29 Nisan 2013 Pazartesi

Eski Zaman Olur ki

Eski Disney çizgi filmlerinin Rotoskop adı verilen çekim tekniği ile nasıl çekildiğine dair işin teknik boyutunu ortaya koyan güzel çalışmalar. Rotoskop gerçek oyuncular tarafından canlandırılan filmin kare kare renklendirilip çizilmesi tekniğe verilen addır. İlk olarak bunu sinema dünyasın Disney uygulamıştır. 








23 Nisan 2013 Salı

Çocuklar inanın, inanın çocuklar



Hasan Tolga Pulat’ın ilk filmi “Güzel Günler Göreceğiz” iki sene önce Antalya Altın portakal’da en iyi film dahil ödüllerde geceye damgasını vurmuştu. Nazım Hikmet’in şiirine ithafen seçilen filmin adı, içinde anlattığı karakterlerin güzel günler görmek adına hayat kavgalarını çok güzel özetliyor.

Kesişen hayatlar teması sinemada oldukça çok kullanılan bir formüldür. Farklı hayatlardan insanların tesadüfe dayalı kesişmeleri genellikle aynı anda çok şey anlatmak isteyen yönetmen-senaristlerin en çok başvurduğu yöntemdir. Böylelikle temel aldığı toplumu genel bir portre içinde sunma şansı yaratır. Ama bir bakıma da çok riskli bir yöntemdir bu. Çokça örneğini gördüğümüzden klişe ibaresi hemen yaftalanabilir. Bu yüzden seçilen hayatların her ne kadar farklı dünyadan olsalar da yakın hayatlar olmasında fayda vardır. “Güzel günler göreceğiz” maalesef bu hataya düşüyor. Birbirinden alakasız farklı dünyalardan insanların ‘tesadüfe’ dayalı kesişmeleri filmin metninde en aksayan nokta. O kadar basit bir ortak nokta üzerinden hayatta savrulan insanları anlatırken konu oldukça dağılıyor. Kimin kimle ne ilgisi var takibi çok zorlaşıyor. Bunun nedeni de anlatılan hikâyelere tek tek bakarsak her biri tek başına bir film olacak kadar yoğun hikâyeler barındırıyor. Töre cinayetleri, fuhuş batağı, göçmenlik, organ mafyası, polis-mafya işbirliği bu güne kadar bolca kullanıldılar. Bir filme hepsini sığdırmak bir bakıma güçlü kalem isteyen bir durum.

Filmin içinde kullanılan şiirler çok güzel ve esas önemi çok anlamlı. Güçlü kalemlerin hayata dair şiirleri filmin ana eksenini oluşturuyor. Özellikle filme de adını veren Nazım Hikmet bu ülke için o kadar önemlidir ki. Hayatı boyunca sürgünler yemiş, zorluklar çekmiş, türlü türlü acılar çekmiş birinin güzel günler göreceğiz demesi bu ülkenin geleceği adına oldukça umut verici. Her ne yaşarsa yaşasın insanın elindeki tek hazinesi umutlarıdır. Hep güzel bir gün yaşamak adına değil midir bütün bu varoluşsal çırpınışlarımız? Güzeli doğruyu gerçeği aramak için bütün bu çabalarımız aslında insana yakışır bir hayat sürmek için değil midir? Aslında bakarsanız en kötü karakter bile kendince iyiyi istemek için bazı şeyleri yapmaktadır. İzzet mesela. Polis teşkilatı içindeki çürümüşlükleri çok güzel yansıtan İzzet, yeri geliyor yaşlı kadına yer vermeyen genci otobüsten yaka paça indirebiliyor. Aslında kim kötü kim iyi böyle bir durumda karar vermek zor. Zira insan değimiz şey kendi algılarından bu dünyaya baktığı için mutlak bir doğrudan daha uygun bir tabirle ‘hakikat’i kendince belirler. Toplumun genel kabul görmüş yazısız kuralları içinde bahsettiği hikâyelerde aslında ne kadar yerle bir olduğunu gösterir. Üstüne iftira atılan Mediha’nın ailesince kabul görmemesini hangi toplum, hangi kurallar onaylar ki. Kendilerince leke sürüldüğüne inanılan kızların, ailenin erkekleri tarafından gözleri kırpmadan vurulmaları, daha doğrusu kendilerini namus bekçileri sayanlar tarafından doldurulmaları nu hiçbir mantıklı toplumsal sistem açıklayamaz. Bu olsa olsa toplumun en çürümüş tarafını ifade eder.  

