(Yazıyı okurken filmin açılış sahnesindeki şu şarkıyı dinlemeniz şiddetle tavsiye olunur.)
Woody Allen ustanın bir paris güzellemesi olan son filmi Midnight in Paris başrollerinde Owen Wilson,Rachel McAdams,Michael Sheen,Marion Cotillard,Kathy Bates ve Carla Bruni gibi yıldızların yer aldığı sıcak bir romantik komedi.Woody Allen sinemasına aşina olanlara biraz garip gelen bir film bu, özellikle ustanın son yıllarda Avrupa’ya gelerek yaptığı filmlerde çok bariz şekilde gözlemlenen yaşlılık belirtilerinin bir sonucu olarak eski işlerine nazaran daha soft bir mizahın olduğunu kabul etmek gerekir.Woody Allen sinemasının temel özelliği olarak fon olarak kullandığı New york ve şehrin sorunlu nevrotik insanların ekseninde dönen hikayelerinin mizah dozu her zaman üst düzeydeydi ve salt romantizm olsun dram olsun hep ikinci planda olurdu.Avrupa’daki filmleri derken hali hazırda Woody Allen’ın New york’dan kopuşu başlı başına yeni bir sinema anlayışının oluştuğuna dair bir kanıttı.Londra ve Barselona’dan bu sefer romantizmin başkenti Paris’e uğruyor üstad.Bir sonraki filmi için şu aralar Roma’da bulunan üstad böylelikle Avrupa’ın büyük şehirlerindeki turunu sürdürdüğü görünüyor.İstanbul’a gelir mi bilmem ama Woody Allen farkıyla perdeye yansıyacak bir İstanbul’da tadından yenmez orası kesin.
Woody Allen sineması değişti derken bu filmin kötü olduğu anlamına gelmez.Aksine içerdiği romantizm ve mizah son derece dengeli bir seyir izliyor.Salt romantizme boğmadan üstüne üstlük birazda bilimkurgu öğeleri taşıyarak ilerleyen film aslında dünyanın seyrini değiştirmiş büyük sanatçıları sırayla önümüze çıkartarak bir nevi ustalara saygı geçidi şeklinde ilerliyor.
Öncelikle filmin başrolünde Paris kentinin olduğunu söylemek gerek.Hatta daha da ileri giderek insanlarda bir Paris fetişi yaratacak kadar güzel resmedilmiş bir kent görüyoruz.Edebiyatta yeni,kafasında soru işaretleri olan bir yazarı canlandıran Owen Wilson aslında bir nevi Woody allen’ın prototipi olarak çıkıyor karşımıza.Bir röportajında da belirttiği gibi artık 70’lerinde olan usta yeni karakterler canlandıracak kadar enerjisinin olmaması yüzünden bu seçimi yaptığını söylüyor ve bunun da aslında ne kadar üzücü olduğunu da belirtiyor.Kendisi sözleriyle bu durumu şöyle özetliyor “ esas kızın gönlünü fetheden adamı oynayamamak çok fena.Düşünün Scarlett Johansson,Naomi Watts ile film çekiyorum,başkaları kapıyor.Ben ise yönetmenin, orada oturan yaşlı adam işte.”
Filme gelecek olursak hiç sevmediği bir iş olarak Hollywood da senaryolar yazan ama romantik bir yazar olmak isteyen Gil Pender nişanlısı Inez(Rachel McAdams) ile birlikte Inez’in babasının bir işi sebebiyle Paris’de turistik amaçla bulunuyorlar.Ama Gil’in asıl isteği yazarlığı Paris’in başını döndüren romantizminden hareketle depreşiyor ve kendini birden 1920’lerin Paris’inde buluyor.20’lerin Paris’i de kahramanımız Gil’e göre yaşamasını istediği kendi altın çağı.Altın çağ nostaljisi de filmin ana omurgası.Filmin başlarında Gil,Inez ve Inez’ın ukala arkadaşı Paul(Michael Sheen) ‘un bu konudaki tartışması filmin sonuna kadar gidecek bir ikilemin de başı oluyor.Söz konusu tartışma altın çağ nostaljisine kapılmanın aslında “an”ı yaşayamamanın verdiği bir duygusallıkla geçmişe bağlanma olarak görülüyor.Nostalgia is denial of painful present (nostalji şimdiki acı veren zamanın inkarı) tanımı ise geçmişle bugün arasında kurulamayan köprünün insanları ikileme sürüklediğinin bir kanıtı.İşini sevmeyen kendine itiraf edemese de nişanlısıyla bir gelecek göremeyen Gil bunun sonucu olarak kendini nostaljiye kaptırıyor ve yönetmenin kurgusal bir çevikliğiyle istediği zamanlara gitme şansı buluyor.Bunu yaparken de Ernest Hemingway olsun,Salvador Dali olsun,Paclo Picasso olsun o devrin bütün ünlü şahsiyetleriyle tanışma ve kafasında soru işaretlerini bulma derdine düşüyor.Tabi bunu yaparkende güzeller güzeli Adriana(Marion Cotillard)’ya rastlaması ve arka fondaki Paris’in de izniyle aradığı romantizmi bulması kaçınılmazdı.Tabi bu sorgulama sürecenin sonunda altın çağ nostaljisine dair çıkarımların da yersiz olduğu asıl güzelliğin şimdiki zamanda olduğu filmin son karesiyle de resmiyet kazanmış oluyor.
Filmdeki önemli şahsiyetler ise;
- (bkz: zelda fitzgerald)
- (bkz: f. scott fitzgerald)
- (bkz: ernest hemingway)
- (bkz: salvador dali)
- (bkz: gertrude stein)
- (bkz: cole porter)
- (bkz: josephine baker)
- (bkz: pablo picasso)
- (bkz: man ray)
- (bkz: luis bunuel)
- (bkz: t. s. eliot)
- (bkz: henri matisse)
- (bkz: henri de toulouse-lautrec)
- (bkz: paul gauguin)
- (bkz: edgar degas)
Fazla bilgiden göz çıkmaz dedirten filmden bazı anektodlar;
- Before Sunset filminde de yer alan Paris'in en eski kitapçısı Sheakespeare and Company bu filmde de karşımıza çıkıyor
- Lost generation (kayıp kuşak) amerika doğumlu ama kendilerini amerikalı olarak görmeyen yazar grubu.Bunlara örnek F.Scott Fitzgerald,T.S. Eliot,Ernest Hemingway,Waldo Pierce vs. Ünlü yazarların o tarihlerde Paris'de neden yer aldığının bir kanıtı http://en.wikipedia.org/wiki/Lost_Generation Ayrıca E.Hemingway'ın filmde de Paris'i tanımlamak için kullandığı kitabı A Moveable Feast (türkçeye Paris bir şenliktir) Paris'de geçirdiği beş yılı anlatan anı kitabı
- Gil'in Salvador Dali,Luis Bunuel ve Man Ray ile masada sürrealizm üstüne konuşurken Dali'nin örnek olarak verdiği fikirlerinin sanatına dönüştüğü resimleri İsa resmi,eriyen gözyaşı ve saat aforizması ve en son o meşhur gergedanı;
- Gil'in partide Luis Bunuel'e tavsiye olarak verdiği filmi 1962 yapımı El Angel Exterminador( The exterminating angel) http://www.imdb.com/title/tt0056732/