da bir yok oluş söz konusu.

Bir başka sağlam metafor olarak da oyuncuk ayı kullanılıyor. Filmin başlarında kızının oynadığı her yeri sökük eski oyuncak ayı ile geri dönerken tek hediye olarak kabul ettiği müzikli oynayan oyuncak ayı kuzeyle güneyin bir temsili niteliğinde. Burada aslında meselenin özüne bakmak gerekiyor. Güzellik algısı ve tüketim algısının kesişimi üzerine düşünmek gerekiyor. Zira kızın sürekli oynadığı tek oyuncağı bu oyuncak ayı. Güney Kore’den dönerken kendisine hediye edilen emekleyebilen, ses çıkarabilen albenisi yüksek oyuncak hemen diğerinin üstüne çıkabiliyor. Ama sahip olduğu bütün bu göz boyayan etkenler bir süre sonra tüketilince insan bir boşluk içinde kalıyor. Kahramanımızın kızı da ilk başta onla oynarken filmin son karesinde de görüleceği üzere eski oyuncağına geri dönüyor. Çünkü ne kadar eskimiş olursa olsun, o onun ilk oyuncağıdır, yaşanmışlıkları üstüne sinen. Oysa kapitalist öğreti herhangi bir şeyle bağ kurmayı izin vermez. Zira bir bağ kurulduğu takdirde yenisini satmak zor olacaktır. O yüzden anlam derinliği olmayan metalar üretir kapitalizm.

Film Ekimi kapsamında şu ana kadar izlediğim en iyi film olan Ağ’da Kim Ki-Duk sinemanın etkili dilini kullanarak yaşadığı toprakların sorununa dair çarpıcı bir perspektif sunuyor.  Kesinlikle izlenmesi, üstüne defalarca düşünülmesi gerekiyor. 5/5

*
Orjinal Film Adı: Geu-Mul
Yönetmen: Kim Ki-duk
Oyuncular: Ryoo Seung-Bum, Lee Won-Geun, Kim Young-Min, Choi Gwi-Hwa, Jo Jae-Ryong

Yapım: Güney Kore / 2016 /CP / Renkli / 114’

*
Share/Save/Bookmark

12 Ekim 2016 Çarşamba

Bayan Peregrine ve Tim Burton’un Alametifarikası Tuhaflar


Tim Burton'ı uzun uzadıya anlatmaya gerek yok sanırım, sinema dünyasının en nevi şahsına münhasır yönetmenlerinden birisidir. Gotik unsurlarla özdeşlemiş bir sinema dili vardır. Her ne kadar kendi mitini oluşturan kült filmlerini aşacak yeni yapımlar ortaya koyamayıp tabiri yerindeyse eski işlerinin ekmeğini yıllardır yese de, sinemaseverlerin kalbinde saygın bir yere sahiptir. Her yeni filmi öncesi büyük bir beklenti doğması da olağandır. Son filmi Miss Peregrine's Home for Peculiar Children öncesinde de herkeste Edward Scissorhands (1990) zamanlarına geri dönecek mi havası hȃkimdi. Son yıllardaki vasat filmlerinin ardından sinemaseverlerde bir kırgınlık olmadı değil. Bunların üstüne bu film ayrı bir önem taşıyordu. Peki Miss Peregrine ve tuhaf çocukları bütün bu beklentileri karşılıyor mu, bence hem evet hem hayır.

Tam Tim Burton'un at koşturacağı tuhaflıkları barındıran Ranson Riggs'in romanı başlangıç noktası olarak güzel bir seçim. Kendi hikȃyelerini çeken bir yönetmen olarak başka bir hikȃyeyi sahiplenmek kolay olmasa gerek. Gerçi romanın içinde barındırdığı tuhaflıklar ve gotik unsurlar tam da Tim Burton'ın istediği kıvamda.