Anna’nın dramı ise yine bir başka toplumun çürümüş tarafının resmidir. Fuhuş batağına sürüklenen on binlerce gençten biridir Anna. Bütün bu pisliğe bir gün kaçıp gitme umuduyla katlanmaktadır. Erkeğin elinin kiri diye kabul edilen bu baskı ortamında tek temiz kalanlardır bu beden emekçileri. Bütün bu umutsuzluğun içinde kendine bile umut olamazken bir başka insanı da düşünecek kadar insandırlar. Anna’nın da hiç düşünmeden organ mafyasına kaptırmadığı çocuğu kesişen hayatların tesadüfüyle yanına alması işte hala bir şeylerin umudu olduğunu çok güzel gösteriyor. Evet, hala bir şeyler vardı ölmeyen, bu insanlar bir gün güzel günler görecekler orası kesin.

Filme genel olarak baktığımızda her hikâyeden olması biraz ağır kaçıyor. Her türlü dram var ve insanı bu dram yükü boğuyor. Ama bir anlamda da hepsinin güzel günler görme umudu var. Belki hepsi umudu göremiyor ama olsun içindeki umutlar onlar için yaşama devam ettirme güdüsü olarak yer alıyor. Hayal kırıklıkları ve umutlar. Birbirlerinden ayrılmaz ikililer. Umut ne kadar büyükse hayal kırıklığı da o kadar büyüktür. Hayal kırıklığı ne kadar büyükse hayata, düzene inat yaşama isteği daha da o denli büyüktür. Belki bir bakıma insanların imkansızı istemelerinin de sebebi budur. Ne kadar zor bir şeyi isterlerse o kadar çok çalışırlar ve o kadar çok yenilirler. Beckett’ın dediği gibi ‘yine dene, yine yenil, daha iyi yenil.’ Çoğu insan için bu aforizma hayatta kalmanın anahtarıdır.
 


NİKBİNLİK
Güzel günler göreceğiz çocuklar,
güneşli günler
                göreceğiz...
Motorları maviliklere süreceğiz çocuklar,
ışıklı maviliklere
                          süreceğiz...
Açtık mıydı hele bir
                            son vitesi,
adedi devir.
         Motorun sesi.
Uuuuuuuy! çocuklar kim bilir
                                  ne harikûlâdedir
             160 kilometre giderken öpüşmesi...
Hani şimdi bize
cumaları, pazarları çiçekli bahçeler vardır,
             yalnız cumaları
                      yalnız pazarları..
Hani şimdi biz
bir peri masalı dinler gibi seyrederiz
                    ışıklı caddelerde mağazaları,
hani bunlar
77 katlı yekpare camdan mağazalardır.
Hani şimdi biz haykırırız
     Cevap:
            açılır kara kaplı kitap:
                                              zindan..
Kayış kapar kolumuzu
                              kırılan kemik
                                                   kan.
Hani şimdi bizim soframıza
                                 haftada bir et gelir.
Ve
çocuklarımız işten eve
                            sapsarı iskelet gelir.. 
Hani şimdi biz..
İnanın:
        güzel günler göreceğiz çocuklar
        güneşli günler
                            göreceğiz. 

Motorları maviliklere süreceğiz çocuklar,
ışıklı maviliklere
                          süreceğiz.....

16 Nisan 2013 Salı

Tıkla İndir, Tıkla Getirt!



26 ilde 128 mağazası ile sektöründe lider olan D&R, dr.com.tr ile kültür, sanat ve eğlence dünyasını bir tıkla evinize getiriyor. Reklam filmiyle online sipariş hizmetini duyuran D&R, kültür, sanat ve eğlenceye kısa yoldan ulaşmak isteyenler için internet sitesini yenilenen tasarımıyla hizmete sundu. Kitap, film, müzik, elektronik, oyun&konsol, dergi, kırtasiye, hobi&oyuncak, kişisel ürünler ve  e-kitap kategorilerinde yer alan binlerce ürünü sipariş edebilme olanağı sunan D&R, teknolojinin sunduğu olanakları en iyi şekilde kullanarak müşterileriyle buluşturuyor.

İnternet sitesi dışında tablet ve akıllı telefonlar için tasarlanan mobil uygulamalarla tüm platformlarda hizmet veren dr.com.tr, hızlı ve kolay bir alışveriş imkanı sunuyor.