Bu güne kadar sinemada daha çok tuhaf kişiliklerin topluma karışamama ve ya sıradan insanları değiştirme, onların içindeki bastırılmış tuhaflıkları çıkarma hikȃyelerini izlemiştik. Klasik, bir yabancı gelir ve insanları değiştirir hikȃyeleri. Burton'ın sinematografisindeki belki en iyilerden Edward Scissorhands bu bahsettiğim konuyu en iyi yansıtan filmdir. Miss Peregrine'in hikȃyesinde ise tuhaf kişilikler kendilerini koruma içgüdüsüyle toplumdan tamamen izole olmuş durumda. Hal böyle olunca psikolojik ve sosyolojik bir altyapıda izlemiyor film. Kendilerine tamamen toplumdan izole bir hayat kuran tuhaflarımız yine kendi türdaşları tarafından huzurları kaçırılıyor ve ana karakterleri tuhaf kişilikler olan, normal insanların da yaşayabileceği bir macera filmi çıkıyor ortaya. Tek farkı normal insanlar bu tür bir janrada ellerinde silah ile mücadele ederken bizim tuhaflarımız kendi silahları ile mücadele ediyorlar. İşte yukarıda da bahsettiğimiz gibi filmi hem iyi hem de kötü yapan sebep de bu. Daha doğrusu Tim Burton filmi olarak kötü demek istiyorum. Zira diğer filmlerine nazaran daha soft bir evrende geçen film kişisel gelişimler anlamında oldukça kısır kalıyor. Her bir tuhafımızın geçmişine uzanamayışımız, sahip olduğu tuhaflıkların onların hayatlarını nasıl zorladığını bilemeyişimiz karakterleri içselleştiremememize yol açıyor. Eski formunda bir Burton hemen hemen bütün tuhafların geçmişine bizi götürür, yaşadıkları zorunlu hayatlarına kendimizi daha yakın hissedebilirdik. Tabi bu bahsettiğimiz karakter gelişim meselesi konu Tim Burton olunca bizde beklenti uyandırıyor. Herhangi daha düşük profildeki bir yönetmenden çıksaydı eğer bu film, oldukça iyi diye yorum yapmamamız için hiç bir sebep olmazdı.

Gelelim filmi iyi yapan unsurlara. Görsel anlamda yaratmış olduğu evren oldukça ilginç ve izlemesi keyifli. Florida'da başlayan hikȃyenin Galler'e uzanması oldukça güzel bir seçim. İkinci Dünya savaşı sırasında bombardımana uğrayan bir yetimhane tam tuhaflarıma uygun bir yer. Klasik anlamda tam bir perili köşk havasında. Tuhaflarımızın kendi dünyalarını yaratırken normal zaman akışının aksine kendilerine zamansal bir döngü yaratmaları oldukça ilginç kılıyor.

Oyunculuklara gelecek olursak  gözler hemen Burton'un kadrolu oyuncusu Johnny Depp'i arasada daha genç bir kadroyla karşı karşıyayız. Total olarak filmin genelindeki oyunculuklara baktığımızda maalesef vasat düzeyde olduğunu söyleyebiliriz. Martin Scorsese'nin Hugo'sundan aşina olduğumuz başrol oyuncusu Asa Butterfield filmin ağırlığını kaldırabilecek bir ölçüde mi onu söylemek zor. Diğer çocuk oyuncuların da kendi rollerinin ağırlığını verdikleri şüpheli. Eva Green'e ise ayrı bir parantez açmak istiyorum. Kendi yaş skalasındaki bence tartışmasız en iyi oyuncu. Elbet sinema dünyasındaki diğer oyuncular da en az onun kadar yetenekli ama esas onu eşsiz kılan seçtiği filmler. Film ve dizi konusunda oldukça seçici olduğu her halinden belli olup çizdiği karakter grafiği oldukça başarılı. Özellikle Penny Dreadful'da ayrı bir oynuyordu. Kariyerinin en üst noktasıdır kesinlikle.

Filmin diğer ağır topu Samuel L. Jackon için maalesef aynı şeyleri düşünmek zor. Aşırı teatral, yer yer zorlayan oyunculuğu ağızda kekremsi bir tat bırakıyor. Kendisine biçilen karakterde de maalesef sorunların olduğu aşikar. Hem filmin villian'ı olup hem de mizah yönü ağır basan, daha doğrusu öyle yapılmaya çalışılmış ama olmamış karakteri de oynamak kolay olmasa gerek. Yine de yılların getirdiği deneyimle bir nebze kurtarıyor Samuel L. Jackson.

Filmin benim açımdan bir güzel sürprizi de Jake'in babası rolündeki Franklin'i canlandıran Chris O'Dowd. IT Crowd sevenler beni anladı tabi, kendisini ilk orada tanımıştım bu yüzden nerede görürsem göreyim "aa IT Crowd'daki Roy değil mi" demekten kendimi alıkoyamıyorum.  

Sonuç olarak Tim Burton ustanın ilk dönem filmlerine yaklaşamayan ama yakın dönem filmlerine göre kat kat iyi bir film Miss Peregrine. Beter Böcek'in hatırına ustaya çok da yüklenmeyelim, gidelim izleyelim filmini.

*Sinegazete sitesinde yayınlanmıştır.


*
Share/Save/Bookmark

11 Ekim 2016 Salı

Ağlama Nasıl Denir Kürtçe, Sakine?

Film Hafızası dergisinin ikinci sayısında ana akım sinemanın görmezden geldiği, toplumun ötekileştirdiği unsurlar üzerine ana konuyu “sinemanın ara renkleri” seçmiştik. Bu kapsamda Kürt sorununa ilişkin Handan İpekçi'nin 2001 yapımı Büyük Adam Küçük Aşk analizim şimdi sizlerle.



Ağlama Nasıl Denir Kürtçe, Sakine?
“...ölümün ucundan döndün çocuk, ölmeye yakın olan benim
anam ebelik yapıp okuttu beni, akıllı kadındı. Çok çalıştı genç öldü.
şimdikiler özel okullarda okuyor, İngilizce.
bir millet diline sahip çıkmalıdır.
bunu ekmekle dört kere katık edip yedin mi hiç? Zeytin, al.
insanlar bozuldu, biz bozduk, dengeyi bozduk, doğayı bozduk, her şeyi bozduk…”