Ayrıca D&R ve DMC’nin işbirliğiyle yayın hayatına başlayan yasal internet müzik platformu "MUSICCLUB" ile 200.000 adet yerli şarkı ve binlerce albüm indirilebiliyor.

Kültür, sanat ve eğlencede zengin ürün çeşidine ulaşmak için siz de dr.com.tr’ye girin, tıklayıp indirin, tıklayıp getirtin.

Bir bumads advertorial içeriğidir.

14 Nisan 2013 Pazar

Altın Laleler sahiplerini buldu


32. İstanbul Film Festivali’nin ödülleri 14 Nisan Pazar gecesi Cemal Reşit Rey Konser Salonu’nda gerçekleştirilen Kapanış Galası ve Ödül Töreni’nde sahiplerini buldu.
Ceyda Düvenci ve Mert Fırat’ın sunuculuğunu üstlendiği 32. İstanbul Film Festivali Kapanış Galası ve Ödül Töreni, NTV’den canlı olarak yayımlandı. Festivalle ilgili hazırlanan kısa filmin ardından sahne alan, Türkiye sinemasının en büyük kadın oyuncularından Hülya Koçyiğit ve oyuncu Nejat İşler, Emek sineması özelinde, devam eden sürece ilişkin düşüncelerini dile getirdiler.
Törende ayrıca Altın Lale Uluslararası Yarışma Jüri Başkanı, GeliboluÖlü Ozanlar DerneğiYeşil Kart veTruman Show gibi filmlerin usta yönetmeni Peter Weir’e Sinema Onur Ödülü takdim edildi. Peter Weir’e ödülünü İstanbul Film Festivali Direktörü Azize Tan verdi.
Uluslararası Yarışma
  • Altın Lale En İyi Film: WHAT RICHARD DID / NE YAPTIN RICHARD (yön:Lenny Abrahamson)
  • Jüri Özel Ödülü: CAMILLE CLAUDEL 1915 (yön:Bruno Dumont)
Ulusal Yarışma
  • En iyi film: Sen aydınlatırsın geceyi (yön: Onur Ünlü)
  • En iyi yönetmen: Aslı Özge (Hayatboyu)
  • Juri Özel Ödülü: Devir (yön: Derviş Zaim)
  • En iyi kadın oyuncu: Sema Poyraz (Özür Dilerim)
  • En iyi erkek oyuncu: Ercan Kesal (Yozgat Blues)
  • En iyi senaryo: Onur Ünlü ( Sen aydınlatırsın geceyi)
  • En iyi görüntü yönetmeni: Emre Erkmen (Hayatboyu)
  • En iyi özgün müzik: Murat Başaran (Soğuk)
  • En iyi kurgu: Emre Boyraz (Sen aydınlatırsın geceyi)
  • Seyfi Teoman ilk film ödülü: Köksüz (yön: Deniz Akçay)
  • Fipresci ulusal yarışma ödülü: Sen aydınlatırsın geceyi
  • Fipresci Uluslararası yarışma ödülü:  CAMILLE CLAUDEL 1915



12 Nisan 2013 Cuma

Schwarzenegger sinemaya döndü



Geçit Yok

(The Last Stand)

Vizyon Tarihi: 19 Nisan 2013
Dağıtım: UIP Filmcilik
Tür: Animasyon
Süre: 107 Dakika

http://thelaststandfilm.com/
http://www.facebook.com/TmcFilmYapim
https://twitter.com/TMC_FiLM

ÖZET

Aksiyon filmlerinin ikonu, Arnold Schwarzenegger’in sinemaya dönüşünü ne zamandır dört gözle bekliyorduk ve usta oyuncuyu, nihayet Kore’li yönetmen Kim Jee-woon’un, A.B.D’deki ilk yönetmenlik çalışması ve son
derece çarpıcı bir film olan THE LAST STAND’de izleyebileceğiz.

Şerif Ray Owens (Schwarzenegger), Los Angeles Polis Departmanı’nda narkotik şubesinde çalışırken yapılan operasyonda işler ters gider ve Şerif bu olaydan sonra derin bir vicdan azabı çekmeye başlar. O acıyla, Los Angeles’ı terk edip kendini, Sommerton Junction adındaki küçük ve sakin bir sınır kasabasında, artık ne kadar suç işlenirse, o kadar suçu önlemeye adar. Ancak, günün birinde, batı yarıküresinin en azılı, en çok aranan uyuşturucu kartelinin lideri Gabriel Cortez (Eduardo Noriega), FBI’ın hükümlüleri taşıdığı bir konvoydan, son derece tehlikeli ama bir o kadar da muhteşem bir planla kaçacak ve Şerif Owens’ın yaşadığı huzurlu günler böylece sona erecektir.