Cumhuriyet değerlerine sıkı sıkıya bağlı emekli hâkim Rıfat Bey (Şükran Güngör) ile tek bir kelime Türkçe bilmeyen Kürt kızı Hejar’ın (Dilan Erçetin) önce mesafeli başlayıp, sonrasında birbirlerinin yalnızlıklarına ortak oldukları Büyük Adam Küçük Aşk (2001), son dönem Türkiye sinemasında “Kürt” realitesi hakkında çekilmiş en cesur ve bir o kadar da samimi bir film. Rahmetli Şükran Güngör’ün de son filmi olma özelliği taşıyan bu yapım, yayınlandığı sene maalesef bir başka sorun olan sansür belasından kaçamamış ve filmin izleyiciyle buluşması epey gecikmişti. Kültür Bakanlığı'ndan destek alıp çekildikten sonra sansüre uğraması da ülkemizin “yaşamasak aslında komik ülke” tanımlamasına katkı yapabilecek absürtlükteydi.
Köyüne yapılan bir operasyonda yakınlarını kaybeden minik Hejar, akrabası Evdo ile birlikte İstanbul’a gelir ve bir avukat yakınlarının evine yerleşir. Eve yapılan polis baskınıyla hayatındaki ikinci şoku yaşayan Hejar, komşuları Rıfat Bey’in yanına sığınır ve mecburiyetten doğan bu ilişki zamanla birbirlerine duyacakları ihtiyaç, anlayış ve sevgiye evrilir.
İlk başlarda yaş ve dil farklılıkları yüzünden anlaşmakta zorluk çeken ikili, zamanla sevgi ve bağımlılık sayesinde duvarları yıkarlar ve yakınlaşmaya başlarlar. Rıfat Bey’in dil konusunda keskin ve aksini kabul etmeyen görüşleri mevcuttur. Buradaki ret mekanizması aslında var olan realitenin de reddi anlamına gelir. Çünkü anadil bir kişinin toplumsal kimliğinin oluşmasında temel rolü oynar. Kürt kimliğini reddeden anlayışın ilk icraatı, Kürtçe'yi reddetmek olacaktır doğal olarak. Farklılıklardan çekinip bencilce bir dürtüyle kendi gerçeklerini başkalarına empoze etmeye çalışan faşist bir anlayışın –biraz da klişeleştirilmiş- tezahürüdür Rıfat Bey. Aslında bu faşist görüş kendini bilmeyen bir görüştür. Tıpkı Marie Antoinette gibi, ekmek bulamıyorlarsa pasta yesinler saflığında. Aynı saflığı ve altında yatan ikiyüzlülüğü Rıfat Bey’in “Bir millet diline sahip çıkmalıdır.” sözünde de hissederiz.
Filmin ana ekseni Türk-Kürt sorunu üzerine kurgulanmış olsa da bir bakımdan “yalnızlık ve keder” üzerine de bir filmdir Büyük Adam Küçük Aşk. Zira yakınlarını yitirmiş olan Hejar’ın, kaybettiği eşine hâlâ özlem duyan Rıfat Bey’in ve komşusuna platonik bir aşk besleyen Müzeyyen Hanım’ın konuştuğu ortak dil “yalnızlık”tır. Çünkü dünyanın neresine giderseniz gidin, hangi dili konuşursanız konuşun keder ve yalnızlık aynı anlama gelir. Şairin dediği gibi; Ağrı Dağı’na bakan Doğubayazıt’ın herhangi bir toprak damında da yalnızlık kötüdür, İstanbul’un göbeğinde milyonların içinde de yalnızlık kötüdür ve hangi dilde söylenirse söylensin aynı derecede koyar insana.
Filmde Türk-Kürt sorununa dair birçok keskin detay ve sosyal mesaj bulmak mümkün; ama beni en çok etkileyen sahne, Rıfat Bey’in Hejar’ın saçında bit bulması ve saçını kesmeye çalışması. Bu sahnenin alt metni aslında tüm Türk-Kürt sorununun bir özeti niteliğinde. Rıfat Bey’in Hejar’ın saçında bit bulduktan sonra ilk olarak saçlarını kesmeye çalışması statükocu devlet zihniyetine ne kadar da benziyor! Muktedirlerin, onlarca yıldır var olan sorunun temellerine inmektense günü kurtarmak adına pragmatik ve popülist bir yaklaşımda sürdürmüş olduğu “kökten çözüm”, Rıfat Bey özelinde çok güzel resmedilmiş. Sonrasında Rıfat Bey’in gönlü razı olmayıp utana sıkıla birisinden yardım istemesi; aldırttığı bit ilacı ile Hejar’ın saçlarını temizlemeye çalışması, ülke olarak sorunun temellerine inip barış dili ile toplum mozaiğimizi bozan ırkçı zihniyetin temizlenmesi gerektiğini de bir o kadar naif anlatıyor. Tabii bu naifliği filmin tamamında bulamadığımız da bir gerçek. Bazı sahnelerde klişelerden beslenen abartılı didaktizm maalesef filmin romantik bütünlüğünü sekteye uğratıyor.Filmin üzerinden yaklaşık on beş sene geçmesine rağmen günümüzde Kürt kimliği açısından pek fazla şeyin değişmediğini görmek çok üzücü. “Kürt yoktur, onlar karda gezerken kart kurt diye ses çıkaran dağ Türkleridir.” sığlığından bu günlere Kürt kimliğinin bir nebze de olsa korkusuzca telaffuz edilmeye başlanması elbette önemli; ama resmin geneline baktığımızda maalesef medeniyet ve demokrasi yolunda gidilecek bir hayli yolun olduğunu da söylemeden geçmeyelim. Boğazımızı kanatırcasına bağırmalıyız Yılmaz Erdoğan’ın dediği gibi, “Hep kardeş olacak değiliz ya, yaşasın halkların sevgililiği.”
*
Share/Save/Bookmark