Soğukkanlı gangster Burrell’in (Peter Stormare) liderliğindeki kanun nedir bilmeyen bir grup haydutu da arkasına alan Cortez, kendisini saatte 400 kilometre hızla Meksika sınırına götürmekte olan özel yapım bir Corvette ZR1’in içinde yolculuk etmekte, yanıbaşında da bir rehine taşımaktadır. Cortez’in yolu doğruca Summerton Junction kasabasına çıkacaktır. Ajan John Bannister (Forest Whitaker) da dahil olmak üzere, A.B.D.’de ne kadar kolluk kuvveti varsa, tamamı bölgeye akın etmiş, merhamet nedir bilmeyen bu azılı kanun kaçağı sınırdan geçip sonsuza dek ülkyi terk edemesin diye ellerindeki son fırsatı kaçırmamaya çalışacaktır. Bu olaya karışmayı başta istemeyen, daha sonra da kasabadaki bir avuç kolluk kuvvetinin yetersiz görülmesi nedeniyle oprasyonun dışında tutulan Şerif Owens, önünde sonunda kendi kuvvetlerini harekete geçirecek ve olaya imzasını atacaktır; artık, kağıtların karılma vakti gelmiştir.

YAPIM SÜRECİ

Aksiyon filmlerinin ikonu ARNOLD SCHWARZENEGGER aramıza döndü. Ve dönüşü muhteşem oldu: Oyuncu, KIM Jee-woon’un yönetmen koltuğunda oturduğu yüksek hızlı, bol dövüş sahnesi içeren aksiyon-gerilim filmi The Last Stand ile sinemaya tekrar bodoslama daldı. İyi adamlar daha önce hiç bu kadar kötü duruma düşmemişti ama izleyeceğimiz bu son sürat, bol kovalamacalı, herkesin yumruk yumruğa birbirine girdiği filmde, bütün iyi adamlar canını dişine takıyor! Bu film, iyiyle kötü arasındaki klasik savaşa heyecanlı bir yorum getiriyor.

Filmde Schwarzenegger’i katı yürekli Şerif Ray Owens rolünde izliyoruz. Şerif, Los Angeles Polis Departmanı’ndayken dahil olduğu bir operasyonun sarpasarması sonucunda görevinden ayrılmış ve hala derin bir vicdan azabı içinde yaşamaktadır. Şimdi, sakin sessiz sınır kasabası Sommerton’da huzuru korumaktadır. Ancak, huzurlu günlerin sonu yakındır, hem de çok yakın: Amerika’nın en azılı ve tabii ki en aranan uyuşturucu kartelinin lideri Gabriel Cortez (EDUARDO NORIEGA) FBI’ın hükümlüleri taşıdığı konvoydan
muhteşem bir şekilde kaçarak bindiği özel yapım, saatte 400 kilometre yapabilen Corvette ZR1’in yönünü dosdoğru Sommerton kasabasındaki Meksika sınırına çevirmiştir.

Her ne kadar FBI Ajanı John Bannister (FOREST WHITAKER) bu azılı  kaçağın peşine fena halde düşmüş olsa da, Cortez’in FBI’dan korkusu yoktur. Ama korkması gereken ve gittikçe de yaklaşan başka bir tehlike
ile karşı karşıyadır: Şerif Ray Owens. Esasen Şerif’in elinde ne yeterince silah, ne de yeterli adam vardır. Ancak, kaçak Cortez, Şerif Owens’ın elinde kalan tek varlığı, yani yeni yuvasını tehlikeye atmaya kalktığında, Şerif hem ondan daha zeki olduğunu, hem de onun hakkından nasıl gelineceğini herkese gösterecektir. Cortez’in özgürlük arayışının önünde son bir engel kalmıştır: Şerif Owens ve onun sözünden çıkmayan bir avuç kolluk kuvveti.

-2-

Aksiyon filmlerinin Ünlü Kore’li yönetmeni KIM Jee-woon’un (I Saw Devil; A Tale Of Two Sisters; The Good, the Bad, the Weird) Amerika’da yönettiği ilk film olan ve senaryoda Andrew Knauer’in imzasını taşıyan The Last Stand’de başrolde Arnold Schwarzenegger oynuyor. Filmin yapımcısı Lorenzo di Bonaventura (Transformer serisi; G.I. Joe: Retaliation). Tamamı büyük isimlerden oluşan oyuncu listesinde Forest Whitaker, Johnny Knoxville, Rodrigo Santoro, Jaimie Alexander, Luis Guzmán, Eduardo
Noriega, Peter Stormare, Zach Gilford ve Genesis Rodriguez’in isimlerini de görüyoruz.

Filmde kamera arkasında görev alan ustalardan bazıları, görüntü yönetmeni Ji Yong Kim (A Bittersweet Life); kurguda Steven Kemper, A.C.E. (Mission: Impossible II); yapım tasarımcısı Franco Carbone (The Expendables) ve kostüm tasarımcısı Michele Michel (Training Day).

Tabletteki Hürriyet değil, tablete özel Hürriyet

Hürriyet, Türkiye’nin en çok okunan gazete uygulaması Hürriyet E-Gazete’den sonra Hürriyet Tablet uygulamasını da hayata geçirdi. “Tabletteki Hürriyet değil, tablete özel Hürriyet” sloganıyla tanıtılan ve Apple Store’da 1 numaraya yerleşen bu yeni uygulama kullanıcılar tarafından oldukça beğeniliyor.

2011 yılının Mart ayında hayata geçirilen Hürriyet E-gazete uygulaması bugün, Türkiye’nin en çok okunan tablet gazetesi olmayı başarmış durumda. Toplamda ücret ödeyen abone sayısı 16 bine ulaşarak, ücretsiz rakiplerinin ulaştığı rakamları geride bırakırken; Hürriyet okurları, E-Gazete uygulamasını günlük 50 bin, haftalık 350 bin kez ziyaret ediyor.

Tablet okurunun beklentisinin farklılaşması ve ilgi alanlarının değişmesiyle, okurlar artık okuduğu haberin videosunu da izlemek, farklı spor dalları hakkında analizler okumak, dünyadan ilginç fotoğraflar görmek, içeriği 'parmağının ucunda' hissetmek istiyor. Hürriyet Tablet uygulaması tam da bu beklenti ve ihtiyacı karşılamaya yönelik hazırlanmış bir uygulama.

Bir haftadır Apple Store’da en çok indirilen uygulamalar arasında 1 numarada yer alan Hürriyet Tablet’te, Manşet, Güncel, Ekonomi, Spor, Kelebek, Seyahat bölümlerinin yanı sıra Cumartesi ve Pazar eklerinin bambaşka yorumları yer alıyor. Günün videosu ve foto galeriler oldukça beğenilirken, HTML5 tabanlı bir uygulama olduğu için reklamverenler için de oldukça cazip.

Tablet bilgisayarların tüm olanaklarını kullanan yeni Hürriyet Tablet uygulaması, App Store ve Android Market’te, ücretsiz.

Bir bumads advertorial içeriğidir.

11 Nisan 2013 Perşembe

Kuma; İki Kadının Hikayesi




The White Ribbon ve Funny Games filmlerinin yapımcısından, Berlin Film Festivali Panorama Bölümü açılış filmi olan Kuma 26 Nisan'da sinemalarda...

Fatma 50li yaşlarda 6 çocuklu bir ev hanımıdır. Viyana’da yaşayan ama ülkesinin gelenek ve
adetlerini sürdürmekte oldukça kararlı biridir.
Ayşe ise henüz 19 yaşındaki Türkiye’nin kırsalında dünyaya gelen genç bir kız. Ayşe ile
Fatma’nın 21 yaşındaki oğlu Hasan’la evlenmesiyle başlar hikaye. Fatma’nın oğluna gelin
olarak Viyana’ya gittirdiği genç kız aslında onun kumasıdır.
Kanser tehşisi konan Fatma iyileşemez ölürse diye ailesinin geleceğiyle ilgili endişelidir.
Onun ölümünün ardından aileyi çekip çevirmesi için kendi isteğiyle Ayşe’yi evine sokar.
Kağıt üstünde Hasan’nın eşi olan Ayşe, Fatma’nın kızları Nurcan ve Kezban tarafından tehtid
olarak görülür ve sevilmez. Sessiz ve sakin Ayşe içinde bulunduğu durumu hemen kabullenir
ve Fatma’nın kemoterapi sürecinde aileye göz kulak olur, evi çekip çevirir. Bu süre içerisinde
Ayşe hamile kalır. Bu durumu memnuniyetle karşılayan iki kadının dışında bebek, Ayşe’yle
Nurcan’ın arasındaki buzları da eritir.
Zamanla Viyana’daki yaşama ve aileye alışan Ayşe maddi açıdan aileye katkıda bulunmak
için bir türk marketinde çalışmaya başlar. Henüz çok genç olan Ayşe kendi gibi markette
çalışan Osman’dan çok etkilenir ve ilişki yaşamaya başlarlar. Fatma bu ilişkiyi öğrendiğinde
derinden etkilenir ve hayal kırıklığına uğrar. Hayalinde oluşturduğu dünyası artık yıkılmıştır.



YÖNETMEN – SENARİST UMUT DAĞ HAKKINDA

Umut Dağ, Viyana’nın Brigittenau ilçesinde bir ailenin en büyük çocuğu olarak dünyaya
geldi. “Vienna Business School” u bitirdikten sonra, uluslararası kalkınma, teoloji ve pedegoji
okudu.
Bir süre sonra kısa filmleri üzerine yoğunlaşırken aynı zamanda “Austrian Film Industry”
firmasında “Die Fälscher”, Ein Augenblick Freiheit”, “Der schwarze Löwe”, “Freundschaft”
gibi uzun metraj sinema ve 50’yı aşkın reklam filmi yapımlarında yer aldı.
Viyana Film Akademisinde Peter Patzak ve Michael Haneke gibi isimlerin öğrencisi oldu ve yönetmenlik eğitimi aldı.
2011’de Papa isimli filmi orta uzunlukta Sinema filmleri kategorisinde İlk Adım Ödülünü
kazandı.


YAPIM EKİBİ
Yönetmen: Umut Dağ
Senarist: Umut Dağ – Petra Ladinigg
Görüntü Yönetmeni: Carsten Thiele Bvk
Ses Mühendisi: Sergey Martynyuk
Miksaj: Bernhard Maısch
MüzikIva Zabkar
Kurgu: Claudia Linzer
Yapım Tasarım: Katrin Huber
Kostüm Tasarım: Cinzia Cioffi
Makyaj Martha Ruess- Isabella Lechner
Kasting: Martina Poel, Harika Uygur Ulku (Türkiye), Emrah Ertem/Finalcast (Almanya)
Line Producer (Türkiye): MGA Yapım – Yusuf Karataş
Yapım Finansmanı: Christa Preisinger
Süpervizör: Michael Katz
Yapımcı: Veit Heiduschka- Michael Katz






8 Nisan 2013 Pazartesi

Bir şarkının peşinden koşmak


Geçen sene Sundance film festivalinde büyük juri ödülü aldıktan sonra,Baftalarda ve Amerikan Akademi ödüllerinde de en iyi belgesel ödülüyle dönen Malik Bendjelloul’un belgesel filmi  Searching for sugar man (Bir Şarkının Peşinde)’de yetmişli yıllarda iki albüm sonrası sessizliğe bürünen Sixto Rodriguez’in garip ama hayli ilginç yaşamına ortak oluyoruz. İstanbul Film festivali çerçevesinde seyirciyle buluşan ‘Searcing for Sugar Man’ bir müzik belgeselinden çok bir inanç belgeseli olarak nitelendirsek daha doğru demiş oluruz.. Amerika’da tutulmayıp dünyanın öbür ucundaki Güney Afrika’da Elvis’ten bile meşhur olan ama birbirlerinden haberdar olmayan insanların hayatlarını onu bulmaya adamaları nereden bakılırsa bakılsın fonunda müzik de olsa bir inanç hikayesidir. Hele bunu asıl güzel kılan müzik gibi esasında sanat dalı olsa da endüstrisinin getirdiği acımasızlıkla adının vefasızlıkla eşit sayıldığı bir ortamda böylesine vefalı ve inançlı bir kitleye tanık olmak paha biçilemez.


Konuyu biraz daha açmak gerekirse Detroit’in izbe mekanlarında sanatsal anlamda var olmaya çalışan genç Rodriguez’in şansı onu duyan yapımcılar sayesinde döner. Ama bu şans maalesef uzun sürmez ve iki albüm hezimeti sonrası endüstrini onu da içinde eritir gider. Bütün bunlar amerika içinde olur, oysaki dünyanın öteki ucunda apartheid sistemi yüzünden suların durulmadığı güney afrikada, yaşanan haksızlıklara göğüs germeye çalışan kızgın kalabalıkların sesi olur ve filmde de bir çok kez bahsedildiği gibi Elvis’ten bile daha meşhur olur. Tabi işin garip yanı, bugünün bütün iletişim olanaklarından yoksun bir dünyada ne Güney Afrika’da kimse onu tanır, ne de Rodriguez de dünyanın bir diğer ucunda şansının yaver gittiğini bilir. İşte belgeselin esas omurgasını oluşturan bir avuç müzik delisi, hayatlarını Rodriguez’i bulmak uğruna bu işe adarlar.
Tabi bunu anlatırken yer yer kahkalara boğulur, yer yer de Rodriguez’in yaşadıklarını gördükçe içimiz burkulur. Bunu da belgesel filmlerde görmeye pek alışık olmadığımız dramaya yakın bir kurguyla izleriz. Zaten belgeseli diğer belgesellerden ayıran, aldığı ödüllere de hak veren bu kurgusudur kesinlikle. Bir kurcama film misali her daim yüksek temposuyla izleyeni adeta perdeye kitlemesini biliyor. Eski usul sıkıcı belgesel anlayışı gibi amacın sadece bir şeylerin bilgisini vermek olmadığını çok güzel hissettiriyor.


Sixto Rodriguez’den de biraz bahsetmek gerek. Bob Dylan gibi bir ozanın zamanı olarak adlandırıldığı halk müziğinin rock’n’roll a evrildiği bir zamanda, hele hispanik müziğin daha revaçta olmadığı bir devirde yaptığı işlerin kalitesi anca yıllar geçtikçe anlaşılmış ve müzik tarihinde vaktinde değer verilmemiş sanatçılar kategorisinin en başında yer almasına neden olmuştur. Müzik akademisyenlerinin yaptığı değerlendirmelerde o zamanın teknik şartlarına göre hayli ilerde eserler ortaya koymuş ve sahip olduğu politik kimlikle de zamanın ruhunu yansıtmış bir sanatçıydı Rodriguez. Ama işte olmayınca olmuyordu. Müzik endüstrisinin sivri dişleri arasında maalesef kaybolup gitti Rodriguez.. Heyhat kader bu, kuzey yarım kürede değeri bilinmezken güney yarım kürede bir ilaha dönüşecektir. Çünkü müzik öyle güzel bir şeydi ki acı çeken insanların ortak dili olmuştur hep. Amerikadaki ispanyol kökenli birinin hayata dair serzenişleri, Afrikada ayrımcılık gören siyahların isyan ateşinin fitilini yakmaya yeterdi. Üstünden yıllar geçse de halk kahramanlarının 90’larda ülkelerine gelişini es geçmemişler ve kapalı gişe konserlerle vefa denilen duygunun müziğin temeli olduğunu anlatmıştır Güney Afrika halkı. Aslında Rodriguez üzerine ne anlatsak boş aslında, müziğine kulak versek yeter.





6 Nisan 2013 Cumartesi

Senin annen bir melekti yavrum



Avustralya'nın kartpostallara konu olacak güzelliğindeki sahil kasabasında şehir burjuvazisinin neden yaşadığını bilemeyen iki bireyi Liz ve Poz'un ergenlik çağındaki oğulları ile yaşadıkları çapraz ilişkiyi konu alan Two Mothers(Yasak Aşk)'a Sundance film festivalindeki prömiyerinden sonra Avrupadaki ilk prömiyerini İstanbul Fim Festivalinde yaptı. İlk önce adından yola çıkarak filme değinmek gerek. Orijinal adının çevirisi "İki Anne"nin hikayesi anlatan film çevirmenlerin önyargılarına maruz kalarak Yasak Aşk olarak adlandırılmış. Sinema sanatının esas amacı olarak perdeye yansıttıklarının izleyicide birşeyler uyandırması esastır, ya da bu tarz filme soyunan yönetmenlerin isteği budur diye düşünüyorum. Bu filmde de orta yaş krizine giren iki annenin sınıfsal bir konformizmden de yola çıkarak toplumun genel kabul görmüş normlarına aykırı bir ilişki ağı yaratmaları üstüne konuşulması tartışılması gereken bir konu. Yasak Aşk diye adlandırmak filme yapılacak en büyük haksızlıktır diye düşünüyorum. Daha filme girmeden, derinlemesine incelemeden bir kanıya varmak yanlış olur.

İKİ ANNE'nin hikayesine dönecek olursak önce sınıfsal bir çerçeve çizmek gerek. Eşsiz güzellikteki okyanus sahilinde bütün dünya nimetlerinden yararlanan iki ailenin içten içe çürümesin hikayesi bu film. Genç yaşta eşini kaybeden Liz’in en yakınları oğlu, lezbiyenlik boyutunda en yakın arkadaşı Poz ve onun oğludur. Gel zaman git zaman işlerindeki ve ailelerindeki düzen onlara sıkıcı gelmiş olacak ki ergenlik cağındaki, denizden ellerinde sörfleriyle çıkan dalgalı saçlı adonisli oğullarına göz kırpmalarına başka bir anlam veremeyiz tabi ki de.
Hatta gelip geçici bir heves olarak nitelendirmeyip yıllara dayanan bir yumağa dönüşmesine bu bağlamda anlam verilemiyor tabiki. Filmi gözlerinden izlediğimiz orta yaşlı kahramanlarımızın bunun nedenleri üstüne fikir yürütmemeleri ve karikatürüze resmedilen ergen oğulların hiçbir şekilde bunun kökenlerine değinmemeleri filmde anlatılan durumu sorgulama imkanı tanımıyor.
Öyle olunca da sadece izleyiciyi tabu damarından vurmaya çalışan ucuz bir film konumuna getiriyor.Ama öyle olmadığı,ucuz gişe numaralarına başvurulmadığını da hissettiriyor film.
Naomi Watts ve Robin Wright’ın yaşlarına oranla cesur sahneleri, görseli yüksek oyunculukları ve karikatürize erkeklerin mankenlere taş çıkaran halleri bu fikri destekliyor maalesef.

Aile kurumunun ve özellikle onun en önemli yapı taşı olarak atfedilen anne kavramı üzerinden bu sınıfısal yapıyı kurmak oldukça iddialı ve cesur bir iş. Bunun altından kalkmak pek de kolay bir iş değil. Ama yönetmen Anne Fontaine kadın kimliğinden oldukça yararlanarak bir takım sinemasal eksiklikler barındırsa da insanın ve toplumun sınırlarını zorlayan kent burjuvazisinin hazin bir portresini çiziyor.

Bu filmden hareketle biraz da tabu kavramı üzerine düşünmek gerek. İlk önce Freudyen bir temelden Oidipus’a değinmektense daha anlaşılabilir bir örnek verebiliriz. Yakın zamanda neredeyse herkesin izlediği Aşkı memnu fenomeni bunun en basit örneği. Her kime sorulursa sorulsun “biz tasvip etmiyoruz, böyle şeyler bize ters” diyenin bile içten içte açıklayamadığı duygularla izlediği bu ‘yasak aşk’ toplumsal bir resim çizmesi bakımından oldukça yakın bir örnek. Magazin programlarından çok üniversitelerdeki sosyoloji kürsüleri bu konuya daha çok değinmiş olsaydı tabu-yasak aşk ve toplumun buna tepkisi üzerine daha anlamlı düşünmüş olurduk.Ama her ne olursa olsun bu kadar tasvip edilmeyen bir durumun bu kadar ilgi çekmesi başlı başına bir konu.
En basitiyle Freud ‘un totem ve tabusunda bahsettiği bu olgu, topluluklardaki birleşmeleri biyolojik bir bağın aksine toplumun ortaya koyduğu totemlerin belirlediği yönündedir. Darwin’in ilkel sürüsü toplulukların “toplum”a evrilmeleri sürecinde kural olarak koydukları totemlerin modern topluma kadar fiziksel olarak değişsede süregelmesi filmde de bahsedilen kent burjuvazisine kadar dayanıyor. Freud’un meşhur kahramanı Odipus ve onun meşhur kompleksi filmin de aslında ana omurgasını oluşturuyor. Tabi biraz farklı bir yörüngede.Baba figürleri olmayan sadece çocuklar ve annelerin olduğu bu dörtlü ilkel kömünde ensest hikayeden korkulmuş olacak ki anne yerine en az anne kadar yakın birinin seçilmesi  biyolojik olmasa da Frued’un totemine ithafen ensest bir ilişkidir yaşadıkları.


"İki Anne" hem sosyolojik hem de toplumsal sınıfların üzerine düşündüren, insanın sınırılarını zorlayan alt metinde görseli de yüksek karelerle destekleyen yakın zamanın başarılı örneklerinden biri